Menu
BİR SABAH
Öykü • BİR SABAH

BİR SABAH

Her zamanki gibi sıradan bir sabah işte. Kirli beyaz tavan, yarı kapanık perde, yarıya kadar toplanmış çarşaf. Oraya buraya fırlatılmış çoraplar, pijamalar...
Bir çok ev gibi; bir çok oda gibi. Banyoda ipin üzerinde yarı beline doğru kaykılarak sallanan ıslak bir havlu. Mavi beyaz çizgili. Eskiden yol yol denen türden.
Çocuklar uykularında. Sabah sabah niye kalksınlar ki? Okul mu? Aylardan şubat, günlerden çarşamba olduğunu söylesek, yarı yıl tatilinde olduğumuzu açıklamaya yeter bir cevap olur mu size? Efendim? Ha evet doğru. Sormamıştınız. Tatilde olduğumuz açıklamasını ben kendiliğimden yaptım. Ne lüzumu varsa...
Zaten evde üstüme gelmelerinin en önemli sebebi budur: Lüzumsuz yere yaptığım açıklamalar. Fazla konuşuyormuşum.
Niye geçen yaz yaptığımız tarihi medrese ziyaretinde ebru sanatçısına “geçmiş tarihlerde ben de kursa gitmiştim efendim.” demişim. Niye yüncüden yün beğenirken “eflatun tonlarını çok severim” demişim. Sormuşlar mıydı? Hayır sormamışlardı. Ama eflatunu beğendiğimi başka türlü nasıl anlatabilirim ki?
Her şeyi sorulara göre mi ayarlayacağız?
O zaman hayatın yaşanılası olması gereken kısımları bölük pörçük olmaz mı?
İlla da soru-cevap şeklinde mi yaşayacağız?
Sormadan niye konuşuyorsun? Muşum daha doğrusu. Konuşacağım işte. Konuşacağım!
Her zamanki sabahlardan birisi dedik. Yarıya kadar açık perde. Salonun perdesi. Kendimi bildim bileli söylüyorum desem olmaz. Yalana kaçar. Yirmi küsur yıldır söylüyorum ki, perde böyle açılmaz. Güneşlik çekilir efendim. Tülünü, perdesini, güneşliğini hepsini bir tarafa, biçimsiz bir şekilde yığmak olmaz. Simetri denen bir şey var değil mi? Simetri.
Kar seyretmiş olmalı evin bıyıklısı. Küresel ısınma, kuraklık, eriyen buzullar teranesiyle koparılan yaygaradan sonra “ben bilirim yapacağımı” ağır başlılığıyla hırıl hırıl yağmakta olan karı... Niye şaştınız? Elbette hırıl hırıl. Sanki sesini öyle duyuyorum. Ağır uslu, eski zaman gelini utangaçlığıyla, mütemadiyen iniyorsa gökten kar denen beyaz şey, hırıl hırıl iniyordur mutlaka.
Yağmur şakır şakır yağar da kar niye hırıl hırıl yağmasın? Şimşek çatır çatır çakar da kar niye hırıl hırıl gelmesin?
Kedi mırıl mırıl, gömlek tiril tiril, bardak pırıl pırıl, dere şırıl şırıl, rüzgârgülü fırıl fırıl. Yani öyle öğretilmedi mi bize? Kediye mırıl mırıl denir de niye nırıl nırıl denmez? Kedi alfabesini bilen var mı? Kedi türküsünü söyleyen? O halde kar da hırıl hırıl. İtiraz yok.
Mutfak bildik haliyle. Akşamdan kalan kuruyemiş kapları. Yamuk yumuk. Üst üste yığılı. Meyve tabakları. Artıkları üzerinde kurumuş meyve bıçakları. Kireçten dolayı katmer katmer izler taşıyan boşalmış sürahi. Tezgahın üzerinde karman çorman arz-ı endam eylemekte. Her zamanki gibi.
Kuruyemişi çitlemeyi bilirler, sürahiyi boşaltmayı da becerirler de, doldurmayı, yeniden masa üzerine bırakmayı akıl edemezler. Temiz bir bardağı yanına yoldaş eylemeyi ise hiç! Birbirlerini beklerler ki içlerinden suya uzanan olsun da “bir bardak da bana ver” sözünü ardına yapıştırmanın fırsatı çıksın.
Demliği bildik hareketlerle doldur. Bildik tıkırtılarla ocağı ateşle. Alışıldık tıngırtılarla ocağın üzerine yerleştir. Masanın üzerindeki siniye akşamdan dışarıda unutulan peyniri, zeytini, pekmezi, reçeli diz. Halli, ince bellileri bir tarafa sırala. Bildik şıkırtılarla kaşıklarını koy. Şekeri kâsesiyle koyarken, bitmiş olduğunu hatırla. İçinden “akşama yenisini almalı”yı geçir dün olduğu gibi. Birkaç küçük tabağı sırala orta yere. Çatalları diz etrafına. Su kaynayana kadar bir koşu ekmeğe git gel.
Evdekilerin uykulu hallerini göz önüne alarak, ekmek almak görevinin üzerine çakılı olduğu yaftayı boynunun görünmez tarafına çivile. Nasrettin Hoca misali, ev horantasının uykusuz, dipdiri durumlarını da biliriz ya.
Ufak pırpırlarla, mavi-kızıl alevlerle sinyal veren tüpün bitme hallerine munis bir tavır çiz. Şofbendekini, ağrıyan beline inat, dizlerine vererek al getir. Kütürtüyle mutfağa yerleştir. Bu hareket aslında, “evdekileri kapıyı tıktıklamadan nasıl uyandırabilirim”in bir başka çeşidi.
Kar bileklere kadar çıkmakta. İyi ki şu eski botlar ayağımda. Yoksa henüz fazla kimsenin geçmediği bahçeden bata çıka başka türlü yürünmez. Hani ekmek büfesinin kestirme yolu burasıdır ya. İşte o yüzden bahçeyi arşınlamak durumundasınız.
Anahtarı unutmadığın için kendini şanslı say; elinle kabanın cebini üstten yoklarken. Bir elinde ekmek poşetini taşı; diğer elin rodeodaki deli atını kontrol altında tutmaya çalışan ringonunki gibi havada kavisler çizsin, dengeyi sağlamak adına.
Üstüne kurum yağmış karları çiğnemeye kıyıp, apartman kapısına ulaştığında, evdekiler uykunun bilmem kaçıncısını alırken, alt kattaki üç kız ile babanın kardanadam yapmaya çalıştıklarını görerek gülümse. Büfe yolu bu kadar uzak mıydı diye kendi kendine hayret et. Ya da büfeci ile fazla mı konuştum’un kritiğini yap. Kardanadamın gövdesi bitmiş bile. Orta halli üst kısmını yerleştirmenin telaşı içinde dört kişilik kadro.
Kardanadamlar niye tek ya da iki bölüm halinde yapılır ki? Niye illa da havuçtan burun takılır. Pırasa olmaz mı pırasa? Ya da ıspanak? Boynuna atkı, başına bere. Eline süpürge. Niye ağzı tek çizgi halinde? Gülmez mi kardan ağızlar? İlla da kardanadam niye? Kardankadın, kardançocuk, kardandede niye konulmamış ezelden bu yana? Niye süpürge? Temizlik işçisi mi olması öngörülmüş bu ağızsız dilsize. Elde sadece süpürge mi tutulur? Kalem, sigara, çakmak, kadeh, tespih, kumanda, silah, ütü.... sürüyle nesne işte. Elde tutulmaz da nerede tutulur bunlar? Niye kravat, fular değil de atkı? Niye kömür göz çukurlarına? Birer mavi boncuk olmaz mı? Nazarlık gibi. Işıl ışıl.
Kızlar çığlık çığlığa. Baba da kalın sesiyle onlardan kalır değil. Keyifler tıkırında. Tabular yıkılıyor mu ne? Bildik şeyler değil aslında. Hiç kız kısmı ile babalar bir arada oynar mı? Bir iki seneye kadar anneleri de bu manzaraya dahil olmuş görmek arzusuyla, apartman kapısını ayağınla itekleyerek içeri gir.
Kimsenin kalktığına ilişkin bir emare yok. Demlik, “Adana çiftetellisi” işitmiş gibi göbek atmakta. Çay otuyla buluşup bir iki daha kırıtmayla demlenme aşamasına girmesi üç beş dakikanın içinde gerçekleşen durumlar.
Mutfak soğuk. Mutfakta yemek de soğuk. Kahvaltı da soğuk. Odalar ısıtır insanı. Daha bir der top olur insan. Daha bir kuşatıcıdır. Mutfakta çay yudumlamak başka bir evde karın doyurmaya benzer. Mutfak pişirmek içindir, yemek için değil. Niye millet Amerikanvari bir tarafı mutfak, bir tarafı oda olan yerlere heves eder ki? Üzerine kızartma kokusu, soğan kokusu sinmez mi aile efradının? Koltuklar kanepeler yağlanmaz mı?
Kolayına geldiği için küçük bir siniye dizdiklerini, masa sehpa arası, ayağı açılır kapanır masanın üzerine koyup, hâlâ “çarşıdan alınmaz, mendile koyulmaz, tadına doyulmaz” ın pençesinde olanları kaldırmaya doğru yollan.
Bildik sabahlardan birisi demiştik ya. Aynen öyle işte. Üç beş kere gitmeyle küçüğünü, ilk seferde büyüğünü halledip tuvalet, banyo faslından sonra sini etrafına çevrelemeyi başarmanın verdiği gururla demliğe uzan. Çayın halka halka buharı tavana doğru yükselmekte. Çaya tavşan kanı demişler. Niye buharı o renkte değil? Tavşanın kanı kırmızı da tilkinin ki yeşil mi? Ya da horozun ki sarı? Niye illa da belletilenler?
İlk bardağın ardından ayılır gibi olunca şişmiş göz kapakları altından “babam nerde?” sorusunun beden diliyle söylenmiş haline ağız diliyle cevap ver.
-Kalktığımda yoktu.
Diğerinin şişmiş gözlerinin altında, sorunun kalan yarısı.
-Bilmiyorum. Belki bir işi çıkmıştır.
“Ama kahvaltı etmeden gitmez babam” ısrarı.
-Bize söylemeyi unuttuğu bir işi vardır; son anda hatırladığı.
“Emeklisi gelmiş, kızağa alınmış adamın mı?” bakışları göze çarpmakta.
-Olur ya, belki cep telefonuna gelen bir mesajla erken gitmesi gerekmiştir. Geçen ay da işyerinden bir arkadaşının eniştesine kan lazım olmuştu da böyle gitmişti ya. Kaza geçirip burnunu kıran, kanı durdurulamayan.... hatırlarsınız.
“Hatırladık” ifadesi iki gözde de.
-Ekmek almaya gidip geldim... Taze seversiniz diye. Fikret amcanla kızlar kardanadam yapıyorlardı aşağıda. Sonra da kartopu oynarlar belki. Siz de oynamak ister misiniz? Üçlü ineriz. Baban evde olsaydı iner miydi acaba?
-Öfff anne, amma çok konuşuyorsun. Sana bir şey soran oldu mu sabah sabah?
-Daha ağzımızı açmadan sürüyle şey sıraladın!
-Bir şeye de sormadan cevap verme n’olur!
Bardaklar boşalmakta. Bardaklar dolmakta. Sandalyeler dolmakta, sandalyeler boşalmakta. Ekmek dilimlenmekte, ekmek bitirilmekte. Reçelin kızıl-pembe bulaşığı kâsenin dibinde. Pekmezin kahve-kırmızı bulaşığı da.
Çarşaf yarıya kadar buruşmakta, perde yarıya kadar sıyrılmakta. Kuruyemiş tabakları üst üste yığılmakta. Sürahi boşalmakta, bardaksız, dolmayı beklemekte her zamanki yerinde.
Kar hırıl hırıl yağmakta. Kızlar çığlık çığlığa kartopu oynamakta. Renkleri örten bir acelecilikle, atkının ve süpürgenin üzerine kar yığılmakta. Bahçeden birileri daha geçmekte elinde ekmek poşeti ile...
Biliyorum, sormadınız ama huyum kurusun, demeden de edemiyorum işte, her zamanki sabahlardan biri gene.

(6-Şubat-2007)

Diğer Yazıları