Geceydi. Yalnızdı. Mezar kapısının yapışkan, soğuk koluna dokunduğunda içinde garip bir his uyandı. Korkuyor muydu yoksa? Böyle bir his acaba onu en son ne zaman yoklamıştı; hatırlayamadı. Hatta bu duygunun, içinde var olduğunu bile unutmuştu. Ancak o, her zaman vardı. Kış uykusuna yatmış bir yılan gibi sinir hücrelerinin boşluklarına kıvrılmıştı. Acaba içeri girse miydi; yoksa hemen evine dönüp sıcak yatağına kıvrılıp tatlı bir uykuya mı dalsaydı? Nereden gelmişti buraya?
Her şey o sabah başlamıştı. İşsiz ve aylak dolaştığı kış günlerinde yaptığı gibi yine kahveye gitmişti. İçerisi tıklım tıklımdı. Vatan kurtaran, ekonomiyi düzelten, aile sorunlarına çözüm arayan insanların konuşmaları içeride anlaşılmaz bir uğultu oluşturuyordu. Bir tanıdık görebilmek için sağa sola bakındı. Konuşmalarından, önemli bir meseleyi tartıştıklarını zannettiği Mustafa’yla Necmi’nin yanına oturdu. Necmi konuşurken gür kaşlarını aşağı yukarı oynatıyor; boğaz kemiği gerildikçe geriliyordu:
“İşte bak! ” dedi, gazetedeki resme parmağını uzatarak. Öyle hızlı uzattı ki, neredeyse parmağı gazeteyi delip öteki tarafa çıkacaktı. “Bizim takım yeni bir transfer yapmış; bu sene yüzde yüz şampiyonuz. Yedek kadroyla çıksak bile sizi yeneriz! ”
Mustafa bu tartışmayı daha fazla uzatma niyetinde değildi. Yeni gelen arkadaşına hal hatır sorarak meseleyi kapatmak istedi. Necmi, muzaffer bir komutan edasıyla sandalyesine yaslandı, çayından bir yudum içti. Bıyıklarının altında sinsi bir gülümseme belirdi.
“Geçenlerde” dedi gülmemek için kendini zor tutarak. “Bizim Nurettin’i bir korkuttum sormayın! Bu, gece kahveden geliyor; ben de eve gidiyorum. Mezarlığın yanından geçerken: Şunu bir korkutayım, dedim. Mezarlığa girip duvarın dibine gizlendim. Tam yanımdan geçerken üzerine bir atıldım, korkudan lastik gibi olduğu yere yığılıverdi. Ayıltana kadar yarım saat uğraştım.”
Gülüşmeler…
Ali: “Nurettin’de de hiç yürek yokmuş” dedi.
Necmi: “Sen olsan korkmaz mıydın?”
“Korkmazdım tabi…”
“Sen geceleyin o mezarlığın yanından bile geçemezsin…”
“Ben mi geçemezmişim? Benimle dalga geçiyorsun herhalde!”
Necmi, Ali’nin rengi atmış paltosuna bakarak kendinden emin bir tavırla:“Bahse girelim o zaman!” dedi. “Gece yarısından sonra o mezarlığa gir, sana en kaliteli markadan bir palto alacağım!”
Ali: “Tamam” dedi, hırslı bir şekilde. “Paltomu hazırla! Mustafa, sen de şahitsin.”
Mustafa: “Olur” anlamında başını salladı…
Mezar kapısının kolunu tutarken halen ikilem içindeydi. “Kocaman adamsın. Çocuklar gibi…”dedi. Cesaretini topladı. Kapıyı itekledi. Kapı, kuyruğuna basılmış bir kedi gibi ses çıkardı. İçi ürperdi. Paltosunun yakasını kaldırdı. Elindeki demir çubuğu sıktı: Bunu, mezarlığın tam ortasındaki musluğun yanına çakıp mezarlığa girdiğini belli edecekti. Böyle anlaşmışlardı Necmiyle.
Vakit gece yarısını geçtiği için etrafta kimsecikler yoktu. Mezarlığın içinde; derinlere doğru koyu karanlığa batan seyrek, sivri taşlar yükseliyor; ay ışığını engelleyen sık çam ağaçları, bir şeyler söylemek istercesine sağa sola salınıyordu. Hafiften esen rüzgârın uğultusu ve arada sırada duyulan köpek havlamaları sessizliği bıçak gibi kesiyordu.
Yürüdü…
“Ya Necmi paltoyu almazsa!” diye düşündü. Hayır, bunu yapamazdı. Rezil ederdi onu, söz vermişti bir kere; hem Mustafa da şahitti.
Şu anda bir şey düşünmek istemiyordu. Tek istediği, bir an önce işini bitirip evine dönmek, sabahleyin Necminin yakasından tutup onu buraya getirerek, çaktığı demir çubuğu ona göstermekti.
Her ne kadar bir şey düşünmek istemese de sanki görünmez bir el zihninin karanlık mahzenlerindeki olayları gün yüzüne çıkarıyordu. Örneğin bir sene önce tinerciler tarafından bu mezarlıkta öldürülen yaşlı adam… Nasıl ve neden meydana geldiği hakkında tam olarak bilgisi yoktu; ama olayın burada olduğundan emindi. Belki de tam şurada, şu ağacın arkasında öldürmüşlerdi yaşlı adamı. Başka şeyler düşünmek istedi: Bu gün, okeyde taş çalmak için çorap giymeden kahveye gelen Mustafa’yı… Evin önünde top oynayan mahalle çocuklarının bir gün evin camını kıracaklarını, bu yüzden çocukları ciddi bir şekilde uyarması gerektiğini… Ama yaşlı adam sanki oradaydı. Sanki deminki ağacın arkasından onu gözetliyordu.
Uzun süredir böyle bir hisle yüz yüze gelmemişti. Neler düşünüyordu? Böyle fikirlere sahip olduğunu hiç bilmiyordu. Belki de biliyordu, ancak gün yüzüne çıkmak için fırsat bulamamıştı bunlar. Belki de zihni, şu anda içine düştüğü durumdan dolayı geçerli bir mazeret arıyordu.
Önündeki mezar bir çocuk mezarıydı galiba: Küçüktü.
Çocukluğunda karanlıktan çok korkardı. Ancak niçin korkardı, tam olarak hatırlayamadı: Sık sık gördüğü kâbuslar, evlerinin ıssız bir mahallede oluşu, arkadaşlarının anlattığı tuhaf hikâyeler… Veya bunlardan hiç biri değildi sebep. Babası onu geceleyin bakkala gönderdiğinde koşarak gider gelirdi. Durunca arkasından birisi boğazına sarılacakmış hissine kapılırdı.
Etrafı alacalandıran ay, bulutların arkasına gizlendi. Mezarlığın üzerine koyu bir karanlık çöktü. Şimdi kalbinin tıpırtılarını bile işitebiliyordu. Demiri tutan eli terden sırılsıklam olmuştu. Bu demir elindeyken kendini bir ölçüde güvende hissediyordu. Ya demiri toprağa çaktıktan sonra… O tinerci çocuklar burada olabilir miydi? Geri mi dönseydi? Sanki bacaklarına söz dinletemiyordu.
İlerdeki parıltı musluktu galiba. Nefesini tuttu. Adımlarını sıklaştırdı. El yordamıyla yerden bir taş buldu. Bir ses duyar gibi oldu. Aldırmadı.
Taşı demir çubuğun üzerine vurdu vurdu; sert toprağa iyice girdiğinden emin olduktan sonra taşı attı. Arkasını döndü. Ama hareket edemedi… Bir şey onu yakalamıştı… Evet, bir şey onu tutmuş; bırakmıyordu… Tinerciler miydi? Yaşlı adam mıydı? Neydi bu? Bir hamle, bir hamle daha yaptı… En sonunda kurtuldu… Ardına bakmadan uçarcasına koştu…
Ertesi gün üzerinde yazlık bir ceketle mezarlığa geldiğinde paltosundan kopan bir parçanın demir çubuğun ucunda toprağa çakılı olduğunu gördü. Telefonla Necmi’yi aradı. Necmi; bir yerde inşaat işi çıktığını, iki üç ay gelmeyeceğini söyledi, alaycı bir şekilde.
Nedendi; nasıldı; böyle dostluk olur muydu?
“Ulan, palto kazanalım derken kış ortasında elimizdeki paltodan da olduk” dedi. Demir çubuğa öfkeyle bir tekme savurdu. Ayağı acıdı.
Vakit öldürmek için yine kahvenin yolunu tuttu…
(NİSAN 2010)
1983, Kayseri-Develi doğumlu. Selçuk Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden 2005’te mezun oldu. Öyküleri Muhayyel, İtibar, Post Öykü, Aşkar, Temmuz, Hece Öykü, Mahalle Mektebi, Yumuşak G dergilerinde yayınlandı.Eserleri:Öykü: Gergin Bir Yay(2014), Sonrası(2015), Deliliğin Evrensel Tarihi(2019)Roman: Ölüm Kadar Güzel(2017)