Menu
ÇEKİRGE SIÇRAMADI
Öykü • ÇEKİRGE SIÇRAMADI

ÇEKİRGE SIÇRAMADI

Düşünde uzun kanatları olduğunu görüyordu. Güçlü bedeni, mükemmel bir aklın idaresindeki yetileri...fakat ahh! topallık. Ne yürütüyor, ne gördürüp onduruyor ne de (adam akıllı) sıçratıyor.
Yılanlar bile yenilenir gömlek değiştirirdi, bazı hayvanlar kabuk... Kelebeklerin sevimsiz tırtıllardan doğduğunu kim kabul ederdi. Pervaneler gökyüzünde eğlenirdi. Kimileri gönlünce kanatsız pusulasız istediği yere çeker giderdi.
Posta güvercinleri eleğimsağmanın içinden geçerdi; kartal uçuşlarıyla yeryüzüne dönerdi. Turnalar “Yare” selâm söylerdi. Zümrüdüankalar, Kaf Dağı’nda keyfederdi.
Yazık ki, soylu gök hayvanlarından değildi. Sadece sıçrayabilirdi. Ama bir türlü yeterince havada kalamazdı, mekân tutamazdı, tutunamazdı.
Tıknefesti, sonra boyu kısaydı. Dermansızdı, cüssesizdi de...tek engel, takat meselesi miydi?
Aslında yolu tüm arzularına rağmen upuzundu dipsizdi. İkide bir tökezliyordu. Geri dönüşler atak ruhunu rencide ediyordu. Lâkin.. Şikâyet edebilir miydi?
Yalnızca gökten inenleri, hissesine düşenleri kabul edebilirdi.
Yağmurlarla seviniyordu. Amansız yakıcı güneşlerle serinliyordu. Siyah bulutlarla perdelense de, delip geçen ışınlarla hafifliyordu.
Çöl, tıpkı “fırtınalı sakat kalbiydi”; yeşermeye ihtiyaç gösteriyordu. Gene de mutluydu. Ne varsa semadan geliyordu.
Geçilecek seçilecek çok kapı pencere vardı. Erişmeye hâli yeter miydi. Üstelik meydan kimin yeriydi... Hiç değilse tuvalet pencerelerinin önünde olabileydi.
Çekirge o gün sıçramadı. Sersem sarhoş, küçük atlayış denemeleri yaptı. Daha yakın.. en yakın olmak niyetindeydi.
Burası “Sevgili’nin Yoluydu”.
Bir ibadet hazzıyla heyecanlı, telâşlı, azmetmiş ahdetmiş bir kadına dolaşıyordu az kalsın.
Etekler örtüler, beyazlıklar kara(lık)lar bir muhabbet cümbüşüyle uçuşuyordu.
Esrik zamanın da uçmaktan başka şansı yoktu. Dönüp dururdu. Dönüp dururdu.
Bir kere daha denedi. Her zaman gezindiği avluda, dış kapılarda ister istemez...
Ama hemcinslerinin erişmeye özendiği; “mevcudiyetleriyle parselledikleri, özel göklerine yapışık kişizadelerin” başı yıldızlara ermiş muhteris mekânların, “on yaldızlı” lâübali yapıların, mütekebbir küstah salonlardaki anlamsız “varlık(lı)ların” sevdalısı kapılısı hiç değildi. Fark edince sevindi.
Görebildiği, kestirdiği merdivenleri çıkmıştı. Kısa, mütevazı bir yoldu. Cirmine/cürmüne göreydi.
Nihayet “Sevgili’nin Kapısı’ndan” giriş yapmıştı. Artık halılar üstündeydi. Tek adım...
Halbuki bütün mahlûkat atılıyordu oraya. Hamle yapan yapana; giren çıkan çıkana... Dökülen dökülene, ille de yada yabana...
...
Kendini eçiş büçüş hissediyordu. Aslında sevilen beğenilen, gücü kuvveti yerinde genç bir erkekti.
Gerçekler ağır olsa da kabul etmeliydi. Annesine refakat için geldiği “kutsal belde” de, huzursuzluk tatminsizlikle yüklüydü.
Nereye gitse, nereye varsa hep bir eksiklik yarımlık duygusu. Daima kanatsız, kırık.. daima gurbet, mahpusluk tıkızlık...
Bazen tuhaf bir hassasiyet kırılganlık... Bazen tam tersinden tezahür eden garip bir aldırmazlık ve vurdumduymazlık...
Akışkan fakat kap bulamama. Girdiği köşeli sivri kâbını beğenmeyip, hep aradığı şeyi(neyi??) bulamama. Hiçleme yokluk ve boşluk. Bilememe.. Birle(şe)meme...
Aniden irkildi. Ayağının altında yumuşacık, tüm sertliklerini keskinliklerini tûl i emellerini atmış, gölgesiz hayalsiz bedensiz, teslimiyet içinde bir gövde hisseder gibiydi.
Çekirge o gün sıçramadı. Ya da ölümüne “en uzun sıçrayışını” yaptı.
Yüzlercesi gibi yerde yatıyordu. İçinin tüm “ucuz özeti”, sünepe şişkin dertleri, düşüncelerinin kalın ifrazatı, irsî “Ben fazlalığı” dışardaydı.
Şimdi küçümencik kanatları da yoktu. Vücudu gibi ufak bir iz, bir ince yol; dikkatli gözlere “eksik” bir parçanın yahut bütün hayat serencamının hikâyesini anlatır gibiydi.
Temizliğe düşkün dev silindirler, az sonra üstünden geçer, son fiziksel kalıntıları da temizlerdi.
Sataşkan makine, arsız teknoloji kalpleri kefenler; ruhları defeder bilinmezdi. Yörüngesiz yitik akıllar toprak derinliklerinde, aşağı(lık)larda donup giderdi. Çekirge, “sükûtuyla” da halleşir söyleşirdi.
Ezik, silik, yüzlerce “fabrikasyon” gövdeden herhangi birini eline aldı. “Çağ hayvanının” gözleri açıklığa, göklere doğru körce bomboş bakıyordu.
Birkaç damla “özür(lü) kuru gözyaşını” avucuna bıraktı. Yeterince ağlayamazdı ki. “Mânisi” vardı.
“İstesen de sıçrayamazsın, sefere çıkamazsın; adın ‘Aşkın’dı’ senin değil mi.” dedi. Sonra dayanamayıp onu öptü... “Bedenin(in) tozu” dudaklarına bulaştı... Parçalandı tozardı.
Müstesna güzellikte bir gece güneşi doğuyor; şehrin bütün keremkâr kapıları ardına kadar tek tek açılıyordu.

Diğer Yazıları