Hastanenin bahçesindeki ince buz tabakasının üstünde yürürken kulağımızı, topuğumuzdan yükselen çatırtıya vermiş olmalıydık. Uzun süre birbirimize bakmadığımızı ve hiç konuşmadığımızı hatırlıyorum. Dedim ya belleğimde buz gibi ince bir çatırtıdan başka bahçeye dair her şey, onun ısrarlı suskunluğunda eriyip gitti. Dışarı izni sona ermiş, biz de hızlı hızlı kapıya yönelmiştik. Daha doğrusu adımlarımı ona uydurmak zorunda kalmıştım. “Niçin acele ettiğim hakkında bir fikrim yok ” der gibi gözlerimin içine dalıp hep yaptığı üzere uzaklara bakarak, benimle yürüdü. Geçmişin pusu dumanı içinde zihnimi kazıdıkça altından başka renkler çıkıyor. Ayrıntılar bir takım anlam ışımalarına dönüşüyor. Rahibe Teresa olduğunu söyleyen bir kadın, kapının girişinde bana sarılıp yanaklarımdan öptüğünde buz gibi ürpererek diğerinin koluna sarılıyorum o yine uzağa bakmayı sürdürüyor.
Çok sene geçti. Esmer teni, düz siyah saçları, uzun kirpikleri vardı. Sanırım şubat ayıydı. Soğuk, fırtınalı bir kış gecesiydi ruh hastalıkları kliniğinin önünden geçtiğim. Bahçedeki kuru ağaçlara bakarken içimden bir çatırtı yükseldi, kulaklarımda acı bir müziğe dönüştü. Alacakaranlıkta iki gölge, yan yana birkaç kuru ağaca sürtünerek kayıyoruz. Hiç konuşmuyor. Kuzgun karası saçları, iri, sulu gözleri, narin vücuduyla şimdi onu Edgar Poe’nun kadınlarına benzetiyorum.
O gölge bir anda ağzından nefes kadar tabiî çıkıveren soruyla diğerine bakıyor: “Ölüm ölünmez mi?”
Sorumlu psikiyatr onun, anksiyete tanısıyla kliniğe yatırıldığını, kısa süreli bir tedaviden sonra iyileşeceğini ve artık huzura kavuşacağını söylediğinde belli belirsiz bir gülümseme peyda olduktan uzun bir süre sonraydı: ”Ölüm ölünmez mi?” diye sormuştu ruhunun sonsuz bir ıstırabı gibi yüzüne yapışan ve psikiatrı alaya alan bir istihzayla.
“Aşk acısı” demişti orta yaşlı, kızıl sakalları ve derinlikten yoksun bakışları olan psikiatr, “benlik yitimine kadar götürür.”
Ruh hekiminin sığ tespitine, içinde bulunduğu benliğinden kurtulamamaya tamı tamına zıt sözlerine en doğal tepkiydi onunki. Zaten umutsuzluğuna sebep, benliğinden kurtulamamanın acısıydı. (Kierkegaard/Meseller/Pinhan/Kayıp Âşık) Umutsuzluğunu derin bir çelişkiyle açıklıyordu. Istırabı benini yok edecek, bir yanılsamanın, hayalin içinde uçup gitmesini sağlayacak yerde olmadığı kadar derin umutsuzluğa sürüklüyor, öldürmeyen bir hastalığın pençesinde kıvrandırıyordu. O zeki ve ıstırap kokan bakışlarını bir noktada sabitliyor, “İçimde ölmesini istediğim bir şey var ve nasıl öldüreceğimi bilmiyorum” der gibi inliyordu dirilten bir acıyla. Benim için asıl dayanılmaz olan, başka biri, başka bir şey, şimdi olduğum kişi olmamak değil, kendimden kurtulamamak. İşte bu yüzden sizinle ancak alay ediyorum” diyordu acı olduğu kadar teslimiyetçiliği ima eden dudak hareketiyle. Ateşi yükselmeye başlayınca ilaç zamanının geldiğini anlıyordum artık. Umutsuzluğunun omzuna en yoğun bindiği andı. İlaçtan kısa süze sonra kendinden geriye en ufak bir şey kalmaması gibi onu başka bir şeye ya da hiçbir şeye döndüreceklerinden korkuyordu. Bu çelişkinin uç noktasını acıdan kurtulmasının tek yolu sandığı beninden kurtulmak değil, benine geri dönerek, içinde yitip gittiği masalın büyüsünden kurtulması teşkil ediyordu. Çünkü aşk, yalnızca umutsuzluğunun konusuydu. “Asıl acı, kendi için umutsuzluğa düşmesi”ydi. (Kierkegaard/Ölümcül Hastalık Umutsuzluk/Doğubatı/M.Mukadder Yakupoğlu/27)Temel meselenin bu olduğu kuşku götürmeyebilir lakin çok daha karmaşık durumlardan geçen bir gerçek olarak bakıyorum. Tedavisi için öngörülen ilaçları reddettiğini düşünelim: Sezar veya hiç olurum demeyecek kadar hastalıklı hâlini yani umutsuzluğun bindiği anı tutmak istediğindendir. Kendi olmaya katlanamadığı ölçüde Sezar olmayı da istememektedir. Sezar olmayı isterse o zaman hiç olmaktan kurtulacaktır belki ama özünde başka bir ben olarak hiçlikten (Kierkegaard’un Kaygı Kavramı adlı eserinde ele aldığı şekliyle hiçlik burada kaygının nesnesidir) kurtulmayı istememektedir. “Sonuçta her aşk kendine olan aşktır.”(Ölümcül Hastalık Umutsuzluk- 57) Çünkü o “Tüm neşesini, bir o denli umutsuz olan tüm neşesini” başka bir biçimde bulabilseydi huzura şüpheyle bakmayacaktı. Bu durumda kendi olmak istememenin ve kendi olmak istemenin karmaşıklığı içinde acısını çekerken intihara yönelik düşünceyi saf dışı bırakabilecekti. Tinin kaygıyı bilinçli bir şekilde en üst derecede yaşaması ile en üst derecedeki günahı işlemesi-yaşamdan kaçma, Tanrı’ya karşı başkaldırma- arasında düz ilişki kaçınılmaz olasılıklara gebe. Kesin olarak neyi kaybettiğini anladıysa bu son ancak kaçınılmazdı. Çünkü intihar istenci, Tanrı’yı kaybetmekle mümkündü. Bir tür kadercilikle.
Kierkegaard tarzı bir yaklaşımla işin içinden çıkmaya çalışalım: Umutsuz kişi ölümcül hastadır ve somatik bozukluktan farklı olarak bu hastalık, varlığın en temel özüne saldırır ama insan bu yüzden ölemez. Düğüm atacak(akıl bağlar, bağlayıcıdır, ilişkilendirir) bir gerçeklikten de yoksun olduğundan melankolinin bindirdiği ağırlığa rağmen beninin benin yaratıcısı tarafından bahşedilmiş yüce bir ayrıcalık olduğunu anlamış, kendi beninden kurtulmanın bir ham hayal olduğunu kavramıştır. İnanç, tam da bu noktada bir zorunluluk olarak karşıda durmaktadır. İnancın Kierkegaardcı tanımı keza şuydu: “Ben, kendisi ile ilişkisi içinde, kendisi olmak isterken kendi saydamlığı içinde onu ortaya koyan gücün(Tanrı’nın) içine dalmaktır.” Demek hekimin öngörüsüne dudak kıvıracak kadar deha sahibi; ne Sezar olmak ne de bir hiç olmak isteyen umutsuzumuzun benin kendi diyalektiği içinde sonsuzluk oyununu sürdürmesi söz konusu. Hem pay almak istediği, hem karşısında durduğu pathos olarak kaygı (Kaygı Kavramı35/ İş Bankası Kültür Yay. Türker Armaner) Burada kadına yönelik ilahi kehanetin konusu olan kaygı sonsuzluk-olanaklılık arayışını sürdürmeseydi ben bilincinin oranı ölçüsünde mükemmelce yoğunlaşamazdı. Kendi olmak isterken(ilaçları yastık altında saklaması buna inanmamız için yeterlidir)ve kendinden kaçarken (Ölüm ölünmez mi?) sorusuyla ben hastalığına tutulmuş gibi titrediği anlar, yüzündeki karanlık ifadenin yoğunlaştığı ve gitgide acılaştığı anlar olarak zihnime kazınmıştı. Şimdi yıllar sonra Hastamızın sökülüp çıkartılması için burada olduğu ama onsuz da zihin durumuna geçemediğinden muhayyel bir urla, yaşadığı yıkıcı ilişkinin enkazından kurtulamayacağı ortadaydı. Bunu o herkesten iyi biliyor ruh hekiminin öngörülerine acı acı gülüyordu. Istırabının konusu örtük değildi. Umutsuzluğu bilinç düzeyinde olup duyuların aldatması söz konusu değildi. Bağlar, düğümler çözülmüştü. Varoluş derin bir yara almış ve bu sinsice olmuştu yani tehlikenin boyutu birdenbire genişlememişti. Korkuya hazırlıklıydı. Geçmişteki her tecrübe bu sınavın büyüklüğüyle kat edilmiş gibiydi. İçe dönüklüğü büyüdükçe sorunu temeline kadar sarsıp bir durum olmaktan çıkarması ürkütücüydü, çok çabuk değişiklik yaşaması, duygulanımın en üst seviyede belirmesi bu sarsıntının neticesinde zuhur etmişti. Son zamanlarda yelkenleri suya indirdiğini, ilaçların ve telkinin gücüne teslim olduğunu duyduğumda şaşmadım. Bu zaten en çok istediği hâldi. Beninden kurtulmak. Ama teslimiyetten sonraki süreçte ne olup bittiği, kaygının seyri açısından bir değişme yaşayıp yaşamadığını öğrenemedim. Servis hemşiresiyle görüştüğümde “O öldü” dedi “intihar.” İlk denemesi olduğunu söylemeyi ihmal etmedi. İlk tepkim ve sonraki hâlim ayrı bir öykü konusu. Her aşk kendisi için aşksa her ölüm biraz istiare için midir? Nietzsche’nin “Senden nefret ediyorum/Çünkü seni seviyorum” serzenişi bilmem ki kendine midir biraz?
***
Sokrates, ruhun ölümsüzlüğünü ruhun hastalığının(günahın)ruhu yok etmedeki güçsüzlüğüyle kanıtlıyordu. Aynı şekilde tinin-tin, ruh ve bedeni taşıyan sentezdir ve tin bendir- sonsuzluğu, umutsuzluğun beni yok etme güçsüzlüğüyle kanıtlanabilir. Burada gözden kaçırılmaması gereken şeyin bir imge olmadığını şu nedenle kabul etmek gerekir: Ruhun tek başına taşıdığı güçlüğü beden ve ruhun paylaşarak taşıdığı yanılgısından çıkıp ruh ve bedenin varlığını taşıyan tinin daha yoğun bir kaygıyı yüklendiği hakikati.
Potemkin Zırhlısı’ndaki bedeni çiğnenerek ezilmiş ve aslında vurulduğu için çoktan ölmüş bir çocuğun annesini hatırlayalım: Kollarındaki çocuğun cansız bedenini ileri çarın askerlerine doğru uzatıp “Oğlum çok hasta” derken bu sentezin tinden daha fazla bir şeyi içerdiğini kavrarız. “Ölümde sahne gerçeklik perdesine iner”(Kierkegaard/Meseller/Aktörün Kostümü) ister kurgu olsun, ister fotoğraf. Bir o kadar da ben, sahip olduğundan daha fazlası değildir. Ben çoğaldıkça kaygı artar, buna rağmen benin çoğalmasıyla benin sayısı artmaz. Tinin taşıdığı yük çoğalır ve yoğunlaşır. Bir bağlayıp bir çözen bir şeydir çünkü. Bu yüzden durum değildir. Bağlar çünkü son noktada her zaman sabit bir ben vardır, çözer çünkü eylemini çevreleyen tüm diyalektik içinde hiçbir sabit nokta yoktur. Anne, ya çocuğunun öldüğünü biliyordu ve devrimcilerin beklediği fırsatın, bu ölü beden üzerinden elde edilebileceği gerçeğiyle-korkunç da olsa-hareket ediyordu yahut ölmüş olabileceği fikrini kesinkes reddedip yalnızca çok hasta olduğu fikriyle huzura kavuşmak istiyordu. Muhtemelen saniyeler sonra kendisinin de bir ölü olduğunu bilmesine rağmen huzura kavuşmak. Buradaki kadının tutumunu herhangi bir evrensel soyutlamaya dayandırmak da kendini zihin olarak tanımlayan (Tanrı karşısında zihin olarak kendi varlığının bilincinde olmak) bir varlık olarak tanımlamak da ayrıca durumu açıklamada yeterli olmayacaktır. Kadın, varoluşunu bir devlete dayandıramaz zira çara karşı güvensizliğin ve öfkenin had safhasındadır. Ama aynı zamanda bu yapıdan bir umut beklemektedir. Kardeşlik-yoldaşlık evrenselinde bütün diğer soyutlamalar anlamsızlaşmıştır evet ama bir şey vardır ki öldürenlerin(süvariler) öldürdükleriyle bir milletin mensupları oldukları durum. Birdenbire karşı karşıya kalınan ve isteme hakkının denendiği trajik bir olay söz konusudur. Kadın kahraman kaygının en uç noktasına ulaşmıştır ve zihin, bu noktada kendini saf hâliyle tanımlayabilir fakat bu birdenbire olmuştur. Yılanın büyülü gözleri gibi yokluk, namlunun ucunda onu kendine çekmektedir. Buraya kadardır zihin oluşun hükmü. Üstelik beninden kaçış ne evvelinde ne sonrasında mümkün değildir.
Kadının eyleminde yanlışlığın içinde olmak ya da olmamak söz konusu mudur? Mutsuzlukların en kötüsünün hataya düşmek olduğunu söyleyen Sokrates’ten çok uzakta olduğunu söyleyebilir miyiz ki! Burada duyular düşünsellikten kat be kat aşağıdadır. Duyuların aldatmasından doğan büyü yokolmuş, varoluş tereddüde girmiştir ve burada, yukarıda ele aldığım genç kızımızın umutsuzluğunun aksine örtülü olan bir umutsuzluğun ortaya çıkması söz konusudur. Ani korkuyla karşılaşmış, şok vaziyetinde bir varlık, eylemci söz konusudur. Zihin olarak, yani düşünsel bir varlık olarak duyuların varlığını bile hatırlamayacaktır ve şokta ne kadar zihindir bu konuda tereddüt ediyorum saniyeler sonra ölü biri olacağından hiç kuşkusu olamayan bu kadın.
Çocuğunun cesedini kollarına alıp göğsüne bastırıncaya dek tindi. Kişinin tini düş görmekti(Kaygı Kavramı 34)ve bu da ıstırabının büyüklüğüyle uyum içindeydi. Kollarını askerlere uzatıp “Oğlum çok hasta” dediği andan itibaren, artık tin değildi. Doğal koşuluyla, dolaysız birliği içinde bir ruhtu. Masumiyetteki oğlundan nitelik farkı kalmamıştı.
İki buçuk ölümden yarımı çıkarmalıyız. Hatta annenin ölümünü ruhsal olarak askıya almamız gerekebilir. Çocuk, masumiyette, hayır ve şerrin bilinmediği cehalet durumundadır. (Kaygı Kavramı’nda Kierkegaard masumiyet durumunun cehalete tekabül ettiğini söyler)
İlk ölüm derininde bir şuur, Kierkegaardca söylersek zihin durumunda su yüzüne çıkandır. Göründüğünden daha karmaşık olsa ve kesinlikle görünenden çok görünmeyenleriyle insan olsalar da sonuçta eylem, nitelik farkıyla bir noktaya temas ediyor, ölümü seçmiş olmak. İki kadın, iki buçuk ölüm gerçeğin ve kurgunun en acımasız safhaları arasında bir yerlerde varlığını sürdürüyor.
(Karabatak Edebiyat Ve Sanat Dergisi Eylül Ekim 2012, sayı 4)