Hiç kimseyi dinlemedi. Evet, belki başında ağlaşıyorlardı ama sırf aşinalıktan! Kimse de ömrü hayatınca memnun olmamıştı bu kokuşmuş tavırlarından, cümle hububatın alın teri ile üretilmiş oksijeni sömürdüğü her nefesini öfke ile kusmasından, aydınlığın içine karanlık bir şemsiye açıp kendini bu bir metrekarelik alanda kapatmasından... Şimdi ne bir söz, ne bir ağıt onu yolundan çeviremezdi. Kararını, katiline aşık olmuş bu Stockholm sendromlu ailesine, hususiyetle çocuklarına acı bir gerçeği acı bir biber yedirir gibi zorla da olsa kabul ettirmeye sonuna kadar niyetliydi.
Kişi başı birer çay bardağı gözyaşı döken çocuklarını ite kaka, elinde kazma kürek, evinin ortasına yürüdü. Ya Hak, dedi, vurdu babam vurdu sert zemine. Nihayet fayansı kırdı demir döver gibi bir güçle, kırılmış seramik parçalarının arasından toprak çıktı gün yüzüne. Bu defa aldı küreği, sapladı babam sapladı toprağa, hatta topuklarıyla da küreği derinlere itti, sonra halter kaldırır gibi tekrar kendine çekti, küreğin içine dolmuş tuzlu toprağı çukurun sağına doğru saçtı. Uzun bir uğraşı sonucunda boyu boyuna, huyu huyuna uygun bir mezar açabildi.
Şükür ki feryat figan ağlaşan, isyanlar eden çocukları şimdiye dek bir engel teşkil etmemişlerdi. Ancak iş kefenlenmeye gelince bir hengâme koptu salonda; hiç kimse de bu sahneye şahitlik etmek istemiyor, aksine yıllardır başı dumanlı bir dağ gibi dayandıkları, başında ak saçlarıyla koca cüsseli babalarının bembeyaz örtüler içinde bir mumya gibi sarmalanmasına razı olmuyorlardı. Onları ikna etmek kolay olmayacaktı, bu işi tek başına yapması da mümkün görünmüyordu. İyisi mi bu işi erbabına bırakmalıydı, bir koşu camiye gidip imamı buldu, yalvara yakara adamı ikna etti, biraz müsaade isteyip eve koştu. Birkaç dakika içinde kendini bembeyaz kefenlere dolamış, Azrail’i dahi beklemeden kendini mezara hazırlamıştı. Biraz sonra imam da gelmiş, tek parça halinde paketlenmiş bu kefendeki adamın öldüğüne kani olmuştu. İmamın hatırına az biraz durulan ev sakinleri, gerekli prosedürlerin yerini getirilişini yürek çığlıklarıyla seyrettiler. Sıra mezarın üstünü kapatmaya geldi, ahali, sırasıyla küreğin başına geçip sağdaki yığıntıdan küreğe doldurabildikleri kadar toprak doldurdu, ölünün üzerine savurdu. Evin kapıları, pencereleri kapalı olduğu halde çukura akan toprak yağmuru, sanki sadece mezarlıklara özgü bir esintiyle sağa sola saçılarak ölüyü örtmeye direniyordu. Bu böyle, mezar yerden şöyle bir büyük balon kadar yükselene değin sürdü. Mezarı kapatma işlemi bitince imam, mezar taşı var mı diye etrafına şöyle bir bakındı ancak mermer fiyatları da malumdu, kefenin de cebi yoktu, işi daha da uzatmamak için dualarını etti, telkinlerde bulundu, çevresindeki ağlamaktan kırışmış yüzlere alışkın olduğunu belirten bir sakinlikle evden çıktı, gitti.
Durulmuş bir fırtınayı akıllara getirir haldeki cenaze evi, öncekine nazaran biraz daha sessizdi. Fakat imamın evden gidişi ile yeniden ağıtlar, yeniden yas türküleri dilleri işgal etti. Burada dikkat çekici tek nokta, evin annesiydi. Kadın bir köşede oturmuş, elini yumruk yaparak alnına dayamış, ne düşündüğü belli olmayan bir halde hem gözyaşı döküyor, hem de endişesinin her bir kas lifinde titremeye sebep olduğu açıkça görülüyordu. Yine de bu karmaşada kadın, kimsenin nazar-ı dikkatini celbetmiyor, mezarın etrafında toplaşmış çocuklar, gerçi hepsi de koca koca gençlerdi, gönül kadehlerine hüzünlerini defalarca doldurup içmekle meşgul oluyorlardı.
Bir müddet sonra dağılıp başka köşelerde ağıt yakmaya devam ettiler. İçlerinden bir tanesi mezarın başında kaldı. Ağlamak istiyor ancak içi içine sığmıyor, ağlayacak kudreti kendinde bulamıyor, yalnızca bu anın gerçek olamayacağını, bu rüyadan uyanma isteğini hatırlayıp duruyordu. Bir ara mezarın üzerine kapanıp derin derin iç çekti. Ancak toprağa saplı ufacık çiçekleri görmesi ile ruh hali tamamen değişti; az önce dökülmüş bu topraktan nasıl olup da bir anda çıkıvermişti bu renkli küçük mahlukatlar? Kaldırım parkelerini delmiş bir avuç ot gibi, sokaklarda betonların arasında gözlere şenlik saksılar gibi gülümseyerek hem de? Aslında o an anlayabilirdi babasının gömülmeyi neden bu kadar istediğini; anlasaydı o çiçeklere birer damla su da bahşedebilirdi ama herkesin harcı değildi ya öyle derin düşünmek, bu manzarayı yalnızca izlemekle yetindi.
* * *
Defin işleminin üzerinden bilmem kaç gün geçmişti. Çocuklar, yani gençler evden birer birer ayrılmış, kendi hayatlarına devam etmek üzere köşe bucak dağılmışlardı. Salonda oturan anne ise hâlâ aynı vaziyette duruyor, günlerdir yerinden kıpırdamıyordu. Belki ayağa kalksa, mezara bir kez baksa o çiçeklerin nasıl da büyümeye çalıştığını görecekti, belki çiçeklere bir damla da su bahşedecekti ama yaşlı bir toprağın üzerinde rengarenk çiçeklerin yetişeceğine inanmak herkesin harcı değildi.
Günler birbiri sıra geçip giderken çiçeklerin ve dahi toprağın altında yatan adam, bir gün hortlayıp çiçekleri ne kadar büyütebildiğini görmek istedi. Yazık ki mezarından kalkar kalkmaz önce karısının endişe dolu bakışları ile karşılaştı, ardından bu bodur bitkilerin hiç de beklediği gibi büyümediğini görünce büyük hayal kırıklığına uğradı. Halbuki kanıyla, canıyla sulamıştı o bitkileri; nasıl olup da büyümemişlerdi? Ya toprak yaşlıydı, ya kendisinin kanı çekilmişti; başka açıklaması olamazdı. Karısına döndü baktı tekrar, kadın korkuyor gibi görünmüyor ancak endişesini mimikleriyle bağırıyor, kime ve neye güveneceğini bilemez halde kaldığını acınası bir şekilde ortaya koyuyordu. Aslında bir şeyler söylemek isterdi karısına; “Ben yabancı değilim”, “Ölüyüm”, “Benden sana ne zarar çıkar”, “Değiştim”, “Bak bodur da olsa çiçeklerim var, onları sana sunmaya geldim”... Ancak sözcüklerin her biri boğazında dizildi kaldı, ne de olsa bir ölüydü, mezarı, şartlı tahliyesinin bittiğini haber veriyor, kendisini çağırıyordu. Usulca mezarına döndü. Günler yine geçerken adam, merakını engelleyemedi, haftada iki üç kez mezarından çiçekleri görmek üzere çıktı ancak her defasında hem karısının endişe dolu bakışları ile karşılaştı hem de bodur bitkilerinin bir milim dahi uzamadığını hüzünle kabul etmek zorunda kaldı.
Bir gün yine mezarından kalkmıştı, ilginçti ki karısını salonda göremedi. Kapının ardından boğuk boğuk sesler duyuluyordu, kulak kabarttı, çocuklarının sesi vardı aralarında, sevindi onların varlığına. Yanlarında bir de yabancı olmalıydı, annelerini bir şeye ikna etmeye çalışıyorlardı. Biraz daha dinleyince meselenin ne olduğunu çözmesi, gelen yabancının da bir psikiyatrist olduğunu anlaması uzun sürmedi. Deminki sevincinin aksine çocuklarının yüzüne bakacak cesareti kendisinde bulamadı, tekrar mezarlığına gömüldü. Yalnızca doktorun şu sözleri kulağına çarptı; “İçerisinde mezar olan evlerde bunlarla hep karşılaşıyoruz.”
* * *
Babası gömüldüğü vakit mezarın başında kalan tek genç, annesi ve kardeşleri doktorla konuşurken salona girip babasını görmek istedi. Eğer gerçekten de konuşulanlar doğruysa belki babasıyla karşılaşabilirdi, bu ihtimalin umuduyla salonun kapısını araladı. Ancak yerden bir balon gibi yükselmiş toprak yığıntısı ile ümidi kırıldı, dudakları ağırlaştı, büküldü. Yine mezarın üzerine kapandı genç. Bodur çiçeklerle bir kez daha karşılaştı. Daha önce gördüğü çiçeklerin aynısıydı bunlar, ne biraz uzun ne biraz kısa, ne biraz daha görkemli ne biraz daha silik. “Ah”, dedi mezardaki ölüye doğru sitemlenerek, “...kimseyi korkutmadan kalkıp mutfağa bir bardak su alsaydın da şu çiçekleri sulasaydın ya, hem senin kanını, canını da sömürmezlerdi.” Babasının kendisini duyduğundan emin, konuşmaya devam etti; “Dikkat et, mezardan kalkıp tekrar mezara girerken yanlışlıkla ezme, köklerini koparma çiçeklerin, bu defa onlardan da olacaksın.”
Odadan çıkmadan evvel son bir kez mezara sarıldı, hem çiçeklerin hem de toprağın alnından öptü. Kapıdan çıkarken mezarın içinde ağlayan babasının hıçkırıklarını duymadı. Zira toprak, hem adamın hıçkırıklarını, hem de gözyaşlarını içine çekip saklamıştı. Bu tuzlu gözyaşları, bodur çiçeklerin köklerine doğru yürüdü. Bodur çiçekler, evin penceresinden dahi çıkarak göklere doğru büyümeye başladı.
20 Temmuz 2000, Pendik, İstanbul doğumlu. Çukurova Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinde öğrenci. Öyküleri Aşkar dergisinde yayınlanıyor ve 2017 yılında Sivas'ta düzenlenen Türkiye geneli öykü yarışmasında birinci oldu.