Şehrin ışıltılı caddelerini adeta ikiye bölerek, karanlığın ortasında rengârenk ışık huzmelerinin yansımalarıyla, derin bir durgunlukla akan Asi Nehri karşılıyor bizi ilk olarak. Gecenin karanlığında, yol yorgunluğunun mahmurluğuyla, portakal ağaçlarının dibinde antik evlerin bulunduğu otelimizi arama telaşına düşeceğimize bu büyülü nehri seyre dalıyoruz.
Nehirlerin birçoğu yukarıdan aşağı doğru akar. Asi Nehri, Suriye’den gelerek Antakya Samandağ’da denize dökülüyor. Araplar hep ters istikamete doğru akan bu nehri ‘El Asi’ olarak adlandırmışlar. Birçok mitolojik efsaneye konu olmuş olan, Asi Nehri’nin en önemli özelliği, şehri eski ve yeni şehir olarak ikiye bölerek akması. Başka bir efsaneye göre; Musa Peygamber, Kızıl Deniz’i ikiye böldüğünde, yönünü değiştirerek ters akan nehir olarak bilinmesi. Gerçek şudur ki; dünyadaki tüm akarsular da olduğu gibi, Asi Nehri de akarsu yatağının eğimine göre akar. Aktığı istikamet boyunca, kuzeyden güneye esen rüzgârlardan dolayı su yüzeyinde oluşan kuzey-güney yönündeki dalgalar aslında güneyden kuzeye doğru akan nehrin takip ettiği yolu gözlemlediğinizde, böyle bir kanıya kapılmamak elde değildir. Zira Asi Nehri özellikle denize döküldüğü Samandağına doğru, alçakta kalan Amik Ovası’ndan dağların arasına girer ve dağ burçlarını, dik yokuşları aşarak aktığı izlenimi uyandırır. Böylece, efsaneler şehri olan Antakya’da nehrin bu olağanüstü akışı, ters aktığı yönünde inanışa sebebiyet verir. Bilindiğinin aksine tersine akmamaktadır. Bir nehrin tersine akması için kaynağını denizden alarak, dağ başında sonlandırması gerekmektedir. Mitolojik anlamlar da yüklenen Asi Nehri’nin ters akıyor olarak bilinmesindeki en önemli unsurlardan birisi de; Lübnan’da doğup, hemen yakın bir mesafede denize dökülmeyip, kıvrıla kıvrıla Türkiye’ye gelerek oradan, denize dökülmesidir.
Bütün antik şehirler bilindiği üzere, nehirlerin üzerinde kuruludur. Antakya şehri de bundan nasibini almış antik bir şehir.
Asi Nehri hakkındaki tüm bu bilgilerden sonra, akışının istikametini öğrenince, yaşanmışlıkların, kutsallıkların, çekilen cefaların, o yörenin insanına, tabiatına, börtü böceğine nasıl da yansıdığını anlıyor ve hayret ediyorum. Dağ sırtlarında acımasızca şehit edilen Habib-i Neccar geliyor aklıma, sayhayla telef olan asi şehir halkı…
Sonbaharın serin rüzgârlarıyla yağmurları, karları ağırlamaya hazırlanan İstanbul gecesinden sonra, portakal ağaçlarının kokularının evlerin, camilerin, bahçelerinden rahiyalarla aktığı ılık bir bahar sabahında, Antakya sokaklarını adımlıyoruz.
İlk olarak, Cumhuriyet Meydan’ındaki, Asi Nehriyle bakışan, şehrin merkezindeki Arkeoloji Müzesini hızlı bir şekilde geziyoruz. Tarih boyunca, kentte yaşanmış tüm antik kültürlerin zenginliklerini ve ihtişamını yansıtan müzedeki mozaikler 1932 yılından itibaren başlayan kazılarla ortaya çıkarılmış. Fransızların idaresinde olan şehirde, 1934 yılında müze inşaatına başlanıyor ve 1939 yılında tamamlanıyor. Mozaik koleksiyonlarının zenginliği yönünden; dünyada ikinci sırada yer alan, Hitit, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine ait eşsiz eserlerin sergilendiği müze, 23 Temmuz 1948 günü ziyarete açılıyor.
Şehri adım adım dolaşmaya başladığımızda, sokaklarına, insanına, yollarına, evlerine, ibadethanelerine sinmiş bir hoşgörüyü hissetmemek mümkün değil. Dünyanın en eski yerleşim merkezlerinden olan bu antik şehir, birçok dini ve kültürü sinesinde barındıran yapısıyla tarihe meydan okuyan otantik şehir dokusuyla dimdik misafirlerini ağırlıyor. Modern yapılaşmaya karşı büyük bir direnç göstererek, evlerinin iç tasarımlarına verdikleri ehemmiyeti, tarihe tanıklığıyla birçok savaşa, çağa, yaşanmış olaylara şahitlik etmiş dış yapısına göstermiyor. Değişmemek ve dönüşmemek üzere mütevazı siluetini bozmaya hiç niyeti olmadan sizi gri duvarları, ahşap oymalı kapıları, dar sokakları, dantel gibi işlenmiş cumbaları ile tarihin sayfalarından sıyrılıp gelmiş bir halde konuk ediyor.
Hatay’ın sokaklarında dolaşırken, Akdeniz ikliminin ılık dokunuşu, cami ile kilisenin bitişik duvarları, kültürel anlamda olan farklılıklara rağmen, dar ve birbirine dokunacakmış gibi yakın duran evlerin nizamıyla insanların samimi komşulukları, bana Kudüs sokaklarını hatırlatıyor. Asi Nehri’ne doğru uzanan dar sokaklarda, limon ve portakal ağaçlarının gölgeliklerinde, soba borularından yükselen gri dumanda, köşe yazılarında, Müslümanların, Yahudilerin, Hıristiyanların ve daha birçok farklı mezhebin barış ve kardeşlik, ortamında yaşadıkları huzur şehrin ruhuna öylesine sinmiş…
Müze gezimizi tamamladıktan sonra, Antakya’nın merkezinde bulunan yine Asi Nehri’ne oldukça yakın mesafedeki, Büyük Antakya Parkı’nı hızlıca ziyaret ediyoruz. Osmanlılar zamanında açıldığı söylenen parkta Fransızların da çeşitli genişletme çalışmaları yaptıkları parkı gezerken, peyzaj mimarisinin eşsiz örneklerini görmek mümkün ki; yukarıdan bakıldığında bu peyzajı haç işareti şeklinde yaptıkları söyleniyor. Hataya has defne ağaçları ile çam ve pek çok ağaç çeşidi mevcut. Yapay göletlerde yüzen kuğuları, yeşilbaşlı gövel ördekleri, su çarklarının, fıskiyelerinin ruhlara esenlik ve sürur veren büyüleyici atmosferinden sıyrılmak kolay olmuyor. Bu müthiş bitimsiz güzellikteki suyun, yeşilliğin ve beyaz kuğularla türlü türlü kuşların dünyasından kendimizi zor sıyırıyoruz…
Hıristiyan âlemi için Antakya’nın önemi büyük. Ayinlerin Arapça yapıldığı Rum Ortodoks kilisesi Yeruşalem( Kudüs) Kilisesinden sonra en eski kilise olarak biliniyor. Roma, Antakya, İstanbul, Kudüs 10yy da en önemli dini merkezler. Cemaati en fazla olan kilise Antakya’daki ziyaretini yaptığımız, taş yapı şeklinde inşa edilmiş, on emri temsil eden, on sütunla desteklenmiş, Davud Peygamberden alınan ilhamla, kızlı erkekli Zebur’dan ilahilerin okunduğu merkezi kilise…
Şehrin en önemli kiliselerinden olan St. Pierre Kilisesi, kentin kuzeydoğusunda, Reyhanlı’ya yakın mesafede, bulunan mağara-kilise, Hıristiyanlığın yayılma dönemlerinden kalma tek yapı olarak biliniyor. Strauris ( Hac) Dağı’nın eteğinde, St. Paul, St.Pierre ve Barbanas ilk Hıristiyan cemaat ile toplanıp onlara bu mekanda vaazlar vermişler. Kilisenin içine açılan bir tünel bulunmakta. Ani baskınlar sırasında cemaatin dağa kaçarak gizlenmesine yarayan bir tünel.
Önünde bulunan bahçenin birkaç yüzyıl mezarlık olarak kullanıldığı anlaşılmakta. Kilisenin içinde, sunağın çevresinde de mezarlar bulunmakta. Bu mağara kilisenin en önemli özelliği; dünyanın ilk katedrali olarak kabul edilmesi. 1963 yılında Papa IV. Paul tarafından Hıristiyanlar için Hac yeri ilan edilmesi. Her yıl 29 Haziran günü yapılan ayinlere, Vatikan’dan temsilciler katılmakta. Rehberimiz sayısız ayinin ve bayramın yapıldığından bahsediyor kutsal tarihlerde.
Nihayet, Yasin Suresi’nde bahsedilen o kutlu kişinin şehit edildiği makamdayız. Habib-i Neccar Dağı’nın eteklerinde…
Hatay, Antakya gezisinin heyecanını günler öncesinden yaşamaya başladım. Yasin Suresi’ni her okuyuşumda, şehrin en uzak ucundan koşarak gelen hak ve hakikat öncüsü, “Ey kavmim”, “ Bu elçilere uyun” diyerek, diriliş ve arınmaya taşıyan, cesur yürekli hak yolcusunun seslenişinin yankılandığı bir diyara gitmek… Aynı zamanda, Samandağ’ da Musa Peygamberle Hızır (a.s) buluşma rivayetleri. Habib-i Neccar Dağı’nın sırtlarında başı gövdesinden ayrılarak şehit edilen bu yürekli hak yolcusu müjdelenirken, “ Cennete gireceksin” diye haykırıyordu; bencillikten, hasetten, garezden uzak bir halde. O’nun nidası, inançsız, inkârcı kavmine bir dua makamında, şahitlik makamında adeta kurtuluşa taşımak ister gibi içli ve duyarlı bir seslenişti: “ Keşke kavmim bilseydi… Rabbimin benim geçmiş günahlarımı bağışladığını…”
M.S 40’lı yıllarda Hz. İsa, havarilerinden iki kişiyi seçerek Antakya’ya gönderir. Havariler şehre geldiklerinde, Habîb-i Neccar ile karşılaşırlar. Gelen elçiler, İsa Peygamberden aldıkları ilimle, birtakım müzmin hastalıkları iyileştirdiklerini şehrin ahalisinden olan bu şahsa söylerler. Sahib-i Yâsîn diye de meşhur olan Habîb-i Neccar, senelerdir yatalak hasta olan oğlunun elçiler tarafından iyileştirilmesi üzerine, Hz. İsa’ya ailesiyle birlikte iman eder. İki elçi Antakya’ya girdiklerinde yöre halkı, elçileri hoş karşılamazlar ve zindana atarlar. Elçilerin tüm çabalarına rağmen onların mesajlarını önemsemezler, hatta onları uğursuz sayıp eziyet etmekten geri durmazlar. Şehrin kralı da halkı gibi düşünmektedir. Ayetin ifadesiyle :“Kentin en uzak ucundan bir adam koşarak geldi (ve) “ Ey kavmim! Dedi, “ Bu elçilere uyun! Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun!”( Yasin Suresi: 20,21) Fakat halk hiç oralı olmaz, Habîb-i Neccâr’ı şimdi kendi adı ile bilinen Habîb-i Neccâr Dağı’nın eteğinde, başını gövdesinden ayırarak şehit ederler. Kral da elçileri hapse atar. Sonrasında, Şem’un es Saffar ( Şemûnüssafâ), daha hazırlıklı olarak aynı şehre tekrar gelir. Kral ile iyi ilişkiler kurar ve onun güvendiği adamlarından olur. Hapsedilen havarilerin özgürlüklerine kavuşmalarına vesile olur. Tüm bunlara rağmen halkın çoğunluğu iman etmez. Kimilerine göre, buralar Hıristiyanlığın merkezi haline gelmiştir. Kimilerine göre de halkın bir kısmı ve kralın iman etmesine rağmen Kur’an-ı Kerim’de buyrulduğu üzere gelen sayha ile helak edildiklerine inanılır.
Habib-i Neccar Dağının eteklerinde hak ve hakikat yolcusunun şehit edildiği yerden Antakya’nın eşsiz manzarasını seyre dalıyoruz. Kentin insanı asırlar önce şehit edilen kutlu kişinin makamını mazinin hesaplaşma duraklarından bir durak olarak öylece dağa bakarak tersten seyrediyor oysa… Yaşanmışlıkların inbiğinden süzülen inanç duraklarında başı gövdesinden ayrıldığı yer olarak bilinen yerde olmak bizleri heyecanlandırıyor ve yüreklerimizi kendi hesaplaşmalarımıza taşıyor sanki.
Habibi Neccar Dağı; Antakya ve çevresi, Halep’in civarından gelen gruplar halinde gelen ziyaretçilerle dolup taşıyor. Yöre halkı için piknik alanı da olan bu bölgenin eşsiz bir manzarası var. Mağara’nın doğal hali son zamanlarda yapılan müdahalelerle tabii halinden uzaklaştırılmış. Dağın eteklerinden inerken, yöre halkının söylediği ilahinin seslenişiyle şehrin merkezindeki Habib-i Neccar Camiine yola koyuluyoruz.
“Demedimmi demedim mi, gönül sana demedim mi?
Çok uyuyan yolda kalır, gönül sana demedim mi?
Habibi Neccar gör ne yaptı, yüreğine mıhlar çaktı
Kanı oluk oluk aktı, gönül sana demedim mi?”
Habib-i Neccar Camii, Antakya şehrinin eski şehir dokusunun merkezinde bir bölgede mütevazı yapısıyla bizi karşılıyor. Cemaatle öğle namazlarımızı eda ediyoruz. Osmanlı döneminde yenilenmiş, muntazam kesme taştan yapılmış. Avlusunda on iki küçük sütun üzerine oturan taştan bir şadırvanda abdestler alınıyor.Defalarca yıkılıp yapılan Cami Osmanlı döneminde son halini almış. Etrafı medrese odaları ile çevrili, avlusundaki şadırvan 19.yy da inşa edilmiş. Habibi Neccar’ın ve Şem’un Es Saffar’ın makamlarını ziyaret ediyoruz.
Namazdan sonra taş duvarlardaki ozanın dizeleri, Antakya halkının hak ve hakikat yolcularına ne denli bağlı olduklarını gösteriyor:
“Hızırla Musa’nın gezdiği şehir
İşte ortasından akıyor nehir
Zalimler Habib’e kıydılar âhir
Cennet-i Âla’da Habibûn Neccar” (Aşık Feyzi Dönmez)
Bereketli bir hale bürünen gezimizin bir sonraki durağı Şenköy. Kireç badanalı evlerin, köşe başlarında küçük dükkânların ve manavların, sarmaşık, hanımeli, sardunyalarla örülmüş merdiven başlarının ve balkonların bulunduğu, toprak yolları bahar dallarının gelinler gibi beyazlara bürünmüş gölgeliklerinde geziyoruz. Taze çimen kokusu, bahar çiçeklerinin eşsiz güzellikleriyle, Şenköy Belediye Başkanı’nın konuğu olarak, yörenin tandırda ekmeğini, soğuk ayranını ve eşsiz lezzetteki taze kavrulmuş peynir tatlısını yerken, başımızın üzerinden ak bulutlar duru maviliklerde öylece akıyor, bahar başka gelmiş buralara anlıyoruz ve neredeyse gözlerimiz doluyor bunca güzelliğin karşısında… Şenköy’den nar ekşisi, zeytinyağı ve sabun alıyoruz.
Dönüş yolundaki durağımız Harbiye. Antik çağın Daphne kentinin eşsiz şelalelerini görmek bizi bambaşka büyülüyor. Grup halinde aşağıya doğru indikçe çağıldayarak akan, suyun güzelliğinin büyüleyici yalancı bir cennete dönüşmüş köpük köpük akışı önünde buluyoruz kendimizi. Suyun akış musikisi, yeşilliklerin, sarmaşıkların, asırlar öncesinden çağıldayıp akıp gelen efsanenin sırlı dünyasına taşıyor bizleri… Efsaneye göre, Zeus’un oğlu Apollon, ırmak kenarında gördüğü genç ve güzel kıza âşık olur. Bu eşsiz güzelin adı Defne’dir. Apollon onunla konuşmak ister. Fakat Defne pek oralı olmaz. Kaçmaya başlar. O kaçar Apollon kovalar. Başına kötü şeyler geleceğinin bilinciyle kaçar Defne. Artık Apollon onu yakalamak üzeredir. Defne bir an durur ve toprağı kazıyarak: “ Ey toprak ana, beni ört, beni sakla, beni koru.” Diye seslenir. Bu içten yalvarış sonucunda, kokulu saçları yapraklara dönüşür, kolları dallar halinde uzar, körpe ayakları artık toprağa kök salmıştır, artık bir defne ağacına dönmüştür. Defnenin gözyaşları da Harbiye’de gümrah halde akan şelalelerdir…
Akşam yemeğimizi müstesna bir mekanda yerken, yörenin eşsiz; muhammara, oruk (Antakya usülü içli köfte), patlıcan ezme, humus, közde künefe, Gavurdağı salatası, kağıt kebabı, tarçın, kuru kekik, gibi bir çok yöresel lezzetlerini tatmış oluyoruz.
İnanç turizminin eşsiz mekânlarına geziler tertipleyen “ Haydi Gezelim” ekibinin samimi yolcularının arasında olmak apayrı bir güzellik. Mülk Suresiyle başladığımız yolculuğumuza, Hızırla Musa Peygamber’in buluştuğu Samandağ’a doğru köylerden, kasabalardan geçerken, hocanın Yasin Suresini okuyan davudi sesi yolculuğumuza eşlik ediyor
Samandağ, sahili döven beyaz köpüklü dalgalı denizi, uçsuz bucaksız bulutlu bir mavilikle uzanan gökyüzü, gelincik tarlaları, beyaz gelinler gibi süslenmiş bahar dallarıyla karşılıyor bizi. Dünyanın bittiği yerde gibiyiz. Gökyüzü alabildiğini uçsuz bucaksız ve aydınlık. Uzaklarda Laskiye buğular içinde sisli denizin sularına gömülmüş…Uzun bir yürüyüş sonunda Titus Tünellerine ulaşacağız. Grubumuzda yaşlı ama genç yürekleriyle bizleri şevk ve gayrete sürükleyen seyyahlar var.
Titus Tüneli, Samandağ’ın, 5 km. kuzeyinde denize bakan yamaçta M.Ö 300 yıllarında Seleuykos Nikator tarafından kurulan ve kurucularının adıyla anılan bir şehir. Şehrin bitiminde, bir iç liman vardır o zamanlar. Dağdan inen sellerin bu limanı doldurması tehlikesi ortaya çıkınca, imparator Vespasianus zamanında dağ delinerek eşsiz tüneller açılmış. Bu tüneller Titus zamanında tamamlanır ve 7mt genişliğinde, 6mt yüksekliğindeki bu tüneller vasıtasıyla, limanın sularla dolması engellenmiş olur.
Tünellerden geçerken, büyülü bir zaman tünelinin asırlar öncesi atmosferini soluyoruz sanki... Eşsiz bir yeşillik, yer yer antik harabeler yolculuğumuzun şahidi. Maydonoz tarlaları, beyaz gelinler gibi elma bahçeleri, kırmızı gelincikler… Tüm bu tabiat manzarasını, aşağılarda köpük köpük sahili döven denizi bırakarak tırmanıyoruz. Hava birden bozuyor. Yol kenarlarındaki nar ekşisi, zeytinyağı, defne yağı satan esmer köy çocukları “ dört mevsimi yaşarsınız buralarda” derken, birden dolu yağmaya başlıyor. Neredeyse fındık büyüklüğündeki dolular bedenimizi aniden dövmeye başlayınca kendimizi, çaputların, rengârenk mendillerin bağlandığı bir ağacın dibinde buluyoruz. Her taraf beyaz misketler gibi yağan doluyla beyaza kesiliyor. Yola devam diyoruz. Paçalarımıza çamurlar bulaşsa da, göz aydınlığı, berrak ışıklarıyla güneş gülümsüyor tepemizde.
Tünelin deniz tarafındaki girişine göre sağ tarafta yer alan 100mt. kadar uzaklıktaki kaya mezarlarına nihayet ulaşıyoruz. Kayalara oyulmuş mağaraların içinde bulunan çok sayıda mezarın en çok ilgi çekeni, çukurun tabanındaki geniş mağara. İçinde çok sayıda mezar bulunan bilinen mağara diğerlerinden farklı yapılmış yüksek ve gösterişli bir mezar yüzünden halk arasında; “ Beşikli Mağara” olarak anılıyor…
Samandağ’da portakal bahçelerinin kokularıyla bezenmiş bir camide öğle namazımızı eda ediyoruz. İmamın oğlu portakal ağacına çıkıyor ve bizlere taze portakallar atıyor ağaçtan. Ağaçtan portakal yemek de nasip oluyor, meyvenin, sebzenin her türlü gıdanın genetiğinin bozulduğu zamanlarda. Dünyanın bittiği yerlerden bir yer gibi görünen Samandağ’dan Musa (a.s), Hızır(a.s) mın makamına doğru yola çıkıyoruz.
Yol arkadaşlarımın isteği üzerine, dalgaların dövdüğü masmavi deniz, uçsuz bucaksız uzanan sahil bize yoldaşlık ederken; “ Hızırla Yolculuğu” okuyoruz…
Hızır Türbesi olarak bilinen mekân, Samandağ Deniz Sitesinde ve denize çok yakın bir konumda kutsal bir mekân olarak ziyaret ediliyor. Rivayete göre Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın buluştuğu yer olan kutsal bir kaya olarak anılmada ve kutsal mekânın çevresinde geleneksel olarak bir veya üç kez dönülmekte. Müslüman ve Hıristiyan halkları için büyük öneme sahip olan Türbe her yıl büyük ziyaretçi akınına uğramakta. Onca dönen kalabalığın içinden sıyrılıp, yan taraftaki mescitte namaza duruyoruz.
Bir rüya şehri gibi dolaştığımız, efsaneler, antik çağdan esintiler taşıyan Antakya şehrinden ayrılmak kolay olmuyor. Tüm anlatılanların, efsanelerin, kutsal kişilere ait tüm anlatıların doğruluğunu Rabbim bilir. Ama Anadolu’nun çoğu şehirlerinde benimsenip adına mabetler, türbeler yapılan büyük şahsiyetler kuşkusuz onlara duyulan büyük muhabbetten ve sahiplenme duygusundan kaynaklanmaktadır. Aslolan ayette de belirtildiği üzere, gezip dolaştığımız tüm mekânları ibret, öğüt ve ders alacak şekilde adımlamak…
“Sizden önce (nice) hayat tarzları gelip geçti. Öyleyse, yeryüzünde dolaşın ve hakikati yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün. Bu, bütün insanlara açık bir ders ve Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar için bir rehber ve bir öğüt (olsun).(Âl-i İmran 137-138)
1971 Reşadiye Tokat doğumlu yazar Lise ve Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi . Kısa süre muhabirlik ve öğretmenlik yaptı. Bağcılar ve Bahçelievler Kültür Mdlüklerinde görev aldı . Pamuk Şekeri Çocuk Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Edebistan Sitesi’nin söyleşi editörlüğünü bir süre sürdüren yazar İstanbul Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.