Menu
İÇİMDEKİ DENİZ
Öykü • İÇİMDEKİ DENİZ

İÇİMDEKİ DENİZ

Başına gelen en gerçek şeyin adıdır yaşam. Yaşamın ta kendisidir aşk.
Adın Kamil. Kısa boylu sıska bir şeysin. Çillerin yeni yeni kızarıyor. Mavi sana çok yakışıyor. Henüz yedisindesin. Akören’desin. Daha küt diye çekip gidemezsin. Sokak lambasında kelebekler oynaşıyor.

Son ayrılığa daha 15 yıl var. Ayrılıkların ilkindesin. Biri defterinde diğeri alnında iki yazın var. Bu ilkbaharda sağanakların hiç eksik olmaz. O masum duruşunla kayaları eritirsin. Yüzünde gülücükler oynaşıyor.

İlk kâbusun, ilk öfken, ilk kurşunla yüz yüzesin. Yüzünde korkudan bir çizgi belirir; bu çizgi ölünceye kadar yüzünden silinmez. Küçüklüğüne nispeten büyük hayallerin tutkusu bu yaşamdan ne vakit ürpersen sırtını sıvazlar. Bir yudum şurup içersin. Aklında hayaller oynaşıyor.

O zaman da şimdiki kadar yalnızsın. Ama nihayetinde çocuksun. Oyunlar içinde oyuncaksın. Futbolda kaleci, uzuneşekte yastık, körebede hem kör, hem ebesin. Bir bakıma küçük bir bakıma çaresizsin. Çocukluk arkadaşındır içinde kaybolduğun kitaplar. Gözlerinde yeni ufuklar beliriyor.

Emaneten kaldığın bu köyde sana ait 4 yıl; 4 yılın içinde 4 paragraf hatıran geçiyor. Bir daha geri dönmeyeceğin kapıdan çıkışınla aralanıyor ikinci perde. Şimdi daha zorda bir o kadar da güvendesin. Her adımında seni bir kapan bekliyor. Altını ıslattığın o gece, mücadeleye dair ilk yeminin. Duvarlarına çentikler atılıyor.

İlk durağın yatılı bir okul. Henüz yaşamın üç arşın ötesindesin. Kendi sistemin içinde sistemlerin varlığından habersizsin. Çok saf, çok temizsin. Kaybolma korkusuyla leblebi tanelerinden yürüdüğün yollara izler bırakmaktasın. Cebinde herkesten sakladığın henüz kararmamış bir avuç kuru üzüm var. Medrese eşiğinde kut-u lâyemut; küçük bir dervişsin. Kalbinin ortasında küçük bir mescit, devamlı secde halindesin. Kaderin serencamesi küçükten yazılıyor.

Bir öğle vakti jetonlu telefon kulübesindesin. Gitmek istesen gelme diyor, kalmak istesen kalma; iki mescit arası bî-namaz bir haldesin. Daha büyüyemediğin hissi uyanıyor. Sahipsizsin. İçin üşüyor. Hafta sonları, üzerine bir gelecek inşa edeceğin tuğlalar, kiremitler taşıyorsun. Cılız omuzlarında kaldıramayacağın yükler var. Çok güçlüsün, yanında Rabbin var. Feleğin çemberi etrafında dönüyor.

Bir cumartesi gecesi üçüncü katta, on üç yaşında, on üçüncü koğuştasın. Karanlık dışında sarılabildiğin tek bir battaniyen var. Pencereyi rüzgârlar dövüyor. Ertesi hafta Bolvadin, daha ertesinde Akşehir’desin. Yolculuk asıl şimdi başlıyor. Bir cuma gecesi saat 10’da kurtlar sofrasında yalnız, karlar içine gömülmüş, yaya, aç ve uykusuzsun. İçinde tek damla korku yok. Sadece parmakların üşüyor.

Gözlerini diktiğin ufka bir adım daha yakınsın. İlk çeyreğin son koridorundasın. Parmağında salyangozlardan bir hatıra beliriyor. Ziyaretlerin kısaldıkça kısalıyor. Vaktin her anını değerlendirmektesin. Kimliği belirsiz bir sevda üzerine çocukça şarkılar söylemektesin. Bir gölgelik içinde güneş gibi parlayan yüzlere bakmaya utanıyorsun. Yüzünde kırbaçlar şaklıyor.

Bir köprünün üzerindesin. İçindeki aydınlık karanlığa gebe. Şimdi biraz daha deli, biraz daha cesursun. Karşına ne çıkacağını bilmediğin imtihanlar tufanı başlıyor. 3. perdede kanlı savaşlar içindesin. Tablolarında vazgeçilmez doku: karanlık. Her insan kendisinin mezarıdır. Her mezardan bir avuç toprak kokluyorsun. Aşk denizine kırık dökük bir tekneyle açılıyorsun. Vira Bismillah deyip asılıyorsun kürekleri. Denizde fırtına başlıyor.

Beyaz entarine ilk leke damlıyor. Anadolu’nun içinde Anadolu’dan Avrupa’ya göç ediyorsun. Ağzını açsan yüzün kızarıyor. Gerçek yaşama uyarlanman için 4 yılın var. Yolun 15. kilometresindesin. Bir şeye evet demenle evetlemeler zinciri başlıyor. Damarlarına zerk ettiğin gerçek yaşamın ta kendisi. Yani acı. Göğsünde sancılar kabarıyor.

Bir üniforma içinde kalıplar ve kalıplar...Bir arayışın içindesin. Ergenlik çığırtıları kulaklarını tırmalayadursun içinde susturamadığın bir ses yankılanıyor. Bir tutam sevgi için tokmağını çalmadığın kapı kalmıyor. Güven bunalımları içinde her adımda bir uzvunu kaybediyorsun. Kolun kanadın kırılıyor. Öldürmediği sürece her darbe seni güçlendirir. Şehir hayatı seni bir üst basamağa hazırlıyor. Hazırlık bitti sayılır. Maddeler manalara bürünüyor.

Kurbağanın kuyruğu koptu. Bu evresinde derisi yeşerdi, gözü karardı. Üç kuruşa beş köfte devri kapandı. Kalbinde sıklaşan, koyulaşan noktalar belirdi. Elbette bu geçiş bünyesinde keskin çizgiler taşımıyordu. Rüyalarında 13. yüzyıla ait izler vardı hep. Bu yüzden uyanmadığı sürece geçmişinden kopamazdı. Bir lütuf ki, zehirle birlikte balı da tatmıştı. Her adımda yollar çatallanıyor.
Bir cuma çıkışı karşında bir ışık beliriyor. Her şeye rağmen Avrupa içinde gerçek Anadolu insanıyla tanışıyorsun. Aynı simayı başka surette görmenin şaşkınlığı içindesin. Bildiğini sandığın dünyanın aslında hiç bilmediğin bir gezegen olduğunu keşfediyorsun. Bu heyecan anlatılmaz. Yeni lügatinde her kelime farklı bir mana kazanıyor. Aşkın nefesi ensende; ayaklarının dibine düşen nefsinden başkası değil. Gökten nurlar boşalıyor.

Tekne denize battı batacak derken istikameti belli, rotası belirsiz, her limanda yolcuları inen-binen büyük bir geminin içindeki yolculuk başlıyor. Huzur ikliminde, gerçek medeniyetle tanışmak, bir üst basamağa çıkmak demek. 16. basamaktasın. Çocukluktan eser kalmamış. Yarı duygulu, yarı düşünceli...Yarısındasın hüznün. Kulağında vesveseler fısıldanıyor.

Sıyrılamadığın geçmişin angaryasını çekmekle mükellefsin. Henüz yaşamın ipleri elinde değil. Jetonların kontöre dönüştüğü bir anda yine telefondasın. Yahu aç kapını ben geldim diyorsun, kapılar suratına kapanıyor. Çırılçıplak dışarıdasın. Öylesi sahipsizsin. Gözlerin hiç bu kadar kızarmamıştı. Havayı kalın bir sis tabakası kaplıyor. Gökten ağıt yüklü yağmurlar boşanıyor.
Işık Otel’de ama karanlığın tam ortasındasın. Sabahında Mezitler; Akşamında tezatlar...Kaçak yaşama merhaba de, bundan sonra hep seninle olacak. Şimdi daha güçlüsün ama gerçek yaşama daha uzaksın. İçinde ham bir öfke peyda oluyor. Aynı gün içinde üç yerdesin. 13’ündeki hayaller nerde, sen nerdesin? Kendini tanıyamıyorsun.

Haftalar aylarla, sen kendinle dalaş hâlindesin. Bu deniz bu dönemde hiç dalgalanmadığı kadar dalgalandı. Böğründe saplanmış bir hançer gibi şu geçmiş... Ah o an için bundan bir kurtulabilseydin. Her açığı kapatan bir yama vardır. Bu çukur biraz sabır, biraz tevekkül, biraz azimle kapanıyor. Ödenen diyetlerin haddi hesabı yok. Bir yaz akşamı bir elinde hortum diğerinde fırça, üstünde bir tulum başkalarını temizlerken gençliğini kirletmektesin. Temiz olan ne varsa kirleniyor.

3. virajın son yokuşundasın. Burada çok daha fedakârsın. Çoğu şeyi yok saymaktasın. Birin içine bin sığdırma gayretindesin. Her geçen gün hafızandan siliniyor bir şeyler. Evet, büyüdüğünü iliklerine kadar hissediyorsun. Bir yandan kırıp dökmeler diğer yandan yeni saraylar inşa etmektesin. Güçler dengelenirken sen yaşlanıyorsun. Saçlarına ilk aklar düşüyor.

Kabuk çatladı ama kırılmadı. Özgürlük fikri üzerine mütalaalar... Hakkında konuşulanların hiçbirisi yaşanmadı. Belki kısa sürdü. Bedene ruh girip girip çıktı. Kalp bir attı, akabinde hemen durdu. Plan ve projeler üretildi, taslaklar hazırlandı. Tasarımı yapıldı geleceğin. O vakit ‘gelecek’ olanlar şimdinin dürbününde bir geçmiş kütlesi. İçimden enkaz diyesim geliyor. Bu dönemden Kamil’in zirvesine ait o kadar çok enstantaneler var ki. Sözler bitiyor, sükût başlıyor. --- Tarihte açılan her devir muhakkak kanlı bir şekilde kapanmış, inkıtaa uğramadan mutlak surette bir yenisi açılmış ve sürekli tarih tekerrür etmiştir. Tarihin tekerrürü insanoğlunun geçmişinden ders almamasından mıdır, geçmişini iyi yorumlayamadığından mıdır bilinmez; her insanın kendi tarihi ibret levhalarıyla doludur. Her dönemin kendine has sorunlarıyla, bu sorunların sağlıklı bir yöntem dâhilinde çözülerek bireyin gelişmesi, onca psikologun kafa yorduğu ‘kendini gerçekleştirme’ idolünün temelidir. Temeli sağlam olan hiçbir bina yıkılamaz değildir elbet. Nasıl ki kayanın dahi bir ergime noktası var, erir; öyle de sarsıntıların şiddetine göre her bina yıkılır, yıkılmasa da yamulur. Elbette yerine dikilecek yeni bina nispeten daha sağlam olacaktır. --- Kilometre taşları geride kalırken yeni bir yolculuk başlıyor. Pamukkale Ekspresinin içinde beş saate yakın sürecek bu yolculuk yeni bir başlangıcın habercisi. Güneş ufukta yeni yeni tülleniyor. Arınma dilenirken kabule odaklı adaklar diliyorsun. Azimle sıktığın dişlerinin gıcırtısı rayların gıcırtısına karışıyor. Niyetinde milenyumdan 13. yüzyıla atfen büyümüş olarak daha yerleşik ve kararlı bir hayat var. Elbette büyük geminin içinde, onun rotasına tabisin. Tren, istasyona yaklaşıyor.

Sanki başka bir ülkeye varmışsın gibi seni bir elçi karşılıyor Haydarpaşa’da. Sonra malum elekten geçiriliyor, kilona, boyunun ölçüsüne göre bir kaftan dikiliyor. Üzerinde yeni bir urba sağa sola ürkek tebessümler dağıtıyorsun. Bunca tecrübeye rağmen çömezliğinin zirvesindesin. En âli dostun sıfır. Sen de sıfırın içine büzülmüş noktacık. Anne karnından fırlamış tombul yanaklı bebe. İlk aylar yediğin her şey mama, gittiğin her yer atta’a. Kucaktan kucağa maşallahlar barekallahlar eşliğinde beş vakit kulağına ezan okunuyor. Kundaklar içinde nefes alışın dahi kontrol altında. Aslında bir ömür boyu olmak istediğin haldesin. Lakin büyümek iyi bir şey değil. Her çocuk zamanla emekliyor.

Çocuk olmanın en zor yanı bir şey talep ettiğinde sürekli ağlaman gerek. Dördünü aşmış çocukların toplumca şirinlik sıfatından mahrum edilmesi, ağlamak ve masumiyetle gelen hüsn-i zannın art niyet ve suiistimale maruz kalması. Bu ikiyle ikinin çarpımının beş olamayacağı kadar mutlak bir doğru. Hele ağlamayı dahi bilmiyorsan, yani sükûta müptelâ bir çocuksan bahşiş gibi verilmiş ilk aylarında dahi ne hâlini arz edebiliyorsun ne de toplumca hüsn-i kabul görüyorsun. Nihayetinde her annenin çocuğuna olan şefkatini sen de hissediyorsun. Bu da görünüşte her şeyi olağan kılar. Yani bir dolanım, bir helezon içinde sende bir saman olarak o deliğe çekiliyorsun. Buna ne karşı gelmek mümkün ne de sapken taneler arasına düşmek. Sapla saman birbirinden ayrılıyor. Yaşam, çok katmanları olan ve her katmanında başka bir sır gizlenen, hayli karmaşık bir duygu ve düşünce evreni. Yaşamın İstanbul’dan tek farkı, yaşayan son bakirenin İstanbul olması. Jelâtinle kaplı dokusuna her tecavüz girişimi İstanbul’un âhına müptelâ olur. Kanatları gölge gölge; İstanbul, her âşığın üstüne düşen bir nurdur. Ömrün bir çeyreğinde misafir olduğun İstanbul’da bir doğum gerçekleştirdin. Elbet seni doğuran ananın duasıyla musibetlerden mahfuz edildin. Yaşlanınca insanı toprak çeker derler. Sen de ömrünün son deminde ruhunu önce Rahman’a sonra İstanbul’a teslim eyledin. Mevt öncesi İstanbul üstüne düşüyor.

Nihayet bir oyuncağın olur. İstediğin gibi evirip çevirip kuleler gökdelenler inşa edebileceğin büyük bir oyuncak. Lakin tehlikelidir aynı zamanda. Elinde patlayabilir mahiyeti vardır. Sorumluluk ve farkındalık ister bu oyunu oynamak. Farkındaydın tüm oyunların. Ama henüz reşit olmuş bir çocuktun. Mevlana kulağına fısıldıyor: ‘İnsan bir buğday tanesine benzer. Bir tohumdur toprağa atılır, üzerinden bir kış geçer, baharı bekler. Sonra filiz verir yeşil bir ot olur. Yağmur altında ıslanır da ıslanır öyle başak verir. Sonra güneşte kavrulur, sararır boynunu büker. Buğdayın çilesi bununla bitmez. Biçilir ve sapla samanı ayrılır. Sonra değirmen taşının altında ezilir, un olur. Sonra tekneye girer, hamur olur, yoğrulur. Tekneden çıkar fırına girer, fırın ateşinde son bir kez pişer yenmeye ehil hâle gelir. Ekmek olur.’ Zamanın çarkları kusursuz işliyor.

Maddeden manaya geçiş sürecinde oldukça temkinliydin. Zaten birçok şeyi geride bırakmıştın. Yeniler ve yeniler sarmıştı etrafını. Çok okuyor, çok düşünüyor az konuşuyordun. Sanki bu maya tutacak gibiydi. Lakin beklemek ve görmek, yaşam üzerine dantelâlar işlerken sabırlı olmak lazımdı. Sevgi tılsımı yaymak, dağıtmak için önce sevilecek ne varsa sevmek lazımdı. Seviyor muydun? Sorular cevapsız kalıyor.

Sır perdeleri bir bir aralanırken her perde arasında bir aynaya muhatapsın. Kendinin kim olduğunu ilk kez bu kadar net görüyorsun. İşte bu anda kendinden korkmaya başlıyorsun. Kaçak yaşamı kabulün aynı zaman dilimine rastlar. Artık İstanbul’un esen rüzgârlarında savrulmak için yeterli sebebin var. Geliştirdiğin mekanik ve idareten işleyen bir düzenek içinde tam üç seneni kendini aramaya adıyorsun. Beyninin içinde ur gibi bir geçmiş sürekli yakalarını silkeliyor. Nereye kaçsan, nereye sığınsan karşında an gibi duruyor. Batan balık hep yan gidiyor.

Bıyıkların yeni yeni terlemiş. Tığ gibi delikanlısın. Saat 20.00’yi vurmaya bir dakika kalmış. O gece... Yani gırtlağında acının topaklandığını ve bunun katıksız gerçek acı olduğunu düşündüğün o gece. Piç gibi ortada kalıyorsun. Gözlerin acıyla yanıyor. Harem İskelesinde sabahın beşi; tam olarak yirmi yaşındasın. Doğum günün kutlu olsun. Her tik tak başka bir ölüme sayıyor.
Rölantiye aldın kendini. Bu kez çelik bir zırhın var. Sanırım bu hâlde hiçbir kurşun işlemez. Tecrit olunmuş bir yaşantın var. Burnunun kemiği sızlıyor çoğu zaman. Acının birçok şekline bağışıklığın var. Bayram olur, ah nerede o bayramlar dersin. Beklentileri küçültüp verimliliği azami tutmak kaygısı içindesin. Ne mümkün! Düşüşün çok keskin. Her günün dünkünden biraz halsizce. Kangren olmuş bir parçanı kesip atıyorsun. Artık en azından ne istemediğini biliyorsun. Daha azimli olman ve toparlaman lazım kendini. Deniz fırtınalı ama bu gemi bu fırtınada batmaz! Nafile yeniden başlamalar ve sınırsız patinaj... Sen iflah olmazsın. Her nefret başka bir nefreti uyandırıyor. Med-cezirler kesintisiz devam ederken kaderin hükmü söz konusudur. Bu ancak zamana göre değişen manaların iyi yorumlanmasıyla tespit edilebilir. Beş katlı İstanbul Yalısının ilk üç katını kısa zamanda harabeye çevirdin. Üç yılın içinden seçeceğin elmas boncuklarla ancak bir kolye yapabilirsin. Elbette ‘ama’lar ve ‘ise’ler sarmıştı her yerini lâkin yine de kurtarabilirdin kendini. Tek hak verdiğin, o dupduru sevginin ne demek olduğunu bilmiyor olmandı. Yakın zamanda öğrenecektin. O vakte kadar sabretmen lazımdı. Haftalar ellerinde ufalanıyor.

Her insanın hayatında dönüm noktaları vardır. Bu belli bir birikimi gerektiriyor gibi gözükse de aslında bu konuda gerçek olan tek şey Rıza-i İlâhî’nin dilemesidir. Her an bir yazı yazılıp silinmekte. İnsan hayatın çarkları arasında bir yerlerde ezilmekte, bir koridorda kaybolmakta. Yaşamın içinde bir yerlerde insan olarak istihdam edilmişsek, uzaya göre konumumuzun şartlarını gözeterek hazırladığımız bir planımız varsa, Hakk’ın da vardır bir planı. Allah kalplere yazı yazıyor.

Hepsi bir uykuydu. Bambu ağacı 10 yıldan fazla toprağın altında kalır, başını çıkarmayı başardığında bir sene içinde metrelerce boy atar. Bu bekleyiş olması gerektiği kadar sürdü. Hâlihazırda beklemek dışında yapacak çok şeyin de yoktu. O gece ilk kez kendini aşka bu kadar yakın hissetmiştin. Belki de ihtiyacın olan buydu. Artık son demlerini yaşamaktaydın. Ecel fısıltılarını duymaya başlamıştın. Ölmeden önce bir kez olsun gerçek sevgiye muttali olmayı ümit etmiştin. ‘Men talebe ve cedde vecede’ (Taleb eden taleb ettiği şeyin arkasına düşer ve bu yolda ciddiyet gösterirse, er-geç aradığını bulur’). Allah ümit ettiğin şeyi sana lafzıyla birlikte gösterdi ama küçük bir farkla. Görmeye hazır olduğun kadarını gösterdi. Aynı sabahın beşinde o Çeşme Durağında gerçekten hakiki acının ne olduğunu hissetmen için sana verilmiş bir hediyeydi. Hediye O’ndan geldiği için başım gözüm üstüne dedin, eyvallahlar çektin. Bu sert bir tokattı ve uyanmak için tam olarak ihtiyacın olan şeydi. Başladığın yere dönüyorsun.

Bundan sonrası için yazabileceğin her şey belli bir birikimin ürünü olacak. Yazan sen olmadığın gibi yazmana vesile olan da belli bir sebepler zincirine dâhil. Zaten mürekkebi sana ait olmayan bir denizden olan bu kalemin bu konuda yazacak anlatacak çok şeyi var ama hakkında tek kelime konuşmak manasız. Çünkü yer yerinden oynuyor, tüm değerler yeniden şekilleniyor. Yeni bir yüz yeni bir kimlik... İçinde dalgalar çırpınıyor. Deniz şimdi doğuyor.

Değişim, değişimi yanında getirir. Her değişim bir başkasının sırtına yaslanmış domino taşlarının bir elle hareket ettirilmesini bekler. İç içe geçmiş yaşamlar için en güzel tabir: zincirleme aşklar. Her kelime her anlamı içinde taşıyor. Kelimelerle öylesine barışıksın ki, yüzyıllık suskunluğuna bir tokat gibi şaklıyor. Dünya öylesi küçülmüşken gittikçe büyüyen değerler ve manzum anlaşılmazlığın. Bu noktada özür dilemediğin kimse kalmıyor. Bast-ı zamanla birlikte altın yıl; yani milenyumu altı geçe 1000 yıllık taze ömür yaşam hanene işliyor. Avucunda bir dünya dönüyor.

Gözle göremediklerin mesafelere inat nefesin içine saklanıyor. Her yeni gün başka bir şiire hamile. Fiziksel doğumundan beri bu, başına gelen en iyi şey. Kadrini kıymetini bilmen isteniyor. Bir derece sonuna kadar kullanıyorsun bu ruh haletini. Belki de ömrünün son anına kadar elindeki en büyük kozun bu olacak. Yaşam DNA’sının şifresini çözdün. Tebrikler. Parmaklarında günceler dokunuyor.

Zikzaklar, olmazsa olmazıdır hayatın. Her dönemi iniş ve çıkışların çetelesine bürünmüş bu karmaşık yapı içine gerçek ve gerçeğin yansımasını birbirinden ayırt eden adeta bir turnusol kağıdı yerleştirilmiş: vicdan. Pergelin bir ayağı sabit olduğu sürece diğerini ne kadar açarsan aç her zaman küçük de olsa bir daire içinde yer alırsın. Ne vakit pergelin sabit ayağı yerinden oynarsa o zaman dairenin bir kısmı açıkta kalır ve gulyabanilerin içine girebileceği bir delik, bir oyuk oluşur. Pergelin bir anlık sarsılmasıyla oluşan küçücük deliği tamir edemeden zamanla genişlettin ve dairenin dışına çıkarak yine karanlıkta kaldın. Kilometre taşları kırılıyor.

Kuyumcularla olan küslüğünden artık elinde ancak hurdacılara satabileceğin altınlar kaldı. Bir değeri olmadığı için hunharca harcadın ne var ki o hazineden öylesi miras almıştın ki önüne gelene istediği kadar vermene rağmen halen sanki tek bir külçe kaybetmemiş gibisin. Yazık ki on para etmez olmuştular. İstanbul gibi bir medresede nafiz üstatlardan ders aldın ve icazetini alma vaktin geldi. İçinde buruk bir sevinç yaşadın o gün. Zira karanlık öyle çökmüştü ki, hiçbir ışığın kuvveti kâfi gelmiyordu. Her zaman ki yaptığın şeyi yaptın. Sustun, kaçtın ve beklemeye koyuldun. Güneş guruba meylediyor.

'Küllü nefsin zaikatul mevt', (Her nefis ölümü tadacaktır). Her vücuda biçilen bir süre olduğu gibi her ruhun da bir acziyet süresi, kemâle ermesi, yaşlanması ve ölümü söz konusudur. İbadetin şekille canlanması nasılsa öyle de ruhlar bedenlerde can bulur. O köy evinin soğuk yeşil duvarlarına yeniden çentikler atıyorsun. Hasta yatağında Azrail’in kapını çalmasını bekliyorsun. Bazen ölüm dahi kendisi de bir nimettir. Hem ölüm bir son değil başka bir yerde yeniden uyanmaktır, Sevgili’ye kavuşmaktır. Hicret soluklu bir ayrılık kapını çalıyor. İstanbul’a veda ediyorsun. Etin kemiğinden ayrılıyor. Şimdi yeni bir yaşamın içindesin. Her yeni gün yeni umutları karnında taşıyor. Güneş eskisi gibi bir doğuyor bir batıyor. Bataklıklarda kurbağalar ötüşürken her yaşama bir mühür gibi aşk damgalanıyor. Yazılar yine yazılıyor, kalpler yine tik-taklıyor. İnsanın başına gelen en gerçek şeyin adıdır yaşam. Yaşamın ta kendisidir aşk. Bu gece, yani mayısın sekizi günlerden perşembedesin. Gerçek yaşamın tam ortasındasın. Yaşadığını iliklerine kadar hissediyorsun. İçini yıldız basıyor.

Gittiğinde yazdı kaç bahar geçti şunun şurasında. Şimdi aşkımız bir annenin çocuğa duasında...

Diğer Yazıları