Gerçeğin tiyatrosunda bir gece yarısı
Saatler on ikiydi, perdeler aralandı
Kırmızı kıvrımlar gezindi sağa ve sola
Teşrif etti bomboş salonun alkışlarıyla
Sahneye bir cin, bir insan, bir de melek
Simsiyah pelerinlerini indirerek
***
Cin sihir bilmezdi, melek kadın değildi, insansa dev bir siluetti; sanki bir oyun hamuru kadar kolayca şekilden şekle girebilirdi. Söze hangisinin başlayacağı meraksızca bekleniyordu, derken cin, nefesini bir Koah hastası gibi hırıltıyla çekerek meleğe döndü;
-Ah melek! Neden meleksin sen?
Gözler insana yöneldi; kıskançlığın yoğurduğu çamur, siyahın en koyu halindeydi.
Melek kanatlarını silkti;
-Dikkat, çünkü ben korkusuzum ve bu nedenle güçlüyüm.
İnsan, bu defa bir tokat yemiş gibi dağıldı, zayıflığı yüzüne vurulmuş bu çamur, cin ve meleğin ayaklarına sıçradı. İlk kez yükseldi parçaları arasından kırık sesi;
-İnsanlığı, inceliği bilseydiniz, / Beni böyle kırmaz, incitmezdiniz.
***
On iki ay yedi gece kan kustum
Beş parmağım arasında sakladım
Islak dudaklarımdan kaçan ismi
Titriyordu ellerim ve terliydi
Her sabah uyanınca sekizinci güneşe
Tazecik umut belirirdi inceden ince
Saçlarımı koparıp bir çocuktan hallice
Savurur yedi güne, koşardı güle eğlene
***
Düşene bir tekme daha attı cin ve melek, asla kavrayamayacakları kırgınlıklardan bahseden bu şekilsiz insanı susturdular. Çamur, utanç içinde sağ köşeye akarak tekrar bir bütüne kavuştu. Anlaşılmayacağını bildiği halde insan neden konuşurdu? Gökkuşağının peşi sıra koşan huysuz bir çocuk gibi, eziyetlerini dindiremeyen meziyetsizin biriyken hem de...
Boş salonun seyircilerine bir reverans sunarak tekrar ağzını araladı cin; sözlerini, insan denen şu bulanık tortuya tükürmek üzere;
-Yüreğinizde hissetmediğiniz bir şey hakkında ne konuşabilirsiniz ki siz?
İnsanın içini inanılmaz bir öfke kapladığı her halinden belli oluyordu lakin biraz önceki hayal kırıklığından olacak yerinden kıpırdamıyordu. Heyecanla öne atılan da melek oldu, bu üstünlük savaşında bir bilge edasıyla sözlerini sıralıyordu;
-Hiç kimse doğanın güzelliklerini ondan daha derin hissedemez.
Ne melek ne de insanla dostluk kurmak niyetinde olan cin, alaycı bir kahkahayla gürledi;
-Ne dünya sana dosttur ne de dünyanın kanunu.
Melek tek kaşını kaldırdı, bilgeliğinin zincirlerini cine verecek değildi, hakeza kendisi, doğayı da dünyayı da cinden daha iyi bilmekteydi;
-Ama gerçek bu işte; cennetten kovulan melek hain bir şeytana dönüşür.
Şimdi öfkelenme sırası cindeydi, gözleriyle bu kez meleği keskin bakışlarının muhasarası altına aldı. Bir eliyle hayali bir kılıcın kınını kavradı. Melek ise aynı yapmacık sakinliğiyle cine bakmaktaydı;
-Yatsak, uykumuzu zehredebilir rüya. / Kalksak, kirletebilir günü tek bir avare düşünce. / Hisset, düşün, anla, ister gül, ister ağla, / Kedere sarıl, yahut kaygıyı def eyle, / İster neşe, ister keder: farkı olmaz, / Serbestçe çekip gidebilir ikisi de.
Cin için bu sözler, bir taarruz daveti olarak yeterliydi. Hayali kılıcını kınından çıkarırken bir metal sesi yankılandı boş salonda.
Gözler insanı aradı yine sahnenin kenarında; sessiz çığlıklarla köşede kıvranan mahluk, gözlerin kendisini bulduğunu anlayınca iç sesini duyurdu büyük salonun duvarlarına; “Ey aşk”, diyordu, “Ey nefs-i emmarenin velinimeti! Sen de mi? Yusuf’un kuyusundan başka bir yere atmadın sen de beni...” Lakin bunları diliyle ikrar edemedi. Nitekim Shakespeare’ın ve Shelley’nin kalemiyle sınırlanmıştı bu oyunun tüm lügati.
Cin, meleğe doğru kaldırdığı uzun kılıcıyla son derece heybetli görünüyor ve bu güvenle sesini gürleştiriyordu;
-Yarayla alay eder, yaralanmamış olan.
Birkaç dakika gözlerini dahi kırpmadan bakıştı melek ve cin, esasında ikisi de suskunluklarıyla ciddiyete oynamış kumarbazlardı. Ne var ki bu ölüm sessizliğinin ani bir çığlıkla darmadağın olmasını ikisi de beklemiyordu, merakla sahnenin en sağına çökmüş çamur yığınına döndüler.
Evet, insan şimdi bağırıyor, feryat figan inliyordu; çamuru tekrar birleştirebilmek ve ayakta duracak kudrete sahip olabilmek için bir varoluş sancısıyla kıvranıyordu. Fakat melek ve cinin bu çalıntı savaşı, çamuru her defasında başka bir renge ve kıvama dönüştürüyor, ayağa kalkmasına mâni oluyordu; iyilik kötülük aynasında renk hangi tarafa kayarsa çamur da onunla birlikte değişiyor, bir türlü yeknesak bir sıfata bürünemiyordu. Bunu yeni anlamış olan cin ve melek, insanın naraları arasında gölgelenen sözlerini dinlediler;
-Ölümle ya da hastalıkla / Ve bir anda geçip giden bir ses gibi, / Gölge gibi, kısacık bir düş gibi, / Karanlık bir gecede çakan şimşek gibi, / Bir coşkuyla yeri göğü seriyor gözler önüne / Ve insan daha "Bak!" diyemeden / Karanlığın çeneleri açılıp yutuveriyor her şeyi. / Parlak ne varsa yok oluyor bir anda.
Bu yorgun ses, bu sonuçsuz çabanın yankısı, yürekleri olmayan cin ve meleğin dahi canını yakacak kadar acı bir tınıyla titredi:
-Bazen kederin gözlerini kapatan uyku gel, / Biraz olsun, al götür beni kendimden.
Mahcup bir edayla bakıyordu şimdi bu sefil insanın sahnede çırpınışlarına cin ve melek. Az evvelki savaştan ikisi de rızalarıyla çekilmişti. Uyumak için yalvaran varlığın aslında kabustan uyanmaması için dua ettiler; gerçeğin tiyatrosunda uykunun meşalesiyle çıkışı arayan, böylesine kahrolan şu zavallı, gözlerini açınca kim bilir daha ne kadar yaşamaya dayanacaktı, kim bilir gerçeğe nasıl katlanacaktı?
-Yeni bir acıyla hafifler eski bir ağrı. / Sabaha kadar iyi geceler.
diyerek önce cin sahneden ayrıldı. Ardından melek, insanın başını ya da bu çamur yığıntısının bir başa en benzer yerini kanatlarıyla okşadı. Sahneyi terk ederken bir ezgi gibi okudu ezberindeki sözleri;
-İnsanoğlunun mükemmel bedeninin nasıl alçaltılıp harap hale getirildiğini gördüm. Yüzünde çiçekler açan her canlının bedeninin sonunun çürümek olduğunu gördüm. / Sevgili Frankenstein'ım, / Mutsuzluk senin kaderin mi?
Ezginin muhatabı, yerde debelenen bu bataklıktan devşirme tortu, bu hayvani öz, aslında içinde tıpkısını yaşadığı şu savaşın karakterleri sahneyi terk edince biraz yatışmış, durulmuştu. Şimdi ölü bir denizi andıran bu soluk çehre, bu çerçevesiz siluet, gecenin koynunda yalnızlığıyla boğuluyordu.
-Ölüyorum azar azar.
Sürünerek sahneden ayrıldı insan, Frankenstein’ın ölümüne benzer bir son ile. Sözleri yankılandı geride, boş salonun perdelerini örtercesine;
-Bütün belaların anası da babası da biziz!
***
Ne siyah ne de beyaz boyadı ruhumu
Kâlû belâ’dan beridir kayıptı çünkü
Geceyi çekip örttüm çıplak çamurumu
Şafak sökülmeden atlattım o ölümü
Saçlarımı çalan umuda lanet ederek
Bu kabustan uyanmamayı dileyerek
Gözlerimi kapadım alkış tutmaz oyuna
Rüyadan düşerek gerçeğin hain koynuna
Artık salon boş değil, perdeler görünmezdi
İnsan, melek, cin, pelerinini indirmezdi
20 Temmuz 2000, Pendik, İstanbul doğumlu. Çukurova Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinde öğrenci. Öyküleri Aşkar dergisinde yayınlanıyor ve 2017 yılında Sivas'ta düzenlenen Türkiye geneli öykü yarışmasında birinci oldu.