Kar yağıyor. Rüzgârın ıslığı pervazlardan sızıyor, kapı altlarından giriyor, bacadan üfürüyor; neticede duvarlar daha bir soğuyor. Sobanın üzerinde kaynayan ıhlamurun buharı odayı doldurmuş, keskin kokusu her iki burnu da titretiyor. Titreyen burunlardan biri yaşlı ve yatalak babaannenin burnu: kemikli ve iri, şöyle karga burun dediklerinden, yanında ona bakan, ihtiyaçlarını karşılan torununun burnu ise okka: ucu hafif havada. Tanıyanların söylediğine göre annesinin burnu da böyleymiş, o annesini hiç görmedi, onun için bilmiyor. Okka burunlu torun, demir gibi soğuk elleriyle ilaç kutusuna uzanıyor. Kırmızı, sarı, beyaz ve pembe hapları avucuna dolduruyor, bir bardak süt eşliğinde peş peşe içiriyor babaannesine. Yaşlı kadının soluğuyla dua ettiğini duyuyor. İçinde bir şey havalanır gibi olacak, oluyor da, bu soluk havalandıracak onu. Ama yetmiyor. Sinip kalıyor tekrar. Bir toz gibi yapışıyor sindiği yere. Hüzün bunun adı. Kar yağınca, bir de yağmur, daha da artıyor bu, daha da güçleniyor. Geleceğin bütün kapılarını kilitliyor da, ardına kadar açık bırakıyor eskinin defterini. Getirip diziyor önüne bir bir. Ta çocukluğundan başlıyor ağlatmaya, ta babasının gidişinden, annesinin onu komşu kadına bırakışından. Orada başlıyor yabansılık. Hep de kar yağınca oluyor böyle. Yoksa bu yaşamla bir zoru yok. Ha, seviyor mu, hayır, ama alıştı bir kere, insan alışkanlıklarını sevip sevmeyeceğini düşünmez. O da düşünmüyor, her sabah uyanır uyanmaz ezbere bildiği işleri yapmaya koyuluyor; ninesinin şeker iğnesini vuruyor, ocağa çay suyu koyuyor, sobayı tutuşturuyor.
Alışamadığı şeyi bulmaya çalışıyor şimdi. Onu bulursa karmaşası bitecek belki. Bu semt, bu ev, bu isim, bu rol sıktıkça sıkacak yoksa. Hangisine alışamadığını bulmalı önce. Bu semte mi, bu eve mi, bu isme mi, bu role mi? Hangisine?
Bu semt: Alışamadığım bu semtse eğer, beni boğup boğup bırakan bu yerse, kaçmakla kurtulabilirim buradan. Burası Fener: Kiliseleri, merdivenli sokakları, gözü korkutan parkeli yokuşları var. Kapılarını açınca bir yoksulluk kokusudur taşar arapsabunuyla akıtılan sokaklarına. Ömrümün düzlük nedir bilmeyen yolları gibidir yolları, silkip atmak gelir içimden, aynı bir sofra bezini silker gibi silkelemek gelir. Dar pencerelerden ötekine gerilen çamaşır iplerinde asılıdır hayallerim, Haliç’in rüzgârlarıyla çırpınır, boğulur, parçalanırlar. Düşenler kim toplarsa onundur artık. O istemiyor. Bakkala bile gitmek istemiyor, üşeniyor, kapılara pencerelere dadanıyor da, kara kuru veletler oyunlarını bırakıp sesine koşmuyorlar, paranın üstüyle midelerinin kazınmasını dindireceklerini bilseler de koşmuyorlar işte. Kendisine de milyar verseler bu yokuşu inip çıkmaz, yalan mı?
Komşular, tuzunun kuru olduğunu söylerler hep, bekâra karı boşamak kolay derler, kendileri çoluk çocuğun rızkını her hafta arkalarında Pazar arabası, Çarşambadan buraya nefes nefese taşırlar, hele de yazsa mevsim, kan ter içinde düşerler avlulara. Oflamalar, Allah kahretsinler çare etmez. Burada yaşam yüzünü yenileyemez. Oysa iki yokuş aşağıda yepyeni bir yaşamın olduğunu, çocukların top peşinde koşuşturduklarını, kadınların çimlerde oturup elişlerine daldıklarını, bebeklerine salıncaklar kurduklarını bilirler. Mangal başında atletli babalar karton sallar. Balıkçılar kovalarını doldurma telaşıyla oltalarını peş peşe savurur. Genç kızlar çekirdek çıtlatıp oğlanları süzer. Orası Haliç. Kıyılarında sevgililer el ele dolaşır, martılara ekmek simit atar, banklarına isimlerinin baş harflerini yazar, ağaç gövdelerine ok saplanmış kalpler kazırlar. Yerleri çekirdek kabuklarından, bira kutularından, çerçöpten arındırmaya çalışan görevliler ellerinde süpürgeleriyle geçip giderler sahilinden. Oyun alanlarından yükselen çocuk bağrışlarına trafiğin sesi, ambulansların feryatları, polislerin emir kipiyle konuşmaları karışır. Orası Haliç’tir. Yaşamın kalbi orada atar. Burası gibi durağan değildir. Yine de buraya benzer, orda da yaşamıyla kafası bozuk biri vardır, orda da biri rolüne fena halde takıktır, belki orda da biri, gözetleme merkezinin kaldırımında oturup, kendi kendiyle konuşur, konuşurken salyaları akar, bu yüzden boynunda yakalığı vardır. Haliç’in delisi diğer delilere benzemez, marifetlidir. Tığ örer, eşarp kenarı kıvırır.
Sonra bu ev: İki katlı, betondan, Rum yapımı bu evde, el yapımı kurulan bir ömür. Daracık pencereleri, daracık odaları var bu evin ve göz ardı edilemez duvarları. Öyle ki, torbalarca kömür yetmez duvarlarını ısıtmaya. Alt katta dört kare mutfağı, mutfakta bir tel dolabı, tahta bir iskemlesi, lavabo demeye hiçbir ağzın varamadığı bir tezgahı, tezgahın altına istif edilen birkaç tencere tavası, birkaç su bidonu, ve istemeyerek oluşan bu nahoş görüntüyü misafir gözlerden gizlemek için tezgahın enine ve boyuna uygun olarak iki parça halinde kesilmiş piti kareli bir örtüsü.
Bu şemaile sahip mutfaktan naylon bir perdeyle ayrılan, içinde sağa sola bile zor dönülen helâsı, girişin hemen sağında ancak bir sobanın, bir divanın ve bir çekmecenin sığabildiği odası, üst katta yine aynı büyüklükte bir başka odası ve kiler gibi kullanılan karanlık bir girintisi var, tabi buraya çıkılan rutubet kokulu, sarsak bir merdiveni de. Kapıları, pencereleri, duvarları sizlere ömür denilen cinsten. Bu ömürsüzlük yüzünden içeriye güneş girmiyor, yaz kış ısınmıyor, eşyalar rutubet kokusuyla cebelleşiyor. Yorganlar, nevresimler, battaniyeler, sepetlerdeki giysiler tıpkı yağmur altında kalmış kedi gibi titriyor.
Ve bu isim. Bu ismi belki de hiç sevmeyecekti. Belki de düşmanı olacaktı bu adın. Eğer o kart postalların arkasında görmeseydi onu ve eğer anne diyemediği kişinin eliyle iliştirildiğini bilemeseydi oraya, ve o kartlar, sanki bilinçli bir seçimi hissettirir gibi her defasında masmavi bir denizi taşımasaydılar, belki de içinden çıkılamaz olacaktı her şey. Şimdi ismiyle bir alıp veremediği var mı tam bilemiyor.
Ya bütün yanlış ismimle başladı, diyor, ya da başlaması mukadder bir yanlış için ismim seçildi.
Sıra rolüne geliyor. Rolünde, açık seçik göremese de, bir terslik olduğunu hissediyor. Bu rolün ona fazla büyük geldiğini düşünüyor. Bu semtin yokuşlarına alışabilir, bu evin soğukluğuna, kapısının bacasının ihmalkârlığına katlanabilir, ama bu rolün kesinlikle taşınabilir bir yanı olmadığına aklı her defasında yatıyor. Yok, diyor. Bu işte bir terslik var. Yönetmene rolünü değiştirmesi için yalvarıyor; ellerini açıyor, sessiz sessiz hıçkırıyor, ileniyor, dileniyor, bir şans daha istiyor, kendini yerden yere vuruyor. Artık iyice eskimiş halının sertliği yüzünün derisini aşındırıyor, alnı kıpkırmızı kesiliyor. Gözlerinin yaşı dinmeden uykunun ılık nefesiyle kirpikleri kapanıyor. Gece bin bir düşle boğuştuktan sonra, tan ağarmadan, yerinden sıçrıyor; henüz çöpçüler el arabalarını parkeli yokuşta takırdatıp milleti ayağa dikmemiştir, bakkal kepengini var hıncıyla açmamıştır, kuşlar yuvalarından çıkmamıştır, kilisenin çanı ötmemiştir, ama o, yeni bir rolün heyecanıyla, pencereye tüneyip perdeyi aralıyor. Rol değiştiğinde etrafının da değişeceğini sandığından, sağı solu inceliyor. Her şey tanıdık geliyor gözüne. Bu tablonun hiçbir yerine dokunulmamış. Kilisenin yeri, rengi, açısı bile değiştirilmemiş. Şu yokuş desen, yine eskisi gibi tamda onun penceresinin altından kavis alıyor. Karşı komşunun perdeleri bile hâlâ mavi çiçekli ve bugün de öğleden önce açılamayacaklarından, çiçeklerin boyunları bükük, melül melül bakınıyorlar. Bakkal desen aynı yerinde, yine Remzi bakkal, boş kasaları kapısının önüne yığmış gene.
Etrafı taradıkça tarıyor. Değişen bir şey göremeyince zamana bırakmak geliyor aklına. Belki biraz süre verirse… Acele etmemeliyim, diyor. Ninesinin kalp ilacıyla tansiyon ilacı arasındaki zamanı koyuyor ortaya, bekliyor, sonra süreyi biraz daha uzatıyor, sabahki iğneden akşamki iğneye kadar beklemeyi deniyor. Böylece günleri aylara, ayları senelere kavuşturuyor. Geliyor ta bugünlere. Bugün saçında iki ak tel var. Belki de aklar gelmesi geciken rol yüzünden daha da artacak. Her gün bir çizgi daha derinleşecek yüzünde, ellerinde benekler çıkacak ninesi gibi, sırtında kamburu. Bunun da, rolün bir parçası olduğuna, sonunda o da ikna olacak.
Kar yağıyor. Fenerin parkeli yokuşlarından mavi önlüklü çocuklar çıkıyor. Bugün ders yok. Çantalarını atar atmaz kartopu oynayacaklar; kimi naylon torbalarla, kimi manavdan çaldığı kasalarla, kimi de evden aşırdığı leğenlerle kızak kayacak. Bağrışacak, çığrışacak, kar içinde kahkahalara yuvarlanacaklar. Şu belalı yokuş her defasında çocukların işine yaracak.