Menu
KAVUN TARLASI
Öykü • KAVUN TARLASI

KAVUN TARLASI


 

Yaşı öndörttü. Delikanlıydı. Kanı da deliydi, düşünceleri, hayalleri, duyguları, iç âlemi…

 

Babasızdı. Küçük yaşta kalmıştı yetim. Bir de yoksulluk diz boyu. Babasından da dişe dokunur bir şey kalmamıştı. Annesinin pancar tarlasındaki ırgatlığından gelen üç beş kuruştu bütün geçimlerini sağlayan.

Kimsesizliğinin, sahipsizliğinin acısıydı onu kavuran. Ama gençti işte. Hayalleri vardı. Sevgi doluydu. Severdi, sevilirdi, sözünün dinlendiğini düşünürdü. Belki de kocaman dünyada yapayalnız kalmışlığını bu duygularıyla gideriyordu.

Gizliden gizliye tutulmuştu işte. Duyulsa maazallah herkese rezil olacağını düşündüğü için içi yanardı. Tutulmuştu. Âşık olduğunu düşünüyordu. Türk filmlerindeki aşk hikâyelerinin kahramanı olarak düşünürdü kendini. Fakir bir gençti ama gururluydu. Fakirlikti onu yıkan, kırılgan yapan, duygularını şiir tadında, kadife yumuşaklığında pembe gözlüklerle yansıtan.

Yoktu, yokluktu. Varsın olsundu. Onun duyguları vardı. Titreyen kalbi, daralan göğsü, çarpan nabzı vardı. Yeterdi.

Yazın kışı vardı. Kışın soğuğu, karı, ayazı, fırtınası, karanlığı, zulmeti vardı. Bir de cırcır böceği örneği, küçükken okuduğu canlılıktaydı zihninde. Saz çalarak yaz geçirilirse kışın karıncayı hatırlamak vardı. Bunun içindi annesinin yalvarmaları. Oğlum git, işten geri kalma. Üç beş kuruş kazanırsın. Okul harçlığın var, kitap var, kalem var, ayakkabı, ceket…

Mahallede en iyi futbolu o oynardı. Mahalle takımının değişmez kaptanıydı. Onun istekleri emirdi oynayanlar için. Takımı o kurar, o ayarlar, o yönetirdi. Gençler arasında önemli bir mevkie sahipti.

Kavun mevsimiydi. Her gün bir kamyon kavun yüklemek onu için yeterliydi. Ama kamyoncular beğenecek mi düşüncesi onu korkutuyor, utandırıyordu. Cılızdı, ufak tefek yapısı görenleri yanıltıyordu.

Korka çekine mahallelinin toplanma yerine gitti. Sabahın erken saatinde herkes buradaydı. Kamyon bekleniyordu. Kamyon gelecek, içlerinden bazılarını seçecek, seçilmeyenler başka kamyonları bekleyecek, bekleyecek hatta gidemeyecek ve geri dönecekti.

Bu gün kamyon sayısı fazlaydı. İlk kamyon çoktan gitmişti. İki kamyonluk ırgat kalmıştı. Bu gün herkese iş vardı sanki. Bu beklentiler diğerlerini rahatlatırken onu bitiriyordu.

İşte yine oradaydı. Görmüştü. Ne yaptığını bile düşünemeden kalbi pırpır etmeye başlamıştı. Yüreği duracak gibi oluyordu. Sadece bakıyordu. Utangaç bir şekilde gözlerini kaçırıyor, kimsenin görmediğinden emin olunca tekrar kaçamak bakışlarla süzüyordu.

Onu kahreden onun yanında “Sen cılızsın işimize yaramazsın.” demeleriydi. Onu yalnızlık içinde korkutan düşünce buydu. O zaman ne yapardı? Nasıl yüzüne bakardı?

Kocaman ablaydı. Herkes ona “abla” derdi. Tabi o da “abla” derdi. Ama âşıktı işte. Onun için ulaşılmazdı. O da kendini severdi; küçük minyon yapısını, yetimliğini, fakirliğini ve sevimliliğini… Ona karşı ilgisiz kalmazdı. Komşuydu. Komşuluğun gereğini yapıyordu.

Derken Ford kamyon kendine özgü egzoz sesiyle mahallelinin toplandığı caminin önünde durdu. O zamanda Ford kamyonu olanların ayrıcalığıydı sürücüdeki afra tafra.

Kamyonda bir de tanımadıkları adam vardı. Patrondu herhalde. Bazen patronlar da gelirdi.

Derken bir kamyon daha geldi. Artık bekleyenlerin bu gün işsiz kalma korkuları yok oldu. Şoför aşağı indi, eliyle sen, sen, sen diyerek adam seçti çalıştırmak için.

Bu arada pratik olduğu için herkesten önce kamyona tırmandı. Belki de bir kaçıştı bu cılızlıktan, yoksulluktan, yetimlikten, aşağılanmaktan, itilmekten…

Şoför gök gürültüsünü andırır şekilde bağırdı:

-Sen in oğlum aşağı!

Bu sesin kendine olduğunu anlamasıyla iç çöküntü yaşaması bir oldu. Sesin sahibine bile bakmadan kamyondan aşağı indi. Hiç kimsenin yüzüne bakmadan koşarak oradan uzaklaştı. Koşuyordu ve ağlıyordu. Ağlıyor ve koşuyordu. Nasıl bakacaktı ki, Meryem abla oradaydı ve onun yanında gururu iki paralık olmuştu. Koşarken de kendini arabadan indirdiği için diğerlerinin de ineceği düşüncesinin safdilliği ile evlerinin yolunu tuttu. Bu olmazdı. Olamazdı. Herkesin nesineydi sanki. İş bulmuşlardı, bir kaç liralık yevmiyelerini alacaklardı. Komşuydu, iyi top oynardı, yetimdi, herkes severdi, ama işi bırakmalarını gerektirmezdi…

Birkaç kez arkasından gelen var mı, diye kaçamak bakışları da sonuç getirmemişti. Oyun sahasında arkadaşlarına liderdi. Şimdi kimse yoktu arkasından gelen. Yıkılmıştı. Bitmişti, tükenmişti. Bundan sonra mahalle maçlarına da çıkmayacaktı. Hatta sahaya hiç gitmeyecekti.

Gelecekler, yalvaracaklar, ısrar edecekler ama o hiç cevap vermeyecekti. Belki çocukların da çok sevdiği “Meryem Abla” gelecek, kendini ikna etmek için saatlerce konuşacak, onun yanında gözlerin içinde kaybolacak, kelebekler kadar zarif kanat çırpışıyla beyaz bulutlar üstünde ya da ötesinde gezinecek, hayatının en anlamlı, en mutlu, en pürüzsüz zamanını geçirecekti. İşte burada cevabının ne olacağını kestiremeyecek Meryem ablasının kalkmaması, gitmemesi için dinleme isteğini sınırsızca ortaya koyacaktı. Sonuç cümlesini söyleyemeyecek, Meryem ablasının “tamam işte gidip oynayacaksın” demesiyle mesele kapanacaktı.

Evlerine girmiş, balkondaki kırık dökük tahta iskemleye oturmuş gözlerinden süzülen birkaç damlayı silerken kafasındaki birçok düşünceyi de onunla birlikte söküp atıyor, arkadaşlığın sınırlarını sorguluyordu.

Bu aslında küçük bir sorundu. Yaşamını zehir etmesine izin vermemeliydi. Hayat küçük şeylerle uğraşmaya değmeyecek kadar kısa olduğunu anlaması çok zor değildi. Bunun için daha rahat olmalıydı. Üzüntülerini önemli bir bölümünü yok edecek şeyin, olaylar karşısında sakin, dikkatli ve hoşgörülü olabilmesiydi.

Aynı durumda kendisi olsa; orada bulunan herkese, arkadaşlarına: “Hadi inin aşağı! Hiç kimse gitmeyecek. Arkadaşımızı götürmezse biz de gitmiyoruz, diyecek inmezlerse onlarla futbol oynamamak, onları takıma almamak gibi tehditkâr cümleleri peş peşe sıralayacaktı…

Daha bu hayali düşüncelerinden kurtulmadan kapının vuruluşu onun ümitlerini yeniden yeşertti. Kapıyı açtı beklentilerine kapı aralarcasına. Kapıda gördüğü Meryem ablaydı. Bir anda dondu kaldı. Dili tutuldu da lal oldu. Sadece gözlerindeki parıltılar yayıldı Meryem ablanın yüzüne. Baktı sadece. Meryem abla konuşuyordu. Ama o duymuyordu sadece hayran hayran bakıyordu. Dağına göre kar olurdu. Gönül dağıydı bu zirvesine ulaşılmazdı.

Meryem ablayı görünce sıkılganlığı artar, çekingen davranışlarıyla bocalardı. Cümle kurmakta bile zorlanır, duygusallaşır, durgunlaşırdı. İşte yine onu yaşıyordu. Bildiklerini, düşündüklerini söylemeye cesaret edemedi. Belki de bunun temelinde babasının ölümle ayrılırken onun yalnızlığını hissetmesi vardı.

Hayal meyal Meryem ablanın söyledikleri kulağına çalınıyordu. “Bak arkadaşlarının hepsi senin için burada. Sen gelmeyince onlar da gitmediler. Bak hepsi buradalar.”

Başını kapıdan dışarıya uzattığında kamyonun üzerinde hepsi Hadiii! diye bağırıyor, el sallıyorlardı.

Ne diyeceğini bilemedi. Hayır diyemezdi. Arkadaşları onu bekliyordu kamyonda. “Sen gitmezsen biz de gitmeyiz.” diyorlardı.

Aslında içinde volkan kaynıyordu heyecandan, sevinçten. Kendini “çok önemli” olduğunu anlaması onun kaybettiği güveninin yeniden kazandırmıştı. Ömür boyu unutamayacağı bir gündü. Terkedilmişlik duygusu silindi zihninden. Yalnızlık, yoksulluk, yetimlik hepsi toz olup gitti düşüncelerinden. Vardı, yaşıyordu, kâle alınıyordu, insandı, seviyordu, seviliyordu…

Diğer Yazıları