Görmediği zaman bir açlık, hasret hissi; neye susadığını bilmeden. Birikmiş taş(ın)mış duygular hissediyor sadece, ama içi eriyor.
Yüzü binlerce mum ışığıyla sarışmış yanıyor. Bir bayram günü şehrayiniyle parlayan saçları kulak arkasında, bir gitar keman ya da akordiyonun sesini işitmek ister gibi. (Müziği o duymadıysa kendi işitiyor. Enstrümanı kestiremedi, önemli değil, kalbinin parmakları maharetle geziniyor.) Kirpiklerinin üstüne karlar düşmüş. Saçlarına yıldızlı kelebekler gelişigüzel konmuş. Bir güzellik girizgâhının, saadet neşideleriyle yüklü uğurlu mevsimlerin peşine düşüp, uçuvereceklermiş gibi duruyor.
Bilmeden bir başka hayatı, beldeyi özlüyor. Üzüldüğünde, büyüme basınçlarını hissettiğinde gönlü onu arıyor. Annesi bağırıyor:
“Sesin çıkmıyor, gene ne yapıyorsun?”
Parayla küfrettirirlerdi. Önceki zamanlarda abisiyle beraber, bir erkek ordusuyla sokağa dalar, mütecaviz frensiz, bir şeyleri aşıp basıp gelmiş söz yığınlarının içine, kendi cılız sövmelerini de katardı.
“Tatlım, bir kerecik sövüver.”
Hâl ve tavırlarını ölçer tartar, bir “yanlışlık” çıkmasın diye (çünkü meselâ Zihni Amca, yanına çağırıp, “Kız kapı aralığından mel mel yüzüme bakma, gel elime tükür dediğinde; ağzınızı doldurup sakın ha tükürmeyecektiniz, bu gel elimi öp demekti); gözlerinin içine baktıktan sonra, inandıysa hoşuna gittiyse, kuruşuna lirasına bakmadan nazlanmadan kalayı basardı. Sonra doğru “Bakkal Amca’ya…
Babasının müdahalesine karşılık adamlar güler geçerdi. Bazen da canı sıkkın olduğunda, abisinin arkadaşlarına… “vs vesaire”…
“Ya anne! Beni rezil ediyor, elimden bir kaza çıkacak, şu kızını çek al”.
“Anne! pazarda kıvaratlı damat satılır mı? Dedem bana bi tane alsın”.(Babası kızıp dururdu, ondan kesinlikle ümit yoktu. Gene de akşamları dizlerine oturup, çikolatasını yerken Nedime’yi, Nusret’i biir bir şikâyet ediyordu)
“Kızım onlar damat değil, garson…Sus bakim, çok ayıp sus!”
Ne ayıplı bir dünyaydı bu canım.
Son sürat koşup, güm güm vurduğunda annesi kapıyı biraz geç açsa; yetiştirebilecekken bacaklarını açıp, inadına yere göllüyor. Azar, kulak bükme kâr etmiyor.
Böyle bir kızdı işte. Gerçi çok şükür, o devirler geçmişti.
Nedime kızının yüzüne baktı. Başkalarınınki gibi hanım hanımcık, akıllı uslu, söz dinler bir kız değildi. Neye kime çektiğini bilemiyor.
Yarın ne olacak? Tutuşmuş, önleyemediği bir şefkatle içi sızladı.
Arzu’nun dediğine göre hiç parası eksilmemiş. Yalnız eşyaları karıştırılmış.
Sesi mütereddit, Nedime’yle konuştuktan sonra, dönerek:
“Ben gidiyorum, Allah’a ısmarladık Ayşe!” diyor. Kafasına koymuş bir kere, belli gidecek.
Kibar kız… Ev sahiplikleri, zahmetlerine katlandıkları için teşekkür ediyor Nedime Teyze’sine(annesine).Yeni açılan yurtta arkadaşlarıyla kalması iyi olacakmış, zaten şunun şurasında okulun bitmesine ne kadar kalmışmış.
Annesi mahcup, tutuk, insicamsız cümleler sarf ediyor.
Başı daima yıkık mı gezecek? Anne ben…
Nedime ikisinin de yüzüne bakmıyor. Hem kaygılı, hem rahatlamış, gene de:
“İyiydik, neden gidiyorsun sanki?” diyor.
Sebebi biliyorlar. Hiç değinilmemesi, bir cürümü âdeta affedilmezleştiriyor, gölgeli bir gelecek tehdidini, içte tutulmuş ithamların, kuşkuların ağırlığını da ekleyip büyütüyor.
Taş gibi bir şey içine çakıldı. Belki Arzu’dan isteseydi, verecekti.
Ancak konuşamayıp susuyor.
…
Arzu bu defa yatağının altına koymuş, şilteyi kaldırıyor. Bir seferinde de okul kitaplarının içine saklamıştı. Gülünç, bizden kaçmaz. Niye titizlendiğini de bilemiyor.
Telâşla karıştırırken; -sonradan ortadan kaldırılan- Arzu’nun pek sevdiği “Çirkin Kral” dediğine benzer bir delikanlı resmi görmüştü. Öyle kat kat eşya arasına koymuştu ki, hemen bulamamıştı. Acaba Arzu’nun “kıvaratlısı” mıydı?
Hiç biri umuru değil, aradığı tek…
Defalarca valizi, dolabı deşilmiş gibi… Bazen izler örtülmeye çalışılsa da giysilerin acemice katlanışından, defter kitapların özen gösterilse de rastgele yığılmasından belli oluyor.
Tedirginliği artıyor. Kızın sırıtışı şüpheli, hep gözetler kollar gibi. Dışarıya artık tedirgin çıkıyor. Okulda aklı, eve takılı kalıyor. Üstelik müzevir de. Çocuk bu, ne yapacağı, belli olmaz.
Annesi korkarak işkilli:
“Bir şeyin ça.. yani alınmış mı?”
Kelimeyi telâffuz etmeyecek, asla anmayacak, düşüncelere bile yakıştırmayacak.
Arzu: “Hayır!” diyor. Eksik olan “ufak şeyi” söylemeye çekiniyor. Hatırlayamadığı bir gün parası kaybolmuştu ama sonradan ortaya çıktı.
Fakat mahremiyetinin didiklenmesi karşısında tadı kaçık, huzursuz. Yarın tekrarlanmayacağı veya hakikaten eşyasının çalınmayacağı ne malûm.
Kasabadaki muallimin nazlı kızının; ailesiyle telefonlaşmaları, mektuplaşmaları çoğalıyor.
Sonra Nedime’nin günah işleyenler, emanete hıyanet edenlerle ilgili konuşmaları… Babaya hiç duyurmadılar, yoksa kızı keser. Arzu, babanın akrabası.
İçinde bir Cehennem ateşi gittikçe ısınıyor.
Evde bir şey kaybolduğunda hep ondan hesap sormalar, kuşkular, şartlı sevgi bakışı, abisinin itiş kakışı…
Kendini küfür gibi hissediyor ve artık paralı-parasız hiç sövemiyor.
…
Geldiği günü hatırlıyor. Uzaktan akrabalarıymış. Babasının sevecenliği, eş dost merakı… Yüksek Okulu burada okuyacakmış.
Etekleri kısa. Bazen İspanyol paçalı pantolon giyiyor. Hareketleri serbest. İri sallantılı küpeler, apartman The coca paste which contains approximately 70% buy-detox.com , is put through another chemical process with hydrochloric acid creating a hydrochloric salt or buy-detox.comhydrochloride which is soluble in water. topuklar. Saklı gizli sigara bile içiyor.
Gözlerini kocaman kocaman açmış, değer biçmeye çalışarak, genç kızı süzmüştü. Iıh! Yakın çevrelerinde onun gibisi yok.
Nedime, evin yeni sakinine olan ilgisini gülerek seyrediyor.
Ona önce vitrinin en üst köşesindeki fotoğraf albümünü uzatıyorlar. Resimler üzerinden, bağlar, soğumuş alâka tekrar tazeleniyor, sohbet canlanıyor; Arzu elinde kahve fincanı ferahlamış, divana sağlamca yerleşiyor…
“Yeter artık! Ablanı rahatsız etme bakim. Hadi odana!”
Misafir kız da, denk gelirse, keyfince bazı eşyalarını ve.. “tebrik koleksiyonunu” gösteriyor.
Kokusunu mutlaka alıyor. Oyun oynasa, gezmelerden annesiyle dönse, babacığının dergilerini gazetelerini karıştırsa, caddelerdeki kartpostal gibi kadınlara kopkoyu bir merakla uzun uzadıya imrenerek baksa, gündüz sinemaları, perdedeki “Ayşeciklerin” indiği ıslak mendiller onu sarıp sarmalasa.. aniden tırmanmaya başlayan, kuvvetli bir ateşle, iştiyakla onu hatırlıyor.
Son sürat eve koşuyor; sabırsızlıkla annesinin mutfakta iş yapmasını, komşuyla çene çalmasını gözlüyor.
Ve gidip eliyle koymuş gibi, gizlendiği yerden mutlaka bulup çıkarıyor. Birkaç keresinde odayı kilitlemişlerdi.
Fakat Arzu dalgın, düşünceli, arada durup dururken sebepsiz ağlıyor, her şeyi unutuveriyor. Neticede anahtarlar da kaybolmak bulunmak ve değiştirmek içindir değil mi?
Manzara, şehir resimlerinin olduğu, çiçekli kartlar atılıyor dostluk kokulu bayram seyranlarda; hayatın muhabbetli sayfalarında.
Rıza Bey’in tebriklerinde; binlerce gözün üzerlerine yıkıldığı, kısa hülyaların satıldığı; semada kaybolmuş minarelerin, teni okşayan ulu denizlerin; önünde yolların açıldığı, hoplanacak dağ zirvelerinin olduğu uçsuz bucaksız yerler var, ama aksi gibi de hiç “bebeklisi” yok.
Arzu’nunkiler başka. Bebeğin geldiği ülkeyi merak ediyor.
Valizi açıyor; sakallı bıyıklı kimi silahlı, kimi gitarlı uzun saçlı, parlak giysili, çeşit çeşit, “kıvaratı” bile olmayan birtakım çirkin, kılıksız adamların destelendiği resimleri; kızın bazı özel giysilerini, yerinde duramayarak deşiyor itiyor.
Bir servete, doyumsuz bir mutluluk vaadine konacakmış gibi, daha iyi görmek için gözlerini kırpıştırmaksızın, sabit nazarlarla dikiyor, kartpostal(ın) içine giriyor.
Üzerinde simler, tek başına gelin oluyor.
Kar taneleri dilekçeler, kanatlanan ak mektuplar, sulhun kuşları, muhabbetname taşıyan kumrular gibi uçuşarak, elele tutuşarak Ayşe’ye doğru geliyor.
Bir başka iklimde kalmış gibi üşümüş, yanmış, kararmış... Sarışın bebeğin gözleri yaşarıp, ona çiçeklerle örülmüş, deliklerinde bahar yellerinin estiği dantel bir elbise gösteriyor. Birbirini anlıyorlar.
Annesi sobaya bir kürek daha atıyor. Yardım olsun diye, kıymalı gözlemeleri Arzu servis yapıyor. Kış günü fakir fukaraya acıyıp, çaylarını hazla yudumluyorlar.
Babası dikkatle ajans dinlerken, oda adamakıllı sıcaklaştı. Rıza Bey dışarıdan gelmiş, sıcak seviyor.
Abisiyle kaldığı odada da soba var.
İs kokusu bulaşmasın, kirlenmesin diye, havadar bir yere pencere kenarına götürüyor “güzel emaneti”. Yüzünü saçlarını okşuyor. Yazık ki ayrılık zamanı!
Sonra yalınayak, parmaklarının ucuna basarak, koynunda sarışın bebek; kalbinde akşam güneşinin huzmeleri Arzu’nun odasına doğru yollanıyor.
“Kartpostaldan bir günde…”