Menu
CAMLARDA YAĞMUR
Öykü • CAMLARDA YAĞMUR

CAMLARDA YAĞMUR

Kadın, avuçlarına düşen kar tanelerini duyumsamaya çalışıyor.
Adam, sinemanın reklâm afişlerine bakıyor.
Sırada ne var? Eski bir tramvay kaydı. Bir polis aracı sirenini öttürdü. Sokağın derinlerine ve çıkmazına kıstırılan korsan eylemciler -komünisttir, eşcinselliğe bağımsızlık savaşçılarıdır- bağırıyorlar, koro halinde slogan atıyorlar. Sesler, kalabalıkların ardından çoğalıyor; boşluklarda, binaların kuytularında yankılanıyor.
Kadın, mahzun bakışlarıyla etrafına baktı. Ölüm ve yenilmişlik halleri henüz ortalarda görünmüyor.
Adam, adı nedir? Kadının ellerinden sıkıca tuttu. Ağa Camii’nden bir ezan yükseldi. Tramvay çıngırağına ve insan kalabalığına karıştı. Kar taneleri rüzgârla savruluyor; bazen yağmura dönüşüyor. Bir kitap kahvenin önünde duruyorlar. Barların sıra sıra dizildiği, kederli ve sarhoş insanların sallanarak adımladığı sokağa bakıyorlar. Yağmur hızlanıyor. Kadının kıvırcık ve gür saçları şapkasının altından taşıyor; omuzlarına, sırtına dökülüyor. Adam onu belinden kavrıyor. Sonra kollarını açıyorlar. Kadının şapkası, adamın beresi ellerinde... Yağmurda bol bol ıslanıyorlar. Gözleri kapalı, dönüyorlar. Kalabalıklar onlara çarpmamaya çalışıyor. Şehir duruyor bu defa; sevgililer dönüyor.
-Şuraya baksana. Bir kedi ıslak taşlarda korkmuş bir halde koşuyor. Sence kimden kaçıyordur?
-Bizden sevgilim, bizden. Diyor adam.
Adam pazar yerinde yürüyor. Kitap tezgâhında korsan kitap satıyor. Keskin rüzgâr sakallarına değiyor. Elleri ceplerinde duruyor; adam üşüyor.
Kadın tek odalı evlerinde bir kitabın son sayfasını çeviriyor ve onu bitiriyor. Akşam erkeğinin yaş gününü kutlayacaklardı. Hazırlık yapmalıydı. Oda kasa parçalarının yanmasıyla ısınıyordu. Onlar bitince mekânı başka şeylerle sıcak tutmak gerekliydi. Bu, bir pasta olabilirdi. Cadde kenarındaki tatlıcıdan bir tane alınabilirdi. Sevgisinin göstergesi olması için bunu kendisi yapmak istiyordu.
Karşılıklı oturdular. Adam mumları üfledi. Pastayı kesti. Sevgilinin tabağına bir parça bıraktı. Onu kollarına çığırdı. Birer sigara içtiler. Dumanı tavana, camların arasındaki boşluklara koştu. Adam kadını öptü, kadın adamı.
Martılar birden çığrıştı. Gemiler böğürdü. Uzaktan iskeleye çarpan hırçın dalgaların sesi geldi. Denizin ağzı köpürüyordu. Haliç’in gerilerinde toplanan bulanık sular, Boğaz’ı belli bir yere kadar, boz renge boyamıştı. Ama martılar yine de uçuyorlardı. Kar taneleri Galata Kulesi’nin dört yanından savruluyordu. Soğuğa karşı, satıcılar duruyordu. Bunlar zabıtanın bakışlarından kaçan, sokağa geç vakitte çıkan akşam satıcılarıydı. Kürttü. Ermeniydi. Kırgız Türküydü...
-Bugün ben de seninle geleceğim, dedi kadın. Ve sıkıca giyindi. Soğuklar bu kış aylarının tam ortasına adeta oturmuşlardı. Adam, tebessüm etti. Bu, olur anlamına geliyordu. Beraber sokağa çıktılar. Adamın omzunda kitap dolu bir çanta asılıydı. Kadın onun elini tutuyordu. Rüzgâr suratlarına çarptı. Yoldan bir sarı taksi hızlıca geçti. Şehrin her yöndeki manzarası sulu sepken karlı, soğuk ve donmuş durumdaydı.
Adamı bir irkilme yakaladı. Kadın telaşlandı. Onu bir evin giriş basamağına oturttu. Sakallarını, saçlarını okşadı. Bağırıyordu. Bir taksi durdurmaya çalışıyordu. Sokakta hiç kimse yoktu. Arabalar çok seyrek geçiyordu. Bir aksilik olmuştu. Hiç ticari araç geçmiyordu. Kadın şimdi ağlıyordu. Adam, “Hiçbir şey yok.” dedi. Biraz dinlenmişti. Ayağa kalktı. Kadını kollarıyla sardı. Gür saçlı başını göğsüne dayadı. Sustular. Hıçkırdılar. Birlikte ağladılar. Adamın gözyaşları kadının yanaklarına damladı. Sara nöbeti, dediler.
Burası, sultanların şehri. Ahşap yalının iskelesinde kayıklar oynaşır. Dalgalar Marmara’dan Karadeniz’in çıkışına kadar tüm sahili ince ve naif parmaklarıyla okşar. Kız Kulesi esrik bir görüntüdedir. Sabahların puslu vakitlerinde, dumanların ortasında belirsiz durur. Emirgân’da bir mavi deniz manzarası belirir. Fethi Paşa’dan Beyoğlu yamaçları, soğuk ve renksiz betonlar yığını. Ve sular şehri İstanbul... Mekke’nin, Londra’nın, Paris’ in, Semerkand’ın... Bütünşehirlerin efendisi; efendilerin efendisi, İstanbul.
Salacak’ta bir yokuşun başından denize doğru yürünür. Sahilde bir ressam banklara kurulup iskeleler arasında çizgiler -köpüklü çizgiler- çeken gemileri yakalamaya çalışır. Kimileri sigarasını tüttürür. Kimileri kolunda bir kız, İstanbul sahilini yürür. Çınarların gölgelediği arnavut kaldırımlarda, duvarların dibinde...
“Ölümlü insanoğlunun imgeleminde yaşayan şeydir, İstanbul.” *
Yalıların, şenlikli caddeler boyu sıralanan geniş ve görkemli evlerin şehri. Güleç kişiler -bunların bol parası vardır- rıhtımdaki gazinoda bir keman sesinin gölgesinde dans ederler. Şarap içmişlerdir, sarhoşturlar. Solcudurlar, sağcıdırlar, kapitalisttirler... İstanbul onlarındır, onlar İstanbul’dur.
Yaşı geçkin bir İstanbul hanımı, arkasına bağladığı elleriyle kasketini tutan ihtiyar, yorgun bir efendi kalkar, hayat dolu bir şehir öyküsü yazar. Burada mutlu karakterler vardır. Ağlara asılarak ona takılan canlıları kayığına çekmeye çalışan, inleyen, terleyen balıkçıları izler bunlar; dingin ve umutlu pencerelerinden. Ve ölümü yaklaşan bu insanların hayal dünyasındadır şehir. Yaşadıkları, kurguladıkları... Acı çekmeden, gecesini, gündüzünü ve ay ışığında yakamozunu içlerine çektikleri şehirdir. Kaleleri. İmgelem dolu bakışları. Sorgusuz ve kaygısız yaşamları. Camlarda yağmur. İçimizde ateş.
Adam öksürüyordu. Kadın ona ıhlamur kaynattı. Bugün kitap satmaya çıkmamışlardı. Ocak ayını yarılamışlardı. Kasalarla ne kadar ısınabilirlerdi? Odun ve kömür alacak para bulmalıydılar. Gençtiler. Hayatı ve soğukları o kadar da büyütmüyorlardı. Adam, “Çıkıp sahilde bir salep içelim mi?” diye sordu. Kadın endişelendi, O, hastaydı. Hayır anlamında başını salladı.
Gece, gelmişti. Sigara yaktılar. Kâğıt oynadılar. Birbirine, seçtikleri şiirleri okudular. İltifat dolu, sevgi, aşk, hayranlık yüklü ve karşıdakini yücelten şiirlerdi bunlar. Kadın, ona hayalini anlatmaya başladı. Kollarında, şöyle tıraşını olmuş bir adamla Boğaz’da yürüyorlar, bir restoranda akşam yemeği yiyorlar ve ışıklarıyla kayan gemilere el sallıyorlar. Büyük mağazalardan -bunlar görkemli caddeler boyunda sıra sıradır- bedenine oturan giysiler alıyor. Sevgilisine bir gömlek, kravat... Denize açılıyorlar. Yelkenlide, deniz havasının bir sabahında kahvaltı yapıyorlar. Deniz dolu şehri içlerine çekiyorlar. Martılar uçuyor. Gemilerin direklerine konuyorlar. Onların yelkenlisinin dümen suyuna takılıyorlar. Kadın kurguladıklarını anlatıyor. İstanbul’un gecesinden inlemeler, bağrışmalar geliyor. Uzaklarda bir yerlerde bir siren çalınıyor. Bir yangın mı çıkmış, bir kadın doğuma mı yetiştiriliyor; polisler suçluları mı kıstırmış? Küçük odada gecenin ilerleyen saatlerini böyle yakaladılar. Adam gülümsüyor. Bazen kahkahalar atıyor.
Hayat her yerdedir. Ve bütün yaşamlara Tanrı’nın iklimindin koptuktan sonra ya hüzün karılmıştır: ya da saadetlerin en engini ve deryalar gibi olanı.
İmgelemimde büyüttüğüm ve bir insan kalıbı giydirdiğim şehir, Yûşâ Tepesi’nde bağdaş kurmuş deli tütünden sigara sarıyor.
Güzellikler ve şaşaalı bir yaşantı, küçücük kahramanlarımın hayalinde yüceliyor, gerçek oluyor. Ve yurdun milyonları bulan insanları da onlar gibi yaşıyor. Realite ve onun kemikleşmiş parmakları.
Adam ölüyor mu? Kadın geride kalan zamanlarını ölüm durağına kadar nasıl dolduracak? Büyük caddeye yine bir kış, kar yağıyor. Onları hissetmek için kadın, ellerini nasıl uzatacak? Sinemanın reklâm afişlerine yeni gelen filimler asılmıştır. Onlara kimler bakacak?
Kar iri iri yağıyor.
Korsan kitap tezgâhında bir kadın duruyor.
Zaman ona ne yapacak?

(03.02.2008)

*Nezihe Meriç
“Gülün İçinde Bülbül Sesi Var”

Diğer Yazıları