Menu
ÇÖPLER VE GÖZLER
Öykü • ÇÖPLER VE GÖZLER

ÇÖPLER VE GÖZLER

Apayrı bir âlem… Sanki her nesne, ayrı bir şua yayıyor; en derin karanlıklar bile burada yırtılıp, bir safa, bir huzur bahşediyor.

Hiçbir şey göründüğü gibi değil, daima daha üst bir konuma, gize, perde gerisi bir mânâya, gaybî bir sırra işaret ediyor.

Erkekler beyaz, iri kelebekler gibi kayalarda. Sünnet mucibince, Müzdelife’de geceleyecekler. Sema, onlara imreniyor. Dokunaklı bir görüntü; çarpıp geçiyor.

Sonra büyük yürüyüş başlıyor.

Şeytan taşladıktan sonra, güzergâhta ilerlerken, yoğun çöp kümelerinden bunalıyorlar, bazıları akıl almaz boyutlarda. İnsanlar herhalde müsterih; kerih kokulara dahi aldırmadan, çöplerin bağrında. Küçük çadırlar kurmuşlar; hasırlar, mukavvalar üzerinde oturuyorlar.

Yedikleri içtikleri, artıkları, ille attıkları sanki hiç umurları değil. Çok şaşırtıcı. Bu derece kirle içli dışlılık, “Temizlik dini İslâmiyet” anlayışıyla nasıl bağdaşabilir ve nasıl bir iç hayatımız var ki, böyle bir pisliği kaldırıp, hoş görebilir.

Düşüncelerini, Necla’yla paylaşıyor. Necla da zaten söylenip duruyor, sonra yerdeki pet şişeye ayağıyla vuruyor.

“Selim’e pas verdim fakat bakmıyor” diyor. Esprili, zeki kadın. Gülüşüyorlar, bazen de hafif tertip erkekleriyle dalga geçiyorlar.

Sema, çevreye aldırmamaya gayret ederek, Mescidi-i Nebevî’deki bir anısını hatırlıyor.

Sabah saatleridir. Yanında bir Afrikalı. Dünyanın en güzel namazlarından birini de, yerini tam da bulmuş, çöp tenekesinin yanında, Mescidin karşısında kılıyor. Acaba oranın çöpleri de mi güzeldi? Huzur ve mutluluk, her yanı kuşatmış; tüm mâniaları yakarak yıkarak ve kalbi de yapılandırarak arıtıyordu.

Otelde Kâmile teyze, pisliğe takıntı yapmasının, zevki azalttığını söylüyor. İki sene önce ramazan umresine gelmişti. Fevkalâde bir lezzetle, doyumsuz anlar yaşamıştı. O zaman feyiz almak için böylesine çabalamamıştı.

Bedensel olarak daha kuvvetli, dayanıklıydı. Gerçi senelerden değil, artık aylardan nem, gün kapan yaşı da hesaba katmalıydı ama biraz hayal kırıklığı yaşamış gibi. Kendini toparlamaya çalışıyor.

“Hepimizin aynı durum başında” diyor Necla. Türkiye’den ve Arabistan’dan aldıkları yiyecekleri bölüşerek, nefis bir kahvaltı hazırlayan kadınlar da benzer durumdan şikâyetçi.

Bazıları, girişe konmuş televizyondan dizileri, haberleri izliyor.

Diyanet görevlileri, salonun bir köşesinde, onlara ayrılmış masalarında oturuyor; kimileri kitap, Kur’an okuyor, kimi suallere cevap vermeye çalışıyor. Bazı mahrem sualler için hanım görevliler tercih edilecektir.

Kadın ve erkek hocaların muhtelif duyuruları. Ziyaret yapacak grupların toplantı ve gidiş saatleri; çeşitli gezi programları… Eski faaliyetlerini bildiren, hükmü kalkmış kâğıtları almıyorlar bile. Programların azlığı, ilgisizlikle bağlantılı şikâyetler olmuştu.

Ancak şimdi çalışkan, vazifeşinas memurlar;  faaliyetlerini “göstermek” istiyor. Sonuçta pano, kâğıtlarla kaplanıyor. Aceleyle eskilerini alıp, çöpe atıveriyor tavaftan yeni dönmüş bir bey.

Aslında zor, mesuliyetli bir görevi üstleniyor din görevlileri. Mesela sohbet bol yapılsa, hani “siz eğitim işleriyle de çok alâkasızsınız” denmişti ya; kafile “Ay gene mi” deyip, dudak büküyor.

İletişimin seyrekliği, ilgisizlik ise pek tabii, kusurdur. Başkan kulak büktü; kurumun her ferdinin, ödevlerine ayrı bir önem göstermesi gerekiyor. Çünkü şahsî hatalar toptanlaştırılıp, bütüne mâl ediliyor.

Nurhan Hanım, Arafat dönüşü; otellerine özel olarak getirilecek yaşlı ve engellilerin, otobüste yedi saat mahsur kalmalarını yana yakıla tekrar anlatıyor. Hadisenin tesirinden kurtulamamış. Tahammülfersa bir şey.

Yanlarında refakatçi olarak -doğru dürüst, tecrübeli birini bile vazifelendirmemişler- bir aşçı(sıkıştırılınca mesleğini itiraf etmiş), asabî yol bilmez bir şoför varmış.  Nurhan’ın, kalp hastası annesine bir şey olacak diye ödü patlamış.

“Aynen gerilim filmlerindeki gibiydi. Benim ricamla sürücü pencere açtırdı. Kapandaydık. Hava alamıyorduk. Ağlayanlar, bağrışanlar, inmek istiyorum, ilacımı almam lazım, yürümem gerek diyenler.”

Bazen Mekke dışına çıktıkları zehabına kapılmışlar. Tuvalet, su, yemek ihtiyacını gidermek yok. Otobüste sıkışıp kalmışlar. Oteldeki yakınlar, aileler deli divaneye dönmüş, telefon üstüne telefon. Bir ara iletişim kopmuş. Yanlış otele götürülmüşler; birkaç kişiyi unutmuşlar v.s. Tümü tepkililer, barut gibiler.

Nurhan’ın babası Remzi Bey, olayı kat komşusu ve arkadaşı bazı erkeklere aktarırken: “En aklı başında benim kızımmış.” diye övünüyor.

Büyük Yürüyüş’te, Arafat’tan dönerken; yolda dökülenler, hastalananlar olmuş; lüzumlu alâka gösterilmeyip, “kalan sağlar bizimdir” hesabı yapılmıştı. Fahiş fiyatla taksi tutanlar, gideceği oteli şaşıranlar, hepsi kafiledendi ve yanı başlarında yardım görecekleri bir merci bulamamışlardı.

Sabri Bey, bu aksaklığı, yanlışlığı anımsatıyor ve özel şirketlerin methini yapıyor. İstediği bir şirketin kontenjanı, bir günde dolduğu için, kerhen bu kanalla gelmiş.

Kerem Bey’se, kimi dostlarının başına gelen menfî örnekleri sıralayıp: “İlle Diyanet!” diye konuşmaya katılıyor.

Akşam, otelin mescidinde kafile başkanının konuşmasını dinliyorlar. Başkan, geçmiş olaylardan olsa gerek, dağınık ve üzgün gözüküyor. Söyledikleri hep bir ders, ibretle dolu. Kınama ve nasihat arasındaki farka değiniyor.

“Kınama, muhatabının hatasına sevinmektir” diye ikaz ediyor. “Aslında nasihat ederken de, kendimizi müstağni görüp, fark etmeksizin üste çıkabiliriz.”

“Her insan hata yapabilir. Ama sonra kınadığı başına gelir.” bağlamında konuşmasını sürdürüyor. Hanım yücelerle ilgili örneklere sıkça başvurmakta. Özellikle büyüklerden Rabia’tül Adeviyye Hazretleri’ni çok beğendiği anlaşılıyor.

“Herkes eşittir”. “Kâbe’ye gittiğinizde Ben zenginim. Ben falancayım; ben filanca mevkideyim sökmez.”

Reha Bey durgun, buruk bir yüzle konuşmasını tamamladıktan sonra, ardından ilâhiler, Kur’anı Kerim okunuyor. Yardımcılarından Oktay, yanındaki şahsa:

“Gerçekten samimi bir adam. Kendi yazdığı manzumelerde hep bir aşkı, Peygamber sevgisini dillendiriyor.” şeklinde takdirini belirtiyor. Kafile Başkanı Reha Bey, bazen şimşekleri çekse de, esasen sevilen bir kimse.

Necla, gözyaşlarıyla zikre başlıyor. Sema, uzun zamandır benzeri bir tablo görmemişti; arkadaşının cereyanı ona da geçiyor.

Rukiye teyze, “Melekler oynaşıyor” diyor, esrik bir sevinçle. Tanıklıklarını saklayamıyor, kendini tutamıyor işte.

“Güzelliklere vesile olanları unutmamalı. Hatalarının yanında bunlar da var” diyor, ön saflardaki Semih Bey, kıyasıya tenkitte bulunanlardan birine.

Beytullah’a giderken, otobüste, birkaç kendini bilmez, başkanın üzerine yürüyecekmiş neredeyse. Başkan, tatlı ikna edici diliyle onları yatıştırmış ama olay çıkmasına ramak kalmış.

Sohbetten sonra kadın din görevlisi cüz dağıtıyor. Sema onbirinci cüzü alıyor.

Necla, üzerinde suçlamalar uçuşan başkana acıyor. İnsanın başına her durum gelebiliyor. Âdemoğlu nankör.

Ancak hayatın sillesini yemiş Nurhan gibilere ve yaşlılara daha ziyade merhamet besliyor. Üstelik muhakkak kendilerini garip, güçsüz, yalnız hissediyorlardır.

Mağduriyetlerini, biçareliklerini, düzene ayak uyduramadıklarını daha fazla duyurmak niye?  Yapılanlar bütün hürmet, adalet, hakkaniyet duygusunu sıfırlayan, İslâmî tezleri altüst eden bir şey.

Yaşlısına, hastasına gereken önemi, ihtimamı göstermeyen bir kurum; üstelik din işleriyle ilgili; rastgele bir müessese değil. Dindarlara da güvenilmeyecekti de, kime güvenilecekti.

Bazen hocaların, yüzleri sarkmış, bezgin, lâf yetiştirmekten, oraya buraya koşturmaktan This is why passing a Hair Drug hair sample drug test is so difficult. harap hallerini görünce üzülüyor Kâmile teyze. Gece ibadetine yetişmek için, erken bir saatte odalarına çekiliyorlar.

Eşine, şikâyetleri, olumsuz sözleri naklettiğinde Selami amca, “Tuhafsın” der gibi bakıp, katı: “Elbette yapacaklar, vazifeleridir.  Bizden o kadar para alıyorlar.” diye karşılık veriyor.

İş esasında gönülde olup bitiyor. Atmosferin,  ortamın rolü de bir noktaya kadar. Kalbiniz silahınız, sesiniz ve rehberiniz…

Kâmile, zamanın gürültüsünü, kakofonisini de bastıran bu sevdalı tıklamalardan, tiktaklardan memnun.

Yüreği bir basınç altında. Artık ne yatıp, ne uyunabilir; tek bir şey onu yatıştırabilir. Selami Bey’e,  “Kalk, hemen Kâbe’ye hemen gidelim.” yalvarıyor.

Ertesi günde de; kılavuz kurum, masaya yatırılıp delik deşik edildikten sonra, mesele eleştiriye ve doza getiriliyor.

Sinirli bir erkek, yemekhanede, din görevlilerinden birini görünce:

“Yani hacıyız diye hiç tenkit etmeyecek, daima susacak mıyız?” diye lâf çarptırıyor.

Sabrın sonu nereye kadar? Her tür pislik elbette yanımızda götürülmemeli, ancak usulünce haklar da aranmalı, en azından istikbaldeki kardeşlerimizin selâmeti için.

Masadaki arkadaşı, başıyla “hacı eleştirmeni” tasdik ediyor.



Sonraki günlerde, geziye çıkıyorlar. Bu defa Mekke’de bazı yerler görülecek.

Başta; bir örümcek ve güvercinin eşsiz menentsiz bir “Güzelliği” sırladığı Sevr Dağı. Durulmayıp, önünden geçilen; Arafat’ta Son Elçi’nin namaz kılıp, hutbe okuduğu Nemire Camii.

Sema’nın ilgisini çeken duraklardan biri de, Hz. Âdem’le Hz. Havva’nın buluşma yeri. Daha güzel bir Havva, yarımız bir Âdem ve süzülmüş bir benlikle, çakışma mekânı. Salihlerle, âşıklarla, Efendimiz(SAV), Rab’le muhtemel bir karşılaşma mahalli.

Ama Çöplerle dolu. Çöplükten geçeceksin önce. Çöplükler ayağını kaydırmayacak.

O çöpleri insanlar meydana getirdi. Şimdi yollarını tıkıyor.

Arafat’ta çöpler, Cebelirahme’de süprüntülükler… İnsanın çöp d(ağları).

Kalbi ve zamanı neyle dolduruyordu. İnanç düzeyi, aşkın(ın) hizası neredeydi. Sorularının cevabını mezbeleliklerde arıyor.

Bazı duygu ve düşüncelerin, gün yüzüne çıkması ve ilk planda yer almasıysa çürütücü bir etki meydana getiriyor; zâtını “çöplük horozu, tavuğu” gibi hissetmesine sebebiyet veriyordu.

“Ne zaman mânisiz, çersiz çöpsüz olacağım” diye hayıflanıyor Sema. Bir ileri, iki geri. Kazandığı mevzileri terk etmek, geri düşmek istemiyor hâlbuki…

Çöplerle kap(a)lı bir alana, küçülmüş bir dünyaya kendini hapsetme herhalde feciydi. Lâkin hayatta, hepsi iç içeydi.

Belki her şeye rağmen yine de “ay ışığı, güneş ışığı gibi, kirlenmeyecek bir ziyânın” peşinde koşmaktır onunki.

Çöpler merdivenleşmiş; üstüne basa eze, çiğneyerek, yamultup yassıltarak, artık çöplükten çıkarıp hiçleştirerek yukarı tırmanıyorlar.

Necla onu dürtüyor. Annesinin sırtında ağlayıp duran bir bebeği gösteriyor. Ananın o anda yapacak hiçbir şeyi yok:

“Sen öndesin, ben yanına gelemem, lütfen bebeğin yüzüne üfler misin?”

Hayrettir, esmer bebek, Sema’nın nefesinden, bu doğal vantilatörden rahatlayıp, sesini kesiyor. Necla: “Sıcaktan bunalmış zavallı.”

Sema şaşkın: “Nerden anladın?”

“Üç çocuğu boşuna büyütmedik.”

Minikle göz göze geliyor Sema. Muhabbet, çöplerin üstünü yine örtüyor.

Güçlükle ilerleyen kalabalıkta, her hâl mümkün. Bir adam, yanlışlıkla Sema’nın güneş gözlüğüne, koluyla vuruyor. Sert bir darbe alsaydı,  gözlük tuzla buz olacak, ihtimal, gözü yaralanacaktı.

Bir arada gözlüğü düşmüş, fakat kırılmamıştı. Herhalde “Bakışa” dikkat etmek lâzımdı. Başka hiçbir noktaya bakamayacak, hedefe kilitlenmiş silme âşıklardan olabilseydi keşke.

Ama mezbeleliklere varıncaya kadar dünyevî bu gezginlik, fikir çöplüklerinde d(eşinme) ve ruh avareliği. Şüphesiz özüne aykırıydı. Bir “ah!” çekti.

İşte böyle; olaylardan, sorunlar ve insanlardan ruhuna bir hisse çıkarmaya, düşünce açıları yakalamaya özeniyordu.

Azıcık muzip, “Tersten ve umutlu düşüneyim” diye karar verdi.

Belki de sadece bir kuru, basit gözlük değil, bir engel kırılacaktı.

Gözlüksüz, araçsız bir açılım. Ya da yeni bir g(öz).

Bakışlarını bedenine çevirdi, biraz durakladı; neticede “çöpler” de dönüşüme uğrayabilirdi.

Diğer Yazıları