Menu
KIZIL UÇKUN*
Öykü • KIZIL UÇKUN*

KIZIL UÇKUN*

Kertiş’e

Çekip gitmek zamanı mı gelmiştir?
Köyün göğünde kara, kül rengi bulutlar vardı.
İnce, hafiften bir yağmur eleniyordu.
Birkaç hafta önce sapı patoza vermişler, buğdayı ambara kaldırmışlardı. Samanlar ahıra taşınmış yoğun bir zemheri için hazırlıklar sürdürülüyordu.
Adam, acı duyuyor, inliyordu. Öküzlerin zorlanmadan çektiği kara sabanı sıkıca tutuyor, sağa-sola sallıyor, iri bir taşa geldiğinde yukarı kaldırıyor ve tekrar nadasa bırakıldığı için sulandığından, nemli toprağa saplıyordu. Kasketini çıkarmış, keli parlıyor. Leylekler peşinde, topraktan taşan solucanları topluyor.
Adam, ürperti içindedir. Biraz soluklanmak için durduğu sırada alnındaki terleri siliyor, hemen tarlaların bittiği yerde başlayan ve dik eğimiyle bulutlara kadar uzanan dağlara bakıyor. Soldaki Ardıçlıburun’a, Savran’a ve Kürt Ali’nin Gölü’ne… O sırada doruklara korkunç bulutlar oturmuştur. Dumanlar aşağılara, köyün ardına kadar sokulmuş.
Çatışmadan arkaya ne kalmıştı? Yurtlarını en iyi şekilde savunmuşlar, o eşkıyalara ekmek dahi vermemişlerdi. Ve bir operasyon sonucu Aydazı’na kıstırdıkları çapulcu sürüsünden üç tanesini öldürmüşler, ülkenin bütünlüğü adına yapılması gerekenin en iyisini yerine getirmişlerdi.
Şimdi korku içindeydi.
Bölgelerine o ilk geldiklerinde onlar, geceleri masum, gariban köylülerin pencerelerine bir ağaç dayıyorlar ve ay ışığında içerileri gözetliyorlardı. Zavallı insanlar, tüm kapıları ve pencereleri sımsıkı kapatıyorlar, en arka odalarda uyuyorlardı. Ufak bir tıkırtı, gecenin zindan karanlığına uzanan fısıltılar, yamaçtaki çam ağacının altında parlayan ve sonra sönen gizemli sigara ateşi velhasıl her şey çocukları, kadınları korkutuyordu.
Şimdi bir durgunluk sonrasıydı. Eşkıya inine çekilmiş birkaç yıldır o köyün karlı dağlarına, yalçın kayalıklarına gelmiyordu. Ama ülkenin bir yerlerinde eylem halindeydiler.
Gez, göz ve arpacık. Kaleşin namlusundan ateş kopuyor. Kızıl kayanın alnında nokta şeklinde duran kartal pisliğini sadece o tam ortasından vurabiliyor. Kol başıdır. Deli Borandır.
Haki kıyafetleri ve görkemli arabalarıyla askerler geliyor. Mavi bereleri biraz güven veriyor onlara; saygıya karışık ürperti de.
Köylüyü bir meydana topladılar. Kumandan, içinde vatan, bayrak ve din olan bir konuşma yaptı. Düşman gerilla harekâtı yapıyordu. Onlara karşı milislerden oluşan birlikler gerekliydi. Zorlama yoktu ve gönüllülük önemliydi. Buna hiç kimse yanaşmadı. Camiden ezan yükseldi. Sürmeli imam öğle vaktini duyuruyordu.
Köylü, geceleri evleri basan, bebekleri dahi göz kırpmadan öldüren eşkıya ile hasım olmak istemiyordu. Bu askerin işiydi. Onlar çiftçilik yapıyorlar, yaba savuruyorlar ve mahsullerini aldıklarında vergilerini ödüyorlardı. Zamanında askerliklerini de yapmışlardı. Şimdi bu istek de nereden çıkmıştı!
O adam bir kenarda, arkın arkasındaki selvi söğüdünün altında çömelmiş, kasketi elinde onu buruşturuyor, sıkıyor. Hiç kimseden ses çıkmıyor. Kumandan onları cesaretlendirmek istiyor. Köylü korkuyor. Sonbahar rüzgârları gazelleri savuruyor. Karşı tarlada, firezlerin içinde bir erkek çocuğu koyunlarını gezdiriyor. Güzdür. Göçmen kuşlar gitmiştir. Dağların çehresine bir sevimsizlik sıvanmıştır. Meydanda bir sessizlik var. Dut ağacına bağlı bir katırın başı yem torbasındadır. Arada bir ayaklarını yere vuruyor; topraktan tok bir ses çıkıyor. Atlara özgü o sesi boşlukta geziniyor.
Kumandan hırslıdır. Şimdi yine pervasız, gür sesiyle konuşuyor. “Gerekirse onlarla tek başıma ben savaşırım; korkmayın.” diyor.
Adam düşüncelidir. Ark suyuna düşen bir sonbahar gazeli sürükleniyor.
“Ben bu işte varım .” diyor. Arkın üzerinden atlayıp kalabalığı yararak kumandanın yanına geliyor. “Ben gönüllüyüm ve bu bölgeyi, köyümü eşkıya çakallarına karşı ölümüne savunacağım.”
O anda yüreklerinde fırtınalar kopan, mütevekkil, imanlı Anadolu köylüsü gençler bir bir ayağa kalkıyor. Düğüm çözülmüştür.
Gün bir hayli ilerlemiştir. İkindi saatinin sonrasına kadar çalışmış yarım dönüm tarla sürmüştü.
Adam çok yoruldu. Öküzleri boyunduruktan kurtarıp suya saldı. Çifti-çubuğu satıp buralardan gitmeli miydi? Kendisi için değil korkusu, kadını ve çocukları içindi. Zamanında onlarla savaşmışlar, üç tanesini telef etmişlerdi. İki hatta üç yıl buralarda görülmemişlerdi. Ama şimdi birden bire bir yerlerden çıkmışlardı. Karanlık suratlı, katil bakışlı adamlar onu soruyor, onu kolluyorlardı. O dağda çatışmaya kimler katıldı. Sivil birliğin başkanı kimdi?
Akşamdır. Gece çökmüştür. Bir gaz lambası yanıyor. Ocakta hafif bir ateş sallana sallana alevlerini bacaya akıtıyor. Adam düşüncelidir. Dizlerini karnına çekmiş ılıyan çayını yudumluyor.
Günlerce radyodan şehit haberleri dinlemişti. Arkası bir türlü kesilmiyordu. Dağdan, tarladan her döndüğünde orta dalga Bayrak Radyosu’nu açar, dikkatle olanları dinlerdi. Hep ölüm haberleri duyuyordu. Gözü yaşlı, oğlunu öpmeye dahi kıyamayan annelerin iniltilerini; geride dul kalan gencecik kadınların “Vatan sağ olsun.” Dercesine kimseye duyurmadan içten içe hıçkırıklarını. Ama elinden hiçbir şey gelmiyordu. Dua ediyordu. Bu kendine yetmiyordu.
Sonunda bu bölgeye kadar gelmişti onlar. Adamın dağlarına çadır kurmuşlar, yaylaklarında rahatça geziyorlar, çobanları tehdit ediyor, muhtara haber salıyorlardı.
Bir sonbahar vaktiydi. Asker köylüye silah vermek, sivil birlikler kurmak için onlara gelmişti. Duyduğu ölüm haberlerinin etkisiyle ilk önce kendisi gönüllü olmuş, o kaleşi almış ve kamuflajı giymişti. Ondan güç alan diğerleri de gönüllü oldu. Savaşacaklar, en azından bu bölgeyi savunacaklar ve ülkeye buradan bir ölüm haberi duyurmayacaklardı.
Operasyonlar oldu. Tepelere, geçit noktalarına çukurlar kazıldı. Yıldızların altında sabahlara kadar nöbet tuttular. İki dağ arasındaki serin pınarın karşısında tüfek çattılar. Kararmış çaydanlıkta çaylarını demlediler. Sigara içip eşkıya hikâyeleri anlattılar. Haftalarca evlerinden uzak kaldılar. İşlerini, çocuklarına sevgilerini aksattılar.
Ve o büyük gün gelmişti. İstihbarat takıntısız çalışıyordu. Komandolar dağa şu günde sabaha karşı çıkacaklar. O mevkiinin güneyinde sivil birlikler de hazır bulunsunlar. Çakallar kıstırılmak üzeredir.
Kışın sona erdiği bir gündü. Karlar eriyordu. Dağların güneye bakan kısımlarında toprak açığa çıkmıştı. Kuzey kesimlerde ve çukurlarda kar kütleleri sıra sıra yatıyordu. Beyaz kara kırmızı kan az sonra düşecekti.
Olanlar oldu. Silahlar bir anda patladı. Eşkıya çetesi kıstırılmış, farklı yönlerden kurşunlar saçılıyordu. Onlar, direniyorlar ama neden yaptıklarının bilincinde olamıyorlardı. Gurur meselesi yapmışlardı. Teslim olmaya yanaşmıyorlardı. Sonunda üç eşkıya öldürülmüştü. Gün batıyordu. Ufukta kızıl bir renkler görüntüsü vardı.
Adam düşüncelidir. Kimsenin bu civarda daha önce görmediği gizemli kişiler onu soruyorlar. Yoksa bir intikamın peşi sıra mı gelmişlerdi?
Nahiye karakoluna gittiler. Komutan, astsubay ilgisiz davrandı. Yine de dağa bir birlikle çıktı. O adam “Şuradan gittiler, dere boyu hızlıca ilerlersek, yollarını keseriz” dedi. Komutan korktu, askerlerini toplayıp karakoluna döndü. Durumu valiye, alay komutanına duyurdular.
Albay duydukları karşısında köpürdü. Astsubaya ana avrat dümdüz gitti. Adama sakin olmasını, yanında olduklarını söyledi.
Tepelerde gizemli adamlar hâlâ geziyorlar. Ona ve köyün diğerlerine korku salıyorlar.
Bu iş kökten temizlenmeliydi. Bataklık kurutulmalıydı. Asker geldi. Ortak bir operasyon düzenlendi. Üç eşkıya o gün öldürüldü. Ama onların arkası bataklıktan yine çıkıp geldiler. O adam, köylü sanki hedef gösterilmişti. Yoksa ajanslar onun da mı şehit oldu haberini geçeceklerdi.
Ocakta ateş sönmek üzereydi. Adam tedirgin bir uykuya daldı.
19.09.2006
[email protected]
*Dağlarımda, bir uçurumun adı.

Diğer Yazıları