Menu
KÜL YIĞINI VE BİR ADAM
Öykü • KÜL YIĞINI VE BİR ADAM

KÜL YIĞINI VE BİR ADAM



Her sabah işe giderken oradan geçer, bu adamı ancak üç beş çeşitten oluşan sebze ve meyve kasalarının etrafında dönüp dururken ve müşteri beklerken görürdü.

Bu yaşına rağmen ondaki azme hayranlıkla bakar, onun bu çabasının nicelerine örnek olması gerektiği konusunda fikrini bir kez daha pekiştirir, ona olan hayranlığı artar ve onun hayatını merak eder dururdu. Hatta içinden tam bir roman kahramanı, adı bilinmez namı duyulmaz nice örnek hayatlardan biri olduğunu düşünürdü.

Buradan geçerken adama bakar, her gün onunla konuşma isteği duyar, cesaret edemez, tekrar konuşamaya karar verir, bir gün sonra konuşmak üzere tehir eder, ertesi gün yine konuşmadan geçer giderdi.

Kış günlerinde domates kasalarını kırıp yakarak ısınmaya çalışırken görür üzülür, acır, bununla birlikte onun direncinden dolayı ona teveccüh gösterirdi.

“Merhaba” demek için yanına yaklaştığında adamın sessizliğinde kaybolup gitti. Sadece “hayır” cevabını aldığı “Siyah havuç var mı?” sorusunu sorabildi.

Bir başka gün sabah işe gitmek için aynı saatte oradan geçerken yüreğini cız ettiren düşüncelerin sarmaladığı zihninde fena fikirler dönüp durdu. Tezgâhın başında yoktu adam. Etrafına bakındı kimseyi göremedi. Belki bu gün uyanamamıştır, dedi kendi kendine.

Akşam dönüşte, gözleri uzaktan tezgâhın etrafını süzdü. Göremedi. Belki de hastalanmıştır, düşüncesiyle bir sonraki günü bekledi.

Ertesi gün, daha ertesi gün de beklediğini göremedi. Yoktu. Tezgâhının üzeri örtülü sahibini beklerken o yoktu. İçinden geçenlerin doğru olmaması için dua etti.

Birkaç gün sonrasıydı. Gözlerine inanamadı. Tekrar tekrar bakındı etrafına, gördüğü manzara korkunçtu. Her şey yerle yeksandı. Sadece geceden kalan küllere sıkılmış suyun ıslağıyla bütünleşmiş yangın sonrası manzara vardı ve nem kokuyordu. Adamı hatırladı, bu durumu görünce ne yapacağını düşündü. Belki de adam ölmüştü. Günlerdir ortalıkta görünmüyordu.

Ertesi sabah yine oraya geldiğinde adamı gördü. Adam gelmişti. İyice zayıflamıştı ya da ona öyle gelmişti. Adamı izledi bir süre.

Gözleri yan taraftaki üst üste yığılmış küller arasında simsiyah olmuş kasalara kaydı. Birkaç kasa satıp evinin ihtiyaçlarını karşılamak için soğuk demeden sıcak demeden, sabahın soğuğundan akşamın ayazına kadar orada bekleyen adamın elindeki sermayesi yok olup gitmiş, kasalarını gölgelemek, yağmurdan yaştan korumak için derme çatma gölgeliği yok olmuştu.

Adam dakikalarca yığının etrafında dönüp durdu. Sağına soluna bakmadan dönmeye devam etti. Artık onun için dünyada olup bitenlerin çok önemi yoktu. Az ötede akıp giden büyük caddeden habersizdi. Ya da insanların, arabaların, tramvayın, trenin geçip gitmesi önemli değildi. Kat kat göklere uzanan apartmanlar arasına sıkışmış küçücük yerde kendini hiçlikte kaybetmiş gibiydi. Şehri boydan boya bölen üst geçitlerle alt geçitlerle süslenmiş bu caddenin debdebesinden, şehrin şaşaasından, insanların çığırtılarından habersizdi sanki.

Yüzü iyice küçülmüş, gözlerindeki yılgınlık ferini yok etmiş, bir ölü gibi, bir felçli adam gibi öylesine bir noktaya bakıp duruyordu.

Düşüncelerindeki derinlik onu çıkmazlarda kaldığını, karanlık dehlizlerin bilinmez koridorlarında kaybolduğunu haykırıyordu.

Gerçek hayattan, yaşadığı gerçeklikten uzak kalmak, yaşadıklarının sadece bir hayalden ibaret olmasını veya kâbusla geçip gitmiş olmasını ne çok arzu ederdi.

Hayatını yakan, düşüncelerindeki karmaşayı karanlığa gömen o yangını unutamazdı. Bir daha yaşamak mı, Allah göstermesindi…

Zararsız bir insandı. Sessiz, kimseye bulaşmayan, az konuşan, gelene fazla konuşmadan, müşterinin istediği birkaç kilo domates, salatalık, ayva, armut tartıp, verilen parayı yine aynı sessizlik içinde alıp para üzeri verirken gözlerini karşısındaki müşteriye bakmaz, gizemini korurdu. Kısa boyuyla, ancak sığabileceği sacdan yapılmış birkaç metrelik kulübesine sığınır, yağmur, kar, soğuk demeden müşteri beklemeye devam ederdi. Sebze meyve kasalarının üzerine örttüğü battaniye ve örtüleri dikkatlice kaldırır, dürer, sacdan yapılmış kulübesine özenle koyarak akşam geç saatlerde eve döneceği zaman yeniden kullanmak üzere koyardı.

Ertesi gündü. Bugün konuşacak, ne olduğunu soracak ve merakını giderecekti. Biraz da erken çıktı evden. Yine üç yolun kesiştiği yerde olan tezgâha geldiğinde, yaşlı adamı derme çatma tezgâhını onarırken gördü. Sevindi. Adam gerçek hayata dönmüştü. Kısa biçilmiş tahta parçalarını titreyen elleriyle tutturmaya çalışıyordu. Yine kendi başına, yine sessiz, yine çevreye karşı umarsızdı.

Selam verdi. Günaydın, dedi. Hayırlı işler diledi. Adam sadece selam aldı, aleykümselâm, diye cevap verdi. Sonra sustu.

-Geçmiş olsun, ne olmuş? dedi.

Adam, sanki çok kelime bilmezmiş, kelimeleri kullanmada seçici ve cimri davranarak tasarruf yapan bir yazar gibiydi:

-Yakmışlar, dedi.

Adamın gözlerini bu kadar yakından hiç görmemişti. Kokutucuydu. Gözleri nerdeyse kaybolmuş, gözlerinin rengi solmuştu, bir sonbahar yaprağının cansızlığı, solmuşluğuydu gördüğü.

Üzüldü. Adama baktı kaldı. Ne diyeceğini bilemedi. Şaşaladı. Adamın davranışını anlamaya çalıştı. Kenardaki kül yığınları hâlâ duruyordu. Küller arasında kayboldu gitti. Soru soramadı. Durdu duramadı, yürüdü.

Adamın yaşlılığı, sessizliği, belki de kimsesizliği, kimliği, her şeyi kafasında düğümlenen çözümlenemeyen bir engel gibi büyümeye devam etti.

Her geçtiğinde adamı gözlemleyerek, müşteriye davranışına bakarak bir karara varma arzusu hep boşa çıktı.

Adam, tezgâhın başında eskisine göre biraz daha yıpranmış, biraz daha yılmış olarak durmaya devam etti. Kendi dünyasını sadece kendi yaşamaya, dışarıdan kimseyi oraya sokmamaya kararlı davranışıydı gördüğü…

Diğer Yazıları