Sayın Ali Haydar Haksal’a
Karanlığın biraz daha koyu olduğu şehrin bu bölümünde pencereler muşambalıdır. Evler tek katlı, ahşap. Adi, ucuz kumaşlarla bazı evlerin camlarına perdeler gerilmiştir. Işıklar öbür taraftadır. Patlayan havai fişekleri, görkem, israf ve sabahların ilk aydınlığına kadar canlılığını yitirmeyen gece yaşantıları. Nehir şehri ikiye bölmüştür. Fiziki bir neticedir; ama insanlar… Tabaka tabaka, sınıf sınıf. Hiç kimse haddinin bir karış fazlasına yanaşmıyor. Sosyal katmanlar neyi sunuyorsa, onu kabulleniyor. Bu, budalaca bir ütopyanın tasviri de değildir.
Ağır parkası omuzlarında bir adam çılgın yağmura aldırmadan hızlıca yürüyor. Cadde kalabalık değil. Sokak lambaları yine yanmıyor. Belediye buralara ne kadar ilgisiz. Yağmur birikintilerine, at fışkılarına basmamak için bazen hızını yavaşlatıyor.
Yağmuru sanki duymuyordum. Köprüye çok az bir mesafe kalmıştı. Çift at koşumlu arabalar çıngıraklarını öttürerek hızlıca geçiyorlar. Şapkamın kenarlarına biriken yağmurlar yüzüme damlıyor. Işıklar karşıda, karanlıklar yanı başımda duruyor.
Uzakta, köprünün korkuluklarına yaslanmış bir karaltı, insan silüeti görüyorum. Ama hiçbir şey umurumda değil. Meyhaneden ağır bir müzik yükseliyor. Tok bir kadın sesi ıslanmış yollara taşıyor. Zaman, adım adım ilerleyen ayaklarım, beni köprüye ulaştırıyor. Yağmur, gök yarılmış gibi boşalıyor. Nehir kabarmış, köpürmüş. Yukarılardan önüne kattığı inek ölüsünü, odun parçalarını ve lastik atıklarını sürüklüyor. Dehşet veriyor, korku salıyor. Hızımı kesmeden, hatta artırarak köprüyü geçmeliyim. Şu küçük kızın söylediklerini duymak istemiyorum. “Ağlamayacağım, diyor. Yağmur tüm bedenimi ıslattı. Ayakkabılarım su alıyor. Açım. Ninem soğuk odasında midesine tek bir lokma girmemiş bir halde uyumaya çalışıyor. Ama ben ağlamıyorum. Yedi yaşındaki bedenim çok güçsüz. Özür dilerim. Köprü beni korkutuyor ama dilenmek zorundayım. Lütfen efendim.”
Yağmur iniyor. Çizgi çizgi bir yağmur, hiçbir şey görmeden nehrin iki yanına dökülüyor. Küçük kızın omuzlarından, sırtına uzanan saçlarından sular kayıyor. Aç bedenine, güçsüz bacaklarına rüzgâr çarpıyor.
Bunu görmemezlikten gelemem. Ayaklarım adeta olduğum yere saplanıyor. Kımıldayamıyorum. Korkuyor ve acı duyuyorum. Şapkamın siperinde, rüzgârın geldiği yöne sırtımı verip bir sigara yakıyorum. Ellerimden sular taşıyor. Küçük kızın elleri ona uzanan bileklerimi tutuyor.
Yürüyoruz. O konuşmuyor. Ben bir şeyler mırıldanıyorum. Korkunun geldiği yönü kestiriyorum; ama tam olarak bilmiyorum. Adının Fatima olduğunu kısık, ürkek bir sesle söylüyor.
Susuyoruz.
İki şehrin arasında, köprünün ortasında kalıyoruz.
Fatima, ‘ninem’ diyor. Döneceğiz, sesi ağzımdan taşıyor; önce senin durumuna bir çeki düzen verelim. Işıkların şehri önümüzde duruyor. Temiz, parkelerle döşeli yollardan, çınarların devasa duruşlarının altından ilerliyoruz. Nehrin öbür tarafında karanlıklar, yoksulluklar kalıyor. Fatima’nın aç ninesi onu sabırsızlıkla, meraklı bakışlarla bekleyecek.
Rüzgâr sert esiyor. Daracık pencereye gerilmiş muşambaya çarparak adeta ıslıklıyor. Yağmur kulübenin duvarlarına çarpıyor. Dam akıyor. İhtiyar kadın döşeğinde uzanmış, başının altında eski elbise yığıntıları. Gözleri tavanda, Fatima’nın çıkmadan önce evin içinde birkaç yere bıraktığı leğenlere damlayan yağmurun çıkardığı seste kulakları. Bir de kapıyı dinliyor.
Yağmur dinmiştir. Nehir durulmuş, ehlileşmiş. Bir güneş sıcak aydınlıklarını kagir evlerin aralıklarına bırakıyor.
İhtiyar kadın sabaha doğru biraz uyuklamıştır. Güneşin, daracık pencereden odasına değen ışığını görüyor, gözlerini açtığında; Fatima’yı arıyor ama bulamıyor.
Hasta ve yaşlı kadın. Sabırsız ve meraklı. Fatima gelmedi gece ve şimdi gelmiyor. Kadın yorgundur. İlaçlarına uzanamıyor. Açlık… Hangi kelimeler en uygun olabilirdi ki?
“Tanrım, Fatima’yı bağışla. O bir emanettir. Gerçi sokaklarda, yağmur altında, kavurucu güneşin sıcaklığında dilenmesine, el açmasına göz yumuyorum. Ama onu bana, ölen annesi Gülsüm kızıma bağışla.
İhtiyar kadın yakarıyor. Odası bomboş. Arka sol ayağı kırılmış sandalye yana yatmıştır. İri, kara sinekler uçuşuyor. Kadın yalnızdır. Kadın gelecek ölümün durağıdır. Torununu özlemektedir.
Fatima gelmemektedir.
Gizemli adam, nehrin öbür tarafında Fatima’nın ellerinden tutmuştur. Bir bakkaldan patates kızartması, şeker almışlardır.
Adının neden Fatima olduğunu soruyorum. O, diyor annesi anlatmış:”Peygamberimizin kızıdır. Sabır abidesidir. Babasına ilk önce kavuşacağını duyunca, mutluluktan uçan kadın.”
Fatima şimdi güven içinde, küçük adımlarını sık sık atarak bana ayak uyduruyor. Bir Ermeni bezirgana giriyoruz. Ona patiska, çiçek işlemeli bir elbise alıyorum. O, hâlâ ‘ninem’, diyor.
Aradan bir gün geçmiştir.
Bir hafta önce öğretmen emeklisinden kiraladığım daireme gidiyorum. Akşam iğne gibi şehre iniyor. Şehrin gök yüzü iğrenç görünüyor. Yıldızları seçemiyorum. Fatima’ya bir yer yatağı gösteriyorum. Uyu ve dinlen. Yarın seni ninene götüreceğim.
Güven içinde bir kız. Ama hâlâ telaşlı. Küçük, mavi gözleri ürperiyor. Yastığa başını koyduğu anda uyuyor. Ne kadar masum bir yüz. Ezilmiş, dilenmiş bir yüz.
Gaz lambasının ışığında iri gölgem duvara çizilmiştir. Köhne, çatlamış masama yaklaşıyorum. Yarım kalan öykülerime, başlayamadığım ama tasarladığım romanımın müsveddelerine bakıyorum. Plastik bardaktan rakımı yudumluyorum. Yayıncı çok kızmış olmalı. İki gün önce bir öykü dosyası elinde olmalıydı. Ama hayır, yok işte. Beni öldürecek mi? En fazla anlaşmayı bozar.
Gece ilerliyor. Gece bitiyor. Müezzinler sabah ezanındadırlar. Namazın uykudan daha hayırlı olduğunu söylüyorlar. Sarhoş bedenimi, zonklayan kafamı yatağa atıyor ve uyumaya çalışıyorum.
Karanlık Nehir’den dev çarklı gemiler geçiyor Uykum arasında, tam dalmışken onların böğürtülerini duyuyorum. Küçük kızın nefes alıp vermeleri odamda geziniyor.
Sefalet ne kadar büyük ve şehrin bir kesiminde geziniyor. O çocuk bir rüya görüyordur. Oradaki ninesidir. Yine bir sağanak başlamıştır. Ayakları çıplaktır. Dilenmektedir. Ağlamakta ve ninesini düşünmektedir.
Uyandığımda saatin on iki elli beş olduğunu görüyorum. Kafam çatlıyor. Midem zil çalıyor.
Fatima’nın yatağında olmadığını, uykulu gözlerimin aralığından görüyorum. Battaniyesini toplamış ve orayı düzenlemiştir. Pencereye koşuyorum. Cadde gürültülü, kalabalık. Tanıdık kimseler yok. Kapıyı aralayıp, merdiven boşluğuna o kızı çağırıyorum. Karanlık, sesime yankıyla cevap veriyor.
Telaşlanıyorum. Soyulduğumu düşünüyorum.
Hayır, yanılmışım. Her şey yerli yerinde duruyor. Parkamın, pantolonumun ceplerine göz atıyorum. Eksik bir şey yok. Masaya gidiyorum. Çekmeceler karıştırılmamış.
Ama kesin olan şudur ki küçük kız gitmiştir. Minnettar mıdır? Eziklik içinde mi kalmıştır? Neden gitti, acelesi neydi? Ninesini mi merak etmiştir? Bilmiyorum. Ama bu en sonuncusu olabilir.
Bir başımayım. Masamda rakı şişesi, yarı yerindedir. Kitaplarıma, defterlerime bakıyorum.
Duvarda, gaz lambasının sağ yanında Kur’an asılıdır. Masamın yanındaki dolapta mesnevi ciltleri, Niçe Ağladığında ve risaleler…
Fatima patates kızarmalarını bitirmemiştir. Onları atıştırıyorum. Az sonra çıkıp sıkı bir yemek yemeliyim.
Öykülerimi tekrar okuyorum. Roman karalamalarına bir daha göz atıyorum. Masanın kenarında duran Dosto’nun İnsancıkları’nın kapağını kaldırıyorum. Sayfalarını karıştırıyorum. Yalnızlığım, kederim büyüyor. Özlem duyduğum şeylerin neler olduğunu düşünmeye çalışıyorum. Havalandırmaya çıkmış mahkumların voltalaması gibi daracık ama boş odamda duvardan duvara gidip geliyorum. Annemin yüzünü hatırlamaya çalışıyorum. Romanın ayrıntıları ne olmalıdır. Açlığım artıyor. Fatima’nın gittiği ev neresidir? “Bir ihtiyacın olduğunda gel.” diyemiyorum.
Karanlık Nehrin üzeri çöp tabakası. İnsanları ayıran hüzünlü köprünün ayaklarına sis çökmüş. Serin bir hava var. Parkam sırtımda, ellerim ceplerimdedir. Telaş ve hızla açlıkların şehrine yürüyorum. Küçük kızı, onun ninesini bulmalıyım. Berbere, kahveci çırağına soruyorum. Hiç kimse olumlu bir şey söylemiyor. Akşamın karşıma dikildiği vakte kadar daracık, labirent sokakları yürüyorum. Hiçbir ize rastlamıyorum. Küçük, dilenci kızı bulamıyorum. O karanlıkta kuru, esmer yanağından kayan yağmur damlalarını görmüştüm. Pembe elbisesini giydiğinde tebessümünü, akide şekerlerini ağzına attığında yanağında beliren gamzesini… Artık onu bulamıyordum.
İnsanlar çekilmiştir. Daracık pencerelerden kıvrımlı sokaklara sızan aydınlıklar bir bir sönüyor. Yürüyorum, lambalar yanıyor. Köpeklerin ve kedilerin süratle geçen gölgelerini görüyorum. Evime dönmeliyim.
Nehir karanlık, soğuk.
Çarklı gemiler sağa sola halatlarını bağlamışlar.
Ufuk karanlık, korkunç.
Yıldızlar karanlık, çok uzakta…
28.08.2006
nuhannebi@ mynet.com