Menu
GEÇMİŞ ZAMANLAR
Öykü • GEÇMİŞ ZAMANLAR

GEÇMİŞ ZAMANLAR



İçi su dolu kovayı taşıdı; merdivenin başına kadar. Yorulmuştu. Canı nasıl da çay çekiyordu. Fakat işini bitirmeden bırakmak istemiyordu. Süpürmeye başladı. Bir yandan da kovadan aldığı suyu döküyordu. Dışarıdan çocukların sesleri çalınıyordu kulağına. “kuru gürültü” diyordu. Bağıra çağıra oynadıkları oyuna kendilerini öylesine kaptırmışlardı ki, bu onlar için baldan tatlıydı. Pencerelerden sarkıp kendilerine seslenen annelerini, ablalarını duymamazlıktan geliyorlardı. Kovadan bir tas su daha aldı. Dışı sırlı toprak saksılardaki sardunyaları, top top fesleğenleri, rengârenk karanfilleri sulamaya başladı. Çocuk sesleri bastırıyordu her şeyi. Saksıların hiçbirinin naylon olmadığını şimdi fark ediyordu. Alırken gayr-i ihtiyari böyle davranmıştı… Kuru yapraklarını ayıklarken, onlarla konuşuyordu. Bir ağaç çubukla çiçeklerin diplerini karıştırıp, toprağı havalandırırdı. Gübresinin olup olmadığını kontrol etti. Olmayanlara hemen yanındaki torbadan alıp ilâve etti. Bütün bunlarla uğraşmak ona çok keyif veriyordu. Sanki dinleniveriyordu bir çırpıda; ruhu, gözleri... Karşısına geçip bakıyor, saksıların yerlerini değiştiriyordu. Güneş görmeyenleri öne çıkarıyor, iyice dallanan budaklananları arkaya atıyordu. Elleri toz toprak içindeydi. Toprak, ondaki bütün olumsuz düşünceleri, öfkeleri, kızgınlıkları, negatif elektriği alıyordu işte. Gülümsedi. Az önce söylenip durduğu çocuklar bile sevimli geliyordu şu an. Başını kaldırdı, ellerini silkeledi. Güneş huzmelerinin düştüğü ağaç diplerini kirece boyamıştı, gövde de öyle… Büyükleri böyle yapardı. Böcek ve hastalığa karşı alınmış en tabii tedbirdi. O da onlar gibi yapıyordu. Her defasında da faydasını görüyordu. Asmaya doğru ilerledi. Merdiveni koydu ve üzerine çıktı. Koluna sepeti de takmıştı. Topladığı yaprakları içine yerleştirdi. Yeterince topladığına kanaat getirince merdivenden indi. Sepeti masanın üzerine bıraktı. Mutfağa gidip ocağa çay koydu. Pirinç çaydanlıkları pırıl pırıldı; yeni ovulmuştu. Yaprakları ayıklamaya karar verdi. Gidip asmanın altındaki sandalyeyi çekti, oturdu. Yorulduğunun o an farkına vardı, derin soluklandı. Keyifle bahçesine baktı. Çaydanlıktaki suyun fokurtusunu, taşan suyun cızırtılarını duyunca mutfağa koştu, çayı demledi. Tekrar dışarı işinin başına geçti.

Neredeyse bütün zamanını burada geçiriyordu. Topladıklarını üst üste dizdi. Körpe olanlarını seçti, sapları aynı yere gelecek şekilde istifledi. Sonra tuzlu su dolu bidona bastırdı. Üzerine taş koyup iyice sıkıştırdı. Kapağını kapadı. Bu iş de bitmişti nihayet. Musluğa yöneldi. Ellerini yıkayıp kuruladı. İçeri gidip demlenen çayını aldı. Masaya doğru yürüdü. İnce belli çay bardağına çayını koydu. Bir yudum aldı, “hımm” tadı hoşuna gitti. Pirinç çaydanlıkta demlenen çayın tadı başka olurdu. Elinde çay, düşünmeye durdu: Bu bahçesi olmasaydı ne yapardı? Bir ferahlık ve huzur duydu. Ferahladı, şükretti haline. Meyve ağaçlarına baktı. Bu yıl yapraktan çok meyve vardı sanki. “Firuzan” dedi. Firuzan bugünlerde pek uğramıyordu. İhmal ediyordu onu. Ne arıyor, ne de soruyordu. Belli ki yapılacak işleri vardı. Görülecek dostları çoktu. Kendisi burada, bu bahçede nasılsa bekliyordu.  Kuru bir ses tonuyla hal hatır sormak kırıyordu onu. Belli etmemeye çalışıyordu yine de. Onun önemsediği şeyleri unutuyordu. Sıradan bir arkadaşlığa dönüşüvermişti dostlukları. İlgisizlik, ihmal ve zaman kıtlığı dibine darı ekmişti her şeyin. Hoş, o da umursamıyordu artık. Hatalar alışkanlığa dönüşüveriyordu. Gittikçe aralarındaki mesafe açılıyordu. Onun paraya bu kadar düşkünlüğü gücüne gidiyordu. Yine de biraz durunca değişiyordu duyguları, ona olan sevgisi ağır basıyordu. Kızamıyordu bir türlü. İşte yine yoktu. Uzun bir zaman ortalarda gözükmeyecekti. Sonra sanki arayıp soruyormuş gibi çıkagelecekti. Bir şey olmamışçasına kaldığı yerden devam etmek isteyecekti. Derdini anlatacak, sıkıntılarını paylaşmasını bekleyecekti. Ardı arkası kesilmeyecekti şikâyetlerin. Ondan akıl soracak, taktikler alacaktı. Bir kez olsun karşısındakinin halini anlamayacak, derdini dinlemek aklının ucundan bile geçmeyecekti.

Pencerelerde yarı aydınlık odalarda hüzün gözlediği günden beri ne değişti?

İçinde katılıp kalan güzellikleri gün yüzü görmemecesine gömüp de marifet mi yapmıştı? Firuzan anafora tutulmuş gibi ya da bir dalganın alıp götürmesi gibi, ondan nasıl böyle çabuk kopup gitmişti. Gün batımlarında ıssız kalmış filika gibi, siyaha kesmiş denizde öylece kalakalıyordu. Bu muydu yalnızlık, bir dosttan arta kalan kocaman oyuk, bir acayip boşluk, kapkara kâbus muydu?

Elliye dayanmıştı yaşı artık. Ne zaman bir işe heveslense tıkanıp kalıyordu. Hele sabahları öksürük nöbetleri tuttu mu uyku falan dinlemiyordu. Her şey gençlikteydi. O uykudan göz açamadığı, yastıktan başını kaldıramadığı günler neredeydi?

Bütün bunlar tatlı, hoş birer anı olarak yerini alıyordu belleğinde. Elleriyle oluşturduğu, emek verdiği bahçesinin serinliğine sığınıyordu artık. Bir yıldız gibi kayıp gidenlerin isimleri çoğalıyordu gün be gün. Sık sık karıştırır olmuştu tıklım tıklım dolu albümünü. “Bunlarla mı avunacaktım, henüz yaşıyorken kendimi öbür tarafa mı ait hissedecektim?” kederlendi. Gözleri yaş doldu.

“Geçmiş zamanlar” diye iç geçirdi. Neredeydi o günler? …

Şu asma çardağın altında çoluk çocuk sesleri, kahkahalar, birbirine ulanan muhabbetler, geç saatlere kadar süren Bağırmalar… Çay bardaklarının şıngırtıları, boşalan demlikler, çatal kaşık sesleri... Hayır! Bir gün böyle özlem duyacağına, hasret kalacağını söyleseler inanır mıydı? Esefle başını iki yana salladı.

İçi kavruluyordu adeta. Eşyalar, odalar, bu koca ev, derin bir sessizliğe gömülmüştü. Dayanılacak gibi değildi,“bu sessizlik ölümcül” diyordu.

Diğer Yazıları