Edebiyat ve hayat birbirinden bağımsız, birbirine uzak kelimeler midir? Yazar, yazıyorken ve yaşıyorken iki ayrı dünyaya ya da iki ayrı bakış açısına mı sahiptir? Yazarın gören gözü, duyan kulağı, hisseden yüreği, yazarken ve yaşarken farklı mı çalışır?
Cemal Şakar’ın yazıları ve özellikle son dönem öyküleriyle okuruna sorduğu en büyük ve en önemli soru budur. Bu soru belki ilk bakışta cevabı kolay verilebilir bir soru gibi geliyor. “Çok basit, elbette tektir” diyor olabilirsiniz. Ama öyleyse “sanatçı kimliğim” diye başlayan uzun afili cümleleri nasıl açıklayacağız? Bölünmüş kimliklerin en büyük ispatı bu klişenin kendisi değil mi? Bunu bir anlığına unutsak bile dünyanın dört bir yanında / yanıbaşımızda olup biten ve ortalama bir merhamete sahip birinin bile yüreğinin kararmasına sebep olan örnek vermekle bitmeyecek trajedileri, zulümleri okuduğumuz metinlerin yüzde doksanında görmüyor olmamızın sebebini nasıl açıklayabiliriz? Bir sanatçı eser verirken, tüm bu acıları işlenen tüm bu zulümleri unutup bambaşka şeyler yazmaya nasıl devam edebiliyor? Cevap sıkıştığı yerde sanatçı kimliğini çıkarmak olsa gerek. Sanatçı kimliği zulümlerden, acılardan kurulu bir dünyadan yara bere almadan geçilip gidilmesini sağlayacak bir geçiş kartı gibi adeta…
Usta öykücü Cemal Şakar, son kitabı Portakal Bahçeleri ile sorduğumuz tüm bu sorulara hayatın, tanıklığın haliyle eylemin lehinde cevaplar veriyor. Şakar, kitabının arka kapağında da belirtildiği gibi “insani hizayı ve gerçekliği daima dikkate alan, sahici insan seslerine, yaşamlarına, acılarına, umutlarına yer veren” bir yazar. “Göçü, mültecileri, açlık ve yokluk içinde yeryüzünün dört bir tarafına tespih taneleri gibi savrulanları, özgür ve insanca bir yaşam için canını feda etmekten çekinmeyenleri, yeni bir yurt ve gelecek arayanları, zindanda işkenceye, korkuya ve yılgınlığa direnenleri, çöp toplayan çocukları, savaşın acımasızlığı içinde ömrünün baharındayken aramızdan ayrılanları, tüketim çılgınlığının kurbanlarını, sürekli farklı renklere bürünen modern hayatın girdaplarında çırpınanları anlatıyor.”
Çünkü yaşamak da yazmak da aslında birdir. Karakoç’un söylediği gibi nasıl “bir kere bile büyük bir şiirle muhatap olan bir daha artık eskisi gibi olamıyorsa” namuslu bir yazar da büyük bir zulümle karşılaşınca bir daha artık eskisi gibi yazamayacağının bilincinde olmalıdır. Ve bu öyküleri okuyan okur da bir daha okumamış gibi yapamayacaktır.
On sekiz öyküden oluşan Portakal Bahçeleri, içeriğinin yanında biçimsel manada da ezber bozan bir yapıya sahip. Şakar, yeniliği önemseyen, biçim ve söyleyiş olanakları üzerine düşünen ve öykünün imkânlarını her öyküsüyle genişleten bir öykücü. Öykülerinde dilin konvansiyonel kalıplarının dışına çıkarak, aritmik bir tutumla türün sınırlarını zorluyor. Böyle söylüyorum çünkü Portakal Bahçeleri’ndeki öykülerde bir şair duyarlığı ve şiirlerde görmeye alışık olduğumuz dizelere, öykü bağlamında söylemek gerekirse dize cümlelere rastlamak işten bile değil.
Sıçramalı bir zekanın ve güçlü bir duyarlığın birlikte ördüğü öyküler içeren Portakal Bahçeleri, tüm bu yenilik arayışlarına rağmen asıl hikayenin atlanmadığı bir kitap. Biçimsel yenilik peşinde koşanların düştüğü en büyük tuzak olan hikayeden uzaklaşmaya bu öykülerde rastlamıyoruz. Ruhsal burkulmalar ve keskin bir anlatım gücü karşısında yazarla birlikte çağa tanıklık ediyoruz. Ve evet işte o andan sonra hem büyük acılara hem de büyük eserlere muhatap kılınan biz okurlar bir daha asla eskisi gibi olamayacağımızı kavrıyoruz.
Cemal Şakar’ın bu çağda sıkışıp kalmış sürekli çağın saldırısına maruz kalan ruhlarımız gibi paramparça bir ritimle –bu ritim yine de karşı koyulmaz bir ahenk içerir elbette- inşa ettiği o katmanlı derin müzik okuyucusunu değiştiriyor.
(Ayna İnsan Sayı: 10)