Menu
HİCRET
Öykü • HİCRET

HİCRET

“Keder dahi getirse aşka güven. Kalbini kapalı tutma.” Tagore

Bahar parmak uçlarının titreyişlerinde Gözlerinin utanan ıslaklığında. Yüreğinin derin sızısında.
içinde bulunduğu durumdan bir an sıyrılıyor. O zaman başını kaldırıyor. Genç adamla göz göze geliyor. Yüzünün allığı artıyor, eline aldığı bir mendil imdadına yetişiyor. Genç adam bir şeyler ısmarlıyor. Sonra titreyişlerinde, yüreğinin teslimiyetini bulduğu genç adamın sesi kulalarında. “ Siz ne alırdınız?”
Yaşadığı duygu yoğunluğuna bir isim koymak istiyor. Aşık mı oldu? Seviyor mu? Sevebilmeyi, sevmeyi istiyor. Aşk bir uçurum gibi geliyor oysa. Yüreğini yangınlara sürükleyen, gözlerini kör eden bir tutsaklık olarak gördüğü aşka prim vermek istemiyor. Sevgi, ne güzel bir
Ellerini nereye koymalı. Masanın beyaz örtüsünün üzerine bırakmak istiyor. Avuç içleri ter içinde. Lavaboya gidip ellerini, kızaran yüzünü yıkasa. Alışkın değil böyle yerlere. Burası yeni açılmış olmalı. Ne kadar itinalı ve ince bir zevkle döşenmiş olduğunu, gözlerini ara sıra kaldırdığında anlıyor. Okumuşluğu, çalışmışlığı olmasa, içinde bulunduğu hali daha iyi yorumlayacak. Sanki hiçbir yere gitmeyen, hiç kimseyle konuşamayan, aciz bir hal ile başı önünde. Kelimeler geliyor dilinin ucuna, fakat konuşamıyor. “ Ne alırsınız efendim .“ Garsonun sesiyle duygu. Ne vefalı, ne asil. Terk etmeyen, ihanete sırtını dönen ve harcadıkça çoğalan tek sermaye. Biliyor tanıdıkça, bildikçe sevecek. Keşfedecek, başka dünyaların kapılarını aralayacak. bıkmadan dinleyeceği, yüreğine teslimiyet bağışlayan sesin akışına bırakıyor kendisini. Anlatıyor delikanlı, anlattıkça , sesi berraklaşıp, tüm dünyasını kaplıyor. Hala başını kaldırıp gözlerine bakamıyor.

...
Bir yaprak gibi titriyordu. Onun heyecanı beni de heyecanlandırıyor. Ruhumu ayrı bir havaya taşıyordu. Ben böyle miydim önceden. Böylesine nazik, incitmekten korkan, emanet duyarlılığıyla üzerine titreyen. Ben böyle Ağaçlara, kuşlara, bulutlara bir başka selam verecek. Yüreğinin çöllerine ırmaklar boşalacak. Yanan topukları, yalancı seraplardan adım alıp, onu, gerçek abı hayat ırmağının eteklerine taşıyacak. Yoruluyor yüreği. Korkuyor sonra. Terk edilmekten., yalnız kalmaktan korkuyor. O zaman yüreğinde yeni yeni filizlenen sevdasına sığınıyor. Korkuyla ümit arasında yalvarıyor . Yüreğinin titreyişleri onun sevdasının kanatlarında erirken yalvarıyor ve ağlıyor. “ Teslimim ya Rab “ diyor. “ Senin kaderine, sana teslimim.” “ Beni mahzun etme, beni bana bırakma, Allah’ım “ diye ağlıyor. Yemeğini bitiremiyor bir türlü. Lokmalar ağzında çoğalıyor. Hiç adeti değil oysa tabakta yemek bırakmak. Zorlandığını anlayan delikanlı, “ kendinizi zorlamayın, bitirmek zorunda değilsiniz” diyor. Yüreğine bahar serinliği, yağmur sonrası bir ferahlık sağılıyor Hiç miydim? Kendimi buluyorum. Gözlerinin derinine bakamadım. Hangi renkti gözleri unuttum. Ama yüreğini emanet aldım. Yüreği yüreğimde biliyorum. Güvercinler gibi titreyen elleri ellerimde. Kaderim diyorum. Alınyazım. Cennetim, emanetim. Ben buldum, kendimi, sonra onu, sonra acıyan ve acıkan yanımı buldum. Onun utanan sesinde, titreyen ellerinde, kızaran yüzünde, acizliğimi ve çaresizliğimi buldum. Bir derin kuyu gözleri inemedim. Ürkekliğinde yavru ceylanların utancını, yalnızlığında mona rozanın ellerinin dokunuşunu buldum. Ben onu buldum. Buldum ve yalvardım. “ Hayreyle Allahım’, Mahzun etme Allah’ ım’ diye. İlk defa böylesine yalvardım.

...

“Geçici rüzgarlar tarafından yağma edilir korkusuyla,
çiçeklerimizi toplamak için telaş içindeyiz.” Tagore

“ Yüzüne hala bakamıyordum. Denize bakan çay bahçesinde çaylarımızı yudumlarken, ilk sevgileri de yudumluyorduk .Bu sefer en çok o konuşuyor, kendini tanıtıyor. Anlaşılamamaktan korkuyor. Mücadeleci bir kişiliği var. Dirençli sabırlı bir yüreği. Başörtüsünden bahsediyor. Asla çıkaramam diyor. Çıkarmam benim için ölümle eşdeğer diyor. Açmamak üzere örtmüş saçlarını. Belki de ilk ben göreceğim o saçları. Konuşurken aniden doluyor gözleri. Yüreğiyle, imanıyla konuşuyor. O konuştukça, açıldıkca daha bir bağlandığımı hissediyorum.
Sizi kaybetmekten korktuğum için hemen bir yüzük alıp takayım dedim. O yüzük beni size bağlayan, sizi bana hatırlatan bir işaret olacaktı.
“Kaçışlar götürmez seni menzile. Menzile ulaşabilmek için yola çıkmayı murat etmelisin.”
Bizler yola çıkmıştık. Bu yol bizi Allah’ ın rızasın ve helaline, götürecekti.
Okuduğum hikayedeki o eski ev en eski ev olan Kabe idi. İtikafın son günü gül yüzlü yeğenlerinizle ve gülen yüzünüzle siz getirmiştiniz o eski evin resmini. Rabbim bana da nasip etsin o evi ziyareti diye dua ettim . ( Size nasip ettiği için gıpta ettim.) Sizin, Uhud Dağı’ndaki o kutlu ve güzel dağın eteğinde çekilmiş, o yalnızlığınızı, o güzelliğinizi, o dalgınlığınızı, o samimiyetinizi yansıtan fotoğraflar. Orada kendime de bir yer aradım. Kağıt iki boyutluydu, eni ve boyu vardı. Ama ben, duygumla, düşüncemle, niyetimle derinlik boyutunu kattım, ki kendimi de kattım. Ve niyet ettim o dağım eteklerinde dolaşmaya.
Öyle ki, nasıl olsa da şu Uhud Dağı’nı o sevgiliye anlatayım diye düşünmekteydim. İsabet oldu, nasip oldu, şimdi anlatayım. Geçen Cuma derslerinde A_li İmran Suresi’nde, Uhud Savaşını işlemiştik ve sormuştuk; “ Biz Uhud Dağı’nın eteğindeki savaşçılar olsak hangi grupta yer alacaktık? Mal ve ganimet toplayan ve dağın eteğini terk eden okçu grubundan mı yoksa, Resulün ve Allah’ ın emrine kesin itaat i arzulayan ve mevzilerine çivi gibi çakılıp, bakışlarını düşman saflarının en uzak yerlerinde gezdiren, o yiğit şehadet adayı, şehit ve şahitlerden mi olacaktık?
Bu cevaplanması zor bir soru olarak soruldu. Acaba bizim Uhudumuz nasıl? Biz Uhud imtihanına layık mıyız? O imtihanda acaba nerede olacaktık.
Benim Uhudum şu anda sizsiniz. Sizin eteklerinizde imtihan ediliyorum.
Biliyorum Uhudlar bitmeyecek. Her dağın ardından başka bir dağ aşacağız..

Yüreğimi yüreğine teslim ettiğim günden beri ben de Uhudumu arar oldum. Güz gelmişti. Yağmurlar yağacaktı yine kavrulan çöller misali yüreğime. Herkes uzaklaşıyordu benden. Sen yakınlaşıyordun. Allah’ ın bir lütfu olarak gelmiştin sancılı günlerime. Herkes beni, örtümü, mesleğimi, sorguluyor, ahkam kesiliyordu. Sen susuyordun. Karar senin diyordun. Tarafsız ve teselli veren sesinle. Her şey üzerime üzerime gelirken bir senin sesin sıcak ve içtendi.
Kariyer yapacaktım. Çalışkandım. Hocaların gözbebeği idim. Ailem ve çevrem beklentiler içindeydi. Sen gözlerinle sessiz mektuplar gönderiyordun yüreğime. Benim Uhudum sensin, senin Uhudun örtün oldu diyordun.
Evet, sen doğru söylüyordun. Çetin muharebeler yaşıyordum. Kimisi aç diyordu. Oysa ben tekrar açmak için örtmemiştim ki. Açmamak üzere, hiçbir zaman ve hiçbir şartta açmamak üzere örtünmüştüm. Peruk takabilirsin diyordu halamın kızı. O da Avukat olmak için öyle yapmamış mıydı? Peruk takmak istemiyordum. Olduğum gibi görünmek istiyordum. Neden böyle çözümler üretiliyordu ki. Ben kararlı idim oysa. Bir çıkış yolu olacaktı mutlaka. Bu çıkış yolunu bizler aciz iradelerimizle, doğruyu irdeleyip, tavizler vererek yapmaya kalktığımız müddetçe daha bir kapanıyordu yollarımız. Gerçek irade sahibine, teslim olursak, o yollar açacak, hicretler serecekti önümüze.
Sen haklıydın. Ben şu an örtümle bir uhud imtihanı veriyordum. Ya ayaklarımı ve kalbimi sabitleyip Allah’ın iradesine ve emrine tam teslim olacaktım ya da okçuların yaptığı gibi beni bekleyen ganimetleri toplamak için yola kaldığım yerden devam edecektim.

...
Gidiyordum. Memleketime güz yağmurları boşanırken, yüreğime akıttığım gözyaşlarımı menzil eyleyip gidiyordum. Umutlar yeşertir yarınlara dair güzel günleri. Umudu ve aşkı kuşanıp gidiyordum.
Parmağıma taktığın alyans bir işaret, bir nişane beni sana, seni bana bağlayan bir sevgi halkası . Seni bulduğum anda kaybederek, seni hasretlere beleyerek, sensizliği yüreğime yaren ederek gidiyordum. Hicret . Yari, anayı,evi,ocağı, bırakıp gitmek. İtaatin semeresi, değil miydi...
İstanbul gerilerde kalıyordu. Camilerden kurtuluş sedaları yükseliyor. Boğaz ateşler içinde,yakamozlara bulanmış son martıları ağırlıyordu. Sen de muhtemelen ağlıyordun. Anasızlığına, yuvasızlığına, ve şimdi de bulduğun anda kaybettiğin yarine ağlıyordun. Barbaros’ da kimseler yoktu. Deniz vardı sadece, uzakta siyah gemiler ve çığlık çığlığa uçuşan martılar. Sanki senin yüreğine ses olmuştu martılar.

...
“Geldim” diyordun. Sesin sanki kilometrelerce uzakta değil de hemen yanı başımda idi. “Gerçekten iyiyim, üzülme ne olur “diyordun. Bir insan ne kadar iyi olabilir gurbet semalarının altında. Yurdundan, yuvasından, tüm sevdiklerinden uzakta, bir emanet duyarlılığı ile üzerine titreyen anasının gözyaşları yanaklarında daha kurumadan, babasının çaresiz sessizliği henüz bozulmadan, bir genç kız ne kadar iyi olabilir. Kahroluyordum. Çaresiz dişlerimi sıkıp, terli ellerime tırnaklarımı geçirip,hakim olmaya çalışan tüm sahte düzenlere içimden küfürler savuruyor ve sesimin en itimat telkin eden hali ile,” Tabi iyi olacaksın” diyordum. “Sen şimdi bir hicret erisin. Tabi iyi ve güzel olacaksın. Her zamanki gibi...”

SELVİGÜL

1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

Daha fazla görüntüle