Menu
BAHTİYAR ASLAN'LA SÖYLEŞİ
Söyleşi • BAHTİYAR ASLAN'LA SÖYLEŞİ

BAHTİYAR ASLAN'LA SÖYLEŞİ

Bahtiyar Aslan, insanı içsel bir yürüyüşe çıkarıyor öyküleriyle. Bu öykülerde, içsesin geldiği yöne doğru ilerliyoruz. Bir anlam arayışı söz konusu Kentin Haberi Yok ve Cennet’in Son Saatleri’nde. Kimi zaman sancılı, kimi zaman ürkek, kimi zaman kararlı bir “ben” dilinin kullanıldığı öyküler, çağrışımlarla açılıyor, imgelerle zenginleşiyor. Örtük bir anlatımın hâkim olduğu öyküler, okurun muhayyilesini zorluyor. Şiirleriyle tanıdığımız Aslan, şiirin de imkânlarından istifade ederek öykülerini şiirsel bir anlatıma yaslandırıyor. Anlatılanın ifşa olmadığı, hemen açığa çıkmadığı bu öykülerde, uzun bir yolculuğa çıkmışçasına yürünüyor sayfalar. Aslan, öykülerinde cinsiyeti öne çıkarmayarak insanın değerine atıfta bulunuyor. Okuru kendi izleğine davet eden Bahtiyar Aslan ile öyküleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşimiz, Aslan’ın kendi öyküsünü nasıl gördüğüne dair önemli açıklamalar içeriyor.

-Yazın serüveninizden kısaca bahsetmenizi istesek neler söylersiniz?

-Çocukluğum cenk hikâyeleri dinleyerek geçti. Ahmediye, Muhammediye gibi kitaplar da okurdu annem, babam. Şiire, sözün güzeline önem verildiğini hissetmiş olmalıyım. Cenazelerin ardından, kadınların kimi zaman bizim evde toplanıp yakılan ağıtlar üzerine konuştuklarına, bir bakıma kritik ettiklerine, güzel ağıt yakan kadınlar hakkında övgü dolu sözler sarf ettiklerine şahit oldum çocukken. Yaşadığım coğrafya edebiyat anlamında canlı bir yerdi. Sanırım bunlar şiire başlamamda tetikleyici oldu. Lise yıllarından itibaren rehbersiz, sahipsiz, kendi kendime bir şeyler yazıyordum. Bunların şiir olmadığını çok sonra öğrendim. Türk Dili ve Edebiyatı okumam elbette çok belirleyici bir şeydi. Öğrencilik yıllarımda harçlıklarımızla Nilüfer dergisini çıkardık. Sekiz sayı çıktı. Geriye dönüp baktığımda hiç de fena bir dergi çıkarmadığımızı düşünüyorum. Sonra Türk Edebiyatı dergisinde şiirlerim yayımlandı uzun süre. Beşir Ayvazoğlu 2005 yılında derginin başına geçince kendisine yardım etmemi teklif etti. Onun rehberliğinde yazılar da yazmaya başladım. Yine onun rehberliğinde ve tam anlamıyla zorlamasıyla da hikâyeye başladım. Allah izin verdikçe de bir şeyler yazmaya devam edeceğim.

-Öykülerinizde imgeler üzerinden gelişip serpilen derinlikli bir anlatım var. “Çünkü aslında yazmak imgeleşmektir ve yazılan her şey aracısız bir şekilde zaten imgedir.” (Cennetin Son Saatleri/Lacivert Öyküsü, syf:28) Buradan yola çıkarak salt imgeleştirerek yazılabilir mi ya da yaşanabilir mi?

zb2-İnsan sürekli değişiyor; ruh olarak, beden olarak, bilinç olarak… Bu meseleyle ilgili bir şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Ama belki, şimdi söyleyeceklerim farklı olacak. Bu hikâyeleri yazarken anlaşılan böyle bir bilinçle yazmışım. Aslını sorarsanız hikâyelerimin bilinci –eğer varsa- hikâyeler yazılırken oluşuyor. Tıpkı kurgusu gibi. Suavi Kemal Yazgıç, klasik mazmunlara dayanarak yazdığımı düşünüyor. Doğrudur da. Mazmunlardan hareket eden birkaç hikâyem var. Ben, insanın yazarak kendi imgesini aradığını, sonra o imgeye dönüştüğünü düşünüyorum. Yazılan her şey artık yaşanan ya da düşünülen şey olmaktan çıkıyor, dönüşüyor. Yazının kendisinin hayatın imgesi olduğunu düşünüyorum. Bu çok uzun konuşulması gereken bir mesele benim için. Halli müşkül. Sorunun ikinci kısmına geçelim isterseniz. Salt imgeleştirerek yazılmalı diye bir iddiam yok. Aslını sorarsanız bu çok tehlikeli bir tercihtir de. Okurunuz olmaz en baştan. Bunu göze almak da kolay değil. Böyle bir hikâyeyi kim, neden okusun ki? Yine de böyle bir tercih yaptığımı düşünüyorum. Tercih mi, ondan da emin değilim. Çünkü başka türlü yazabilmek benim için mümkün gözükmüyor. Yani önümde başka

seçenekler zaten yoktu. Böyle yazabilen biriyim ben. Dille, düşünceyle, sanatla irtibatım böyle. Rahat, sade, kolay okunur şeyler yazmayı çok istedim. Sadelikte derinliği yakalamak istediğim kısımlar da var hikâyelerimde. Başarılı oldum mu bilmiyorum. Tekrar soruya dönelim; salt imgeleştirerek yazılabilir mi? Hikâyelerimden epeyce uzaklaştım galiba. Bu sorunun kesin cevabını başkalarının vermesi lazım bence. Ben gerçekten bunu mu yapıyorum? Ya da bunu yaptığım hikâyeler mi var? Başkasının hikâyesi olsa kolayca hükmümü verebilirim ama kendi hikâyemle ilgili hükmü başkalarına bırakıyorum. Ama eğer yaptığım öyle bir şeyse bunu yapmaya devam edeceğimi söyleyebilirim.

-Öykülerinizde görünürde sıradan olan cümlelerle şiirsel bir anlatımı yakalıyorsunuz. Şair olmanızdan mülhem midir?

zk3-Kendime hiçbir zaman şair gözüyle bakamadım. Şiirler yazan bir adamım ben. O sıfat bana ürkütücü geldi hep. Bu sıfatı çok rahat bir şekilde kullananlara da gıpta ediyorum. Çünkü kutsal bir şeymiş gibi şairlik. Evet, şiir yazdığımı bilen arkadaşlar bunun hikâyede devam ettiğini, şiiri asla bırakmamam gerektiğini söylüyorlar. Belli ki şiir, bakışımızı eğitmiş. Hayata böyle bakıyorum zannederim. Dille kurduğum ilişki ile de ilgili tabii. Sonra hayata, evrene, Tanrıya, her şeye dilin penceresinden bakıyoruz. Şiir yazma tecrübelerim dille olan ilişkime yön vermiş olmalı. Bilimsel çalışmalar yaparken şüphesiz başka bir ilişki biçimine başvuruyorum dille. Yani başka ilişki biçimleri de mümkün. Ama sanırım şiir içimizde hep kendi kurallarını işletmeye devam ediyor.

-Öyküleriniz dış âleme şöyle bir uğruyor, iç âleme doğru yolculuk ettiriyor. Gerçekliğin içinden geçip hayal, düş ve rüya âlemine giriyoruz. Okur, öykü boyunca bir düşünce skalasının içerisinde gezinip duruyor. Bu durumun, öykülerinizi kapalı/anlaşılmaz/flu bir anlatıma dönüştüreceği kaygısını yaşadığınız oldu mu yazarken?

-Bunu da çok planlayarak yaptığımı söyleyemem. Tembel bir hikâyeciyim aslında. Yazdıklarım üzerinde çok düşünmem, çalışmam. Böyle olsun diye yazmıyorum, yazarken böyle oluyor. Okuyan arkadaşlar da benzer şeyler söylüyorlar. Benim zihnim öyle çalışıyor. Gerçekten kaçış mı denir, derinleşme mi denir yahut başka bir şey mi bilmiyorum. Fakat düşünceyle hayalin arasında sıkı bir ilişki olduğunu sanıyorum. Fluluğa gelince, bakın bu konuda kesin bir fikrim var; sanatın ifşa ederek değil, örterek yapılacağına inanan biriyim. Dolayısıyla yazarken böyle bir kaygı yaşamıyorum. Bir de kapalılık, anlaşılmazlık gibi kaygılar okur merkezli yazarlar içindir. Doğrusu ben yazarken okuru hiç hesaba katmıyorum. Kendim için yazıyorum hikâyelerimi. Hikâyelerimde kendimi arıyorum, sınırlarımı yokluyorum. Neler yapabileceğimi, hayallerimin, düşüncelerimin nereye ulaşabileceğini görüyorum. Yeni hikâyeler yazarsam bu sınırları daha da zorlayacağımı hissediyorum.

-Bir okur olarak Bahtiyar Aslan deyince benim aklıma ilkin şiirleriniz geliyor. Hem öykü hem de şiir türünde yazan biri olmanız hasebiyle, akıllarda kalmak istediğiniz tür hangisidir? Öyküyse neden öykü, şiirse neden şiir?

-Buna cevap vermek o kadar zor ki… Hiç düşünmemiştim. Günümüz şartlarında şairlik de, hikâyecilik de kolay dağıtılan unvanlar gibi geliyor bana. Sanatçının varlığı silikleşiyor gittikçe. Buna bağlı olarak gücü ve etkisi de azalıyor. O kadar çok şair ve hikâyeci var ki Türkiye’de… Bu kalabalığın, gürültünün içinde o kalabalığa eklemlenmek, o gürültüye yeni bir ses katmak gibi bir niyetim yok aslında. Farklı bir yerde var olmak mümkün mü, bunu sorgulamalı günümüz sanatçısı. Tanpınar bile şair Tanpınar olarak anılmayı istiyordu. Şiirin böyle tercih sebebi olmak gibi bir özelliği var. Türkiye’deki şiir ortamının gürültüsünde iyi bir şair olmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Şah eser yazsanız bile

zk1bu gürültüde kaybolup gidecektir. Günümüz şiirinin yazılmamış bir takım kaidelerce yönlendirildiğini görüyorum. Gittikçe zekâya daha çok yaslanıyor. Garip şiirinin esprisini başka türlü yapıyor. Benim sanat anlayışım ya da ontolojimle bu yaklaşımın uyumlu olduğunu söyleyemem. Zaman zaman kendi şiirimi, kendi kozamın içinde yazmaya devam ediyorum. Bu yüzden de hikâyeyi tercih ediyorum. Fakat hikâyenin içinde de şiir peşimi bırakmıyor. Hikâyede de şiire yaklaştıkça başarılı olduğumu düşünüyorum. Ben hikâyeyi tercih ediyorum gibi görünse de şiir beni bırakmıyor. Bir de galiba hikâyede daha başarılıyım. Öyle zannediyorum.

-Edebiyat ortamlarının insanı besleyen, geliştiren tarafları olduğu gibi yıpratan, sömüren, aldatan tarafları da var. Bu durumda yazarın tavrı nasıl olmalıdır?

-Neye talip olduğunuzla da ilgili bu. Kendinizi onaylatmak gibi bir derdiniz varsa bu ortamın şartlarına uymak zorundasınızdır. Okuyucunuz olmasını, hele hele çok olmasını istiyorsanız onun da kuralları belli. Maalesef biraz kirli görünüyor edebiyat ortamı. Şiirin asilliğine yakışmayan şairler(!) dolaşıyor ortada. Bunlara girmek istemem zorunlu olmadıkça. Şiirin asiliği, dik duruşu, teslim olmayışı, serazatlığı şairlerin kahir ekseriyetinde somut olarak görülmüyor. Yazarın, şairin kendine has bir üslubu olmalı; hem yazma, hem yaşama üslubu… Eğer büyük sanatkâr olmaya talipse daha başka bir sürü şey gibi edebiyat ortamlarının da onun yönünü tayin etmesi mümkün değildir. Daha doğrusu sanatkâr buna izin vermeyendir. Kendi yörüngesinde ilerlemeyi, yalnız kalmayı göze almalıdır yazar. Bunu kaçımız yapabiliyoruz? Bu da ayrı bir mesele elbette.

-Kentin Haberi Yok kitabının öykülerinde ayna imgesi ön plâna çıkarken, Cennetin Son Saatleri’nde çocukluk dönemlerinin öykülere kaynaklık ettiğini görüyoruz. Tasavvufta ayna imgesi sıklıkla kullanılır. Bu durumda tasavvuftan istifade ettiğiniz yorumuna ulaşabilir miyiz? Çocukluk dönemleri, bir yazarın belki de en mümbit toprağıdır. Bu konuda neler söylersiniz?

-Evet, çocukluk böyle bir şey. Sanatın sırları orada yatıyor. Dönüp dolaşıp oraya uğruyoruz. Aslında iki kitabımda da çocukluğun epeyce yer tuttuğunu söylemeliyim. Galiba çocukluğun saflığını arıyoruz. Bilginin bizi kuşatıp kimliğimize, kişiliğimize müdahale etmediği, yön vermediği zamanlar… Düşüncenin ve hayalin özgür olduğu dönemler… Yani sanata en yakın olduğumuz çağ… Sonra bilgi bizim yaratıcılığımızın önüne engeller koyuyor. Tanrı ile aramızı açıyor. Çocukken Tanrıya ne kadar yakınızdır oysa. Oraya dönmek, yitiğimizi aramaktan farksız aslında.

zTasavvufa gelince… Bu bir hâl bilgisidir malûmunuz. Bizim bu ilmi işitmişliğimiz var. Yaşadığımızı söyleyemeyiz. Yaşayanlara, bu hâl üzre olanlara gıpta ediyoruz. Onlara aşk duyuyoruz. Pozisyonumuzu böyle belirleyelim. Ben, içselleştirmediğim, temellük etmediğim şeyi yazmaktan yana değilim. Tasavvufu biliyor muyum? Böyle bir şey iddia edemem. Dedim ya, bunu hâl edinenlere gıpta ediyorum. Bu gıptanın, bu aşkın bende başlattığı, oluşturduğu bir şey var. Onların izlerine basmıyorum, onları takip etmiyorum. Onların izlerinin ve yollarının olduğunu biliyorum. Bu da sanırım yazmak için yeterli oluyor. Tabii “tasavvuftan istifade etmek” deyince, faydacılık söz konusu oluyor. Bu, yadırgadığım bir şey. Ben, faydalanmıyorum. Bu çok kapitalist bir ilişki gibi geliyor bana. Bunu yapan bol miktarda yazarımız var. Burdan da nemalanıyorlar. Dediğim gibi, ben gıpta ediyorum ve bu bana yazmak için yetiyor.

Ayna meselesine gelince; ayna bizim aksimizdir. Hem yansımak, hem öteki olmak anlamında. Biz orada kendimizi seyrederiz. Ama bir yandan da kendimiz değildir aynadaki. Kimi zaman aynadakinin mi, dışarıdakinin mi kendimiz olduğumuzu da karıştırabiliriz. Aslolan hangisi? Aynadaki dışardakine

nasıl bakıyor? Ne düşünüyor dışardaki hakkında? Bu mümkün müdür? Bunları sorarak bir yere varmak istiyorum belki de. Ve bunların cevabını bilimde değil sanatta arıyorum. Çünkü bilimin zaten verebilecek bir cevabı yok. Bunun gelenekle de ilgisi var. Tasavvufun bir imgesiyle burada yolumuz kesişiyor. Modern edebiyatta da, özellikle Batıda ayna imgesi çok kullanılıyor. Ayna, kuyu, su, rüya… Bunlar sanatın tam merkezinde duruyor. Sonra ölüm… Sanatın ve varoluşun, insan oluşun temel gerçekleri bunlar. Sanatçının yolu mutlaka bunlara uğrar.

-Öyküleriniz, bazen monolog bazen diyaloglarla zenginleşiyor. En göze çarpan ise, anlatımın sorularla monotonluktan kurtarılması, sorularla okurun muhayyilesinin renklendirilmesi. “Aynadaki yolculuğum, kendi içimde bir yolculuğa mı dönüşmüştü? Aynanın dışına mı çıkmıştım? Yoksa aynanın içindeki ben’in içinde başlayan yeni bir yolculuk muydu bu?” (Kentin Haberi Yok; syf:29) Bu sorular, bir bakıma, okuyucuyu öyküde kullanılan/anlatılan imgenin ardına düşürmek içindir diyebilir miyiz?

-Sonuçta böyle bir işlevi oluyor mu bilmiyorum. Ama böyle bir temel amacım olmadığını söyleyebilirim. Hikâyelerimin bir monolog hikâyesi olduğu gerçek. Çok az diyalog var. Tek kişilik hikâyeler bunlar. Belki bir zaaftır ama yazarken okuru hiç düşünmüyorum, kendi içimde bir meseleyi çözmeye çalışıyorum. Yahut hem yazar, hem okur rolü oynayarak yürütüyorum hikâyemi. Bu soruların sorulması biraz bu yüzden. Galiba kendi içimdeki tutarlığı çok önemsiyorum. Bunu başarabilirsem bunun hikâyeme de iyi yansıyacağını ve dolayısıyla okurla ilgili meselenin de çözülmüş olacağını düşünüyorum. Okurun imgenin peşine düşmesi de böylece sağlanmış oluyor kanaatimce.

-Akademisyen oluşunuz, kaleminizi nasıl etkiledi? Sivriltti, besledi mi; köreltti mi?

-Hikâye ya da şiir bir akademisyen için korkulu bir uğraş. Çünkü biz akademik çalışma yaparken eseri teşrih masasına yatırıyoruz. Daha doğrusu akademisyenlik bunu gerektiriyor. Bilim, sanata göre çok soğuk bir alan. Duyguya pek yer yok orada. Dolayısıyla akademik tecrübe yazdıklarımızın kimler tarafından nasıl irdeleneceği ihtimalini ve korkusunu da diri tutuyor. Yazmaktan geri durmayı bile düşündüğüm oldu bu yüzden. Ama bu korkuyu yendim. İkisi ayrı şeyler ve yazarken birinin diğerini etkilemesine izin vermiyorum. Bunun dışında akademik çalışma sırasında daha geniş ve dikkatli okumalar yaptım. Bunlar hikâyenin ne olduğu, nasıl olması gerektiği konusunda teorik bilgiler edinmemi sağladı. Bir de çok farklı hikâyecileri tanıdım. Fakat tabii hikâye teoriyle yazılmıyor. Ama en azından ne yapmam gerektiğini olmasa da, ne yapmamam gerektiğini öğrendim sanırım.

-“Ben” dilinin hâkim olduğu öyküleriniz, okura gönderilen bir mektup gibi. Ben dilinin hâkim olması, okurun kitapla sıcaklık ve içtenlik kurmasını sağlayacağı gibi öyküyü birtakım tuzaklara düşürmüş olmuyor mu? Okur, çoğulcu bir bakış devşirebilir mi ben dilinin hâkim olduğu öykülerden. Neticede ben dili, salt yazarın/öykücünün izleğinde gezindiriyor okuru.

-Ben dili ya da birinci tekil şahıs anlatımı aslında çok avantajlı bir anlatımdır. Rivayet ya da aktarma hikâyenin sahiciliğini azaltır. “Ben”, daha inandırıcıdır daima. Bir de okuyucunun empati kurmasını kolaylaştırır. Çünkü sonuçta okuyucu da bir “ben” olarak okumaktadır. Kendini kolayca anlatıcının yerine ikame edebilir. Tabi hikâyeler boyunca “ben”in halleri sürekli değişiyor. Bir tek “ben” söz konusu değil. Farklı durumları yaşayan, farklı kişiliklere tekabül eden “ben”ler var. Aynı hikâyede bile “ben” dilini kullanan birden fazla kahraman var. Ancak bunların üstü çok örtük. Bazen bunun böyle olduğu anlaşılmıyor bile. Benim, okura başka bir şey vaat etmem söz konusu değil zaten. Yazarken

okura kendi dünyamı, kendi bakış açımı, kendi zaviyemden olayları ve olguları göstermeye, sunmaya çalışıyorum. Dolayısıyla onları kendi izleğime davet ediyorum.

-Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.

-Ben de teşekkür ederim.

HATİCE EBRAR

İskenderun’da doğdu. Kahramanmaraşlı. Hece Öykü, İtibar, Yedi İklim, Türk Dili dergilerinde öykü ve deneme yazdı. Millî Gazete, Dünya Bizim ve Edebistan isimli kültür sanat sitelerinde, kitap incelemeleri ve söyleşiler yaptı. “Nuri Pakdil’in Tiyatrolarında Vicdan” isimli yüksek lisans tezini hazırladı.