Onu bir katilin kurbanını tanıması gibi tanıdım. Yıllarca. Bir yerlinin bir sömürgeciyi tanıması gibi tanıdım, bütün ayrıntılarına dikkat kesilerek. Bütün hesaplarını ele geçirdim. Alışkanlıklarını ezberledim. Fotoğraflarını inceledim. Kilo değişimlerini, mevsime göre bedenindeki değişmeleri, tepkilerini izledim. Başkalarıyla diyaloglarını izledim. Ressamdım, yetenekliydim. Gözüm kapalı yüz hatlarını bir kâğıda aktarıverirdim. Yüzündeki çizgilerin anlamını, gülerken kırışan bölümü, kısılan gözü, sakalı uzadığında yayıldığı alanı ezbere çizerdim. Oyun hamurundan kısa sürede bir büstünü yapıverirdim. Çalışma odamdaki eski büfenin rafı renk renk büstleriyle dolmuştu. Öyle çok fotoğrafı vardı ki, her birini inceleyerek üç boyutunu da kusursuzca tasarlayabiliyordum. Hareketli bir kuklasını bile yaptım.
Ölümün vız geldiği süreçti ümitsizliğim. İkinci aşama deniyor buna. Bütün tehlikeli işlere girip çıktım. Gece çalıştım. Ağır sporlar yaptım. Bazı geceler ümitsizliğin koyu ve kalın perdesi aralanır, içeri anlamsız bir renk sızardı. Ama ben bu zayıf ışıkla hiçbir yere gidilmeyeceğini bilen rasyonel varlık, ben bununla avunmamak için gözlerimi sımsıkı kapatır ve ilk telefon görüşmelerinde duyduğum “nasıl sevmem bana o mektupları yazan elleri” veya “seni özledim” gibi esasen pek anlamlı olmayan, ümidin sadece kırıntısını taşıyan bu sözleri çarpıtmak için belleğimi zorlardım. Bedenime eziyet etmekte sakınca yoktu. Madem bir değer taşımıyordu. Şimdi düşünüyorum da düzenli olarak bir kazanın hayalini kurmuş olmama hayret etmiyorum. Kendimi ters taklalar atan bir araba enkazında kan revan hayal edişimde onu cezalandırma isteği saklı olabilir. Oysa benim kadar suçsuzdu. Towing bile yaptım.
Tanıma sürecimin sonuna doğru üçüncü levıla geçmişim. Amacımın o olmak olduğunu anlayıverdim. Ona benzersem onu kendimde taşıyacaktım. O yanımda değildi, öyleyse o olmak gerekiyordu. Ümit hastalığıyla zayıflayan bağışıklık sistemim bu fikirle güçlendi. Tuttuğu takımı tuttum, sevdiği şarkıları dinledim. Jestlerini kopyaladım. Sigaraya bile başladım. Aynı marka dizüstü aldım. Aynı oyun konsolundan aldım. Telefonum bile onunkisiyle aynı markaydı. Otomobilimi onunkisine ancak renk olarak benzetebildim, ben manuel kullanamıyordum. Otomobiline bir isim takmıştı, Daisy. Ben de derhal benimkine Donald adını taktım. İnanılmaz başarılı bir taklitçiydim. Bazen yürüyüş esnasında güzel kızlara, kızların kalçalarına bakardım, gözlerimin ardında o varmış gibi, kızları bir erkekmişim gibi hissedebilmeme hayret ederdim.
Bir erkek olarak detaylara dikkat kesilmekte bir kadın kadar iyi oluşu, bundan o zaman hiç şüphelenmedim, ama şimdi düşünüyorum da bu detaycılığı bana bir uyarı işaretiymiş. Uzak durma konusunda ben de onun kadar dikkatliydim. Dokunma mesafesinin azalması ihtimali tüylerimi ürpertiyordu. Böyle bir iznimiz yoktu kendimize verdiğimiz. İkimiz de dokunmanın yakışıksızlığını bilen ağırbaşlı kimseler olmayı önemsiyorduk. İkimiz de toplumsal refleksleri güçlü olduğu kadar rahatına da düşkün kimselerdik. Risk sevmiyorduk. Sessiz anlaşmamız sevmeyi onaylıyordu, dokunmayı süresiz erteliyorduk. Benim sebeplerim güçlüydü, o ise sebeplerini özenle gizliyordu. Ona soru sorulamazdı.
Onu elim kadar, ayağım kadar tanıdığını sanan ben onu hiç tanımadığımı nasıl anladım? Bana onunla ilgili bir soru sordular. Filanca adam nasıldır dediler. İyidir dedim ezbere. Benimdir der gibi. Her hücresi ayrı ayrı iyiymiş gibi, iyidir dedim. Ne gibi dediler? Bilmem, şey diye kem küm ederken Yahudi olabileceği geldi aklıma. Nereli olduğunu bile bilmiyordum. Rum, Ermeni veya Kürt olabilirdi. Türk olması bana daha yakın mı yapacaktı da bunları düşündüm bilmiyorum. Ben de yerli bir Türk değildim, anneannem Müslüman Tatardı, dede tarafımda yüzde elli Rumluk vardı. Diğer yüzde elli ise Mersin’den göç etmiş Araplara dayanıyordu. Öbür dedem müderristi, âlim bir zattı. Türktü. Üvey halalarımı da büyüten babaannem Yörük Ali Efe’nin akrabasıydı. Yani annesi tarafından Atmaca aşiretinden geliyordu. Ben Daisy’sisine yaslanıp çektirdiği fotoğrafı Linkedin profiline koymuş sevgilimin hangi kökenden olduğunu bile bilmiyordum. Bunu bilmeyişimden duyduğum azap, onun cahili olmamdan değildi, ona her şeyi kondurmaya başlamamdandı. Karanlık taşıyordu bana doğru. Ondan bana doğru akan şey sadece karanlıktı. Doğum gününü bilmiyordum. Lakabını bilmiyordum. Ayakkabı numarasını, göğüs ölçüsünü, boyunu, kilosunu, parmak izini, kaç diş eksiği olduğunu bilmiyordum. Babasından dayak yemiş miydi, haftada kaç kere duş alırdı, hiç kaza yapmış mıydı, kaç kadın olmuştu hayatında… sorular bana saldırıyordu. Kendimi sorulardan kollayamaz hale gelince, hiç o olamadığımı da anladım.
Sahi, hep gözden kaçırdığım o küçük gerçek, nasıl kesici, nasıl tacizci: Bensiz nasıl da kolay idare ediyordu.
Bir hafta sonu o kayboldu. Uzun süre rastlayamadılar ona. Onu bir barın önünde upuzun yatarken görmüşler. Esrar içmiş, sızmış kalmış öyle. Uzun simsiyah bir peruk varmış başında. Kırmızı kısa deri bir ceket. Fileli çoraplar. O yoğun karanlıktan bir travesti fotoğrafı olarak sızmıştı ha! Bunca zamandır duygularımı yatırdığım hesap hortumlanmıştı. O beni rol modeli yaparak belki de bana benzemişti. Yüzlerce soruma tek başına yanıt veren büyük gerçek, gerçek saçtan bile yapılmamış olan şu peruk, önümdeki cam sehpada yatıyor. Bomboşum. Saçlarımı uzatmaya ahdetmiştim. Hepsini parça pinçik ettim. Karamel-kahve omuz süslerimi şu sentetik kıl yumağıyla birlikte yaktım. Ancak tek yetişkin oğlu ölen bir anne bu kadar karşılıksız kalırdı toprak üstünde. Onun yası vardır, benim yasım yok. Şimdi boş ve çatlak bir vazonun çamaşır makinesi üzerinde süs olarak bulunuşu gibiyim. Rabbim ne süs! Banyodaki bu sonsuz nöbetimde, içimde küpe tekleri, yazmayan tükenmezler, kumanda pilleri, yedek bataryalardan başka bir şey yok.
Sorum yok. Zorum yok. Bomboşum. Onun peruklu, rujlu bir kuklasını yapsam iyileşir miyim?