Menu
BARAN
Öykü • BARAN

BARAN

1.

Bir heykel sabitliğinde bedenim; durgun, suskun, hareketsiz. Yaşadığımın emaresi, ayakta dikildiğim görmezden gelinirse eğer, belli belirsiz aldığım nefeslerdir sadece. Kollarımı kadınlar gibi göğsümde kenetleyip, ellerimi koltuk altlarıma saklamışım. Günlerdir camın ardındaki küçücük bedeni izlemekten gayri yapabildiğim bir şey yok. Ona dokunamamak, kokusunu ciğerlerime çekememek ve masum güzelliğini arada bir engel bulunmadan görememek ne azap verici bir durum, katlanılması ne zor şey. 

 İlk günlerde çok sinir bozucu bulduğum ve Çin işkencesine benzettiğim aynı uzunluktaki kesik kesik ‘bip’ler, tam tersine umudum oldu şimdi. Çoktandır, cihazdan çıkan o seste kulağım. Mecalimi kaybetmeyişim ve direnme azmimi her dem taze tutuşum, bu kulak tırmalayıcı tekdüze ötüşler sayesindedir. Bu sesle tutunuyorum artık ben hayata; pamuk ipliğiyle de olsa, ancak bu sayede bağlı kalıyorum on küsur yıllık ocağıma. 

Bir haftayı aşkın süredir sandalye üzerinde sızarak geçirdiğimiz gecelerin bedenlerimize verdiği bitkinlik ve bu süre boyunca belirsizlik içinde alıp verdiğimiz nefeslerin ruhumuza bıraktığı enkaz, handiyse on sene yaşlandırdı bizi. Birbirinden tahripkâr ve bizar edici etkileriyle bu durum daha ne kadar devam edecek, bilemiyorum. Buradan bir cansız beden tutuştururlarsa kollarıma, ant olsun ki mezar bir tane kazılmayacak. İkincisini de ben kazdıracağım. Ruhumu teskin etmenin maalesef bildiğim başka bir yolu yok. Herkes yaptığının karşılığını bulmalı, bulmalı ki hem kalpler soğusun hem de kötülükler dal budak salmasın dünyamızda. Gerçi iki hafta önceki cumada İmam Efendi, sanki içine doğmuş gibi verdiği vaazında, İslam’da linç kültürünün bulunmadığını, suçluların cezalarının ancak devlet tarafından kesilebileceğini anlatmıştı ama… ‘Ama’sı, mantığım kerhen kabul etse de yüreğim pek yanaşmak istemiyor buna. Elimden gelmiyor işte. Ne yapayım?

Ben sağlam bir pabuç değilim, bu yüzden çocuklar sıyrılsınlar istiyorum babalarının gittiği dikenli yollardan; düze çıksınlar ve hayatlarını sağ salim yaşasınlar emin ellerde, korunaklı limanlarda. Çünkü bizzat ben oğlumun önünde kocaman bir engelim, bunun gayet farkındayım lakin kendimden korumak için teslim ettiğim kucağın şefkat timsali olması yerine ölüm çarkına dönmesine tahammül edemiyorum. Emanet aldıkları bu yavrulara öz çocuklarına davrandıkları gibi davranmayacaklarsa… 

“Hamit, yeter artık, gel, otur birazcık şuraya! Saatlerdir yorulmadın mı orada?”  

Karımın sedası dolduruyor kulaklarımı. Birkaç kez seslenmiş, duyuramamış olmalı; yüksek perdeden çıkıyor sesi. Yoğun bakım ünitesinin camı var oğlumla aramızda. Gözlerim yatağına kenetli. Burada epeydir dikiliyor olmalıyım; uyuşmuş bacaklarımda derman kalmamış. Topallayarak eşimin oturduğu duvar kenarındaki üçlü sandalyeye ulaşıyorum ve isyanını bastırmaya çalışan cefakâr kadının yanına kireçlenmiş dizlerimin ağrısının izin verdiği yavaşlıkta çöküyorum. Oturunca hissediyorum tükenmişliğimi. Her yanımdan öylesine bir bitkinlik akıyor ki ayağa bir daha hiç kalkamayacağım sanıyorum. Kan dolaşımını hızlandırmak için ayak uçlarıma basıp, biteviye bacaklarımı sallıyorum bir aşağı, bir yukarı. O anda maziden hücum eden hatıraların kindar eli, kalın kafama şiddetli bir darbe indiriyor. Sersemliyorum. 

“Sallama oğlum bacaklarını, kımıldamadan iki dakika duramaz mısın sen?” 

Birkaç saniyelik duraksayış, çaktırmamaya çalışarak göz ucuyla süzmeler, sonra hiçbir şey olmamış gibi yeniden başlayan içimdeki bulantı sebebi devinim... Yaklaşık altı ay öncesiydi. Oğlumla birlikte yaptığımız gezintiden sonra yorgunluğumuzu atmak için yol kenarındaki küçük bir parka girip yeşil boyalı bir bankta oturmuş çekirdek çitliyorduk. O zaman pek de önemsemediğim diyalog şimdi kelimesi kelimesine aklımda. Oturduğumuz bank onun bacaklarını sallamasıyla sarsılıyor, benimse içim bulanıyor. Çatılan kaşlarıma cevaben onun da yüzü düşüyor, bulutlanıyor çehresi:  

 “Ne yapayım, ayaklarım yere yetişmiyor, boşlukta sarkmaktan uyuştular. Kanepeler, koltuklar hep kendinize göre, çocukları hiç düşünmeyin siz!” 

Yüzüme acı bir tebessüm oturuyor. 

Doktor, sol bacağını kesmek zorunda kalabiliriz, dediğinde dünya durdu benim için, bütün sesler sustu; gözümde sandalyeler, koltuklar kocaman oldu. O an elime kallavi bir testere alıp mobilya mağazalarına, imalathanelerine saldırmak ve yetişkinlere göre yapılmış üzerine oturulacak ne varsa, cemi cümlesini on beş yirmi santim kısaltmak istedim. Böylece belki kalbimi saran o siyahlıktan kurtulabilir, pişmanlık okyanusunda serinleyebilir ve nefes almamı engelleyen o ağırlığı bir nebze olsun hafifletebilirdim. 

Beynimi yoran düşüncelerden sıyrılıp etrafıma bakınıyorum. Her gördüğüm hemşireden medet umuyor, gözlerimin ta beyazına kadar soru işaretleriyle dolu bakışlar fırlatıyorum. Çocuğumuzla ilgilenen kısa boylu sarışın hemşire, kattaki görevlilere yemeğin dağıtıldığını haber veriyor ve koluna girdiği kızıl saçlarını tepesinde toplamış tombul arkadaşıyla birlikte gülüşerek yürüdükleri koridorun sonunda gözden kayboluyor. Öğle paydosuna beş dakika kalmış, koridorlarda ve merdivenlerde ayak sesleri. Hastane bir saatliğine karnındakileri boşaltıyor, sonra tekrar başlayacak koşuşturma. Bizim bahtımıza düşense, sabırla beklemek.    

Üç gündür bir şey dikkatimi çekiyor; karım, gözlerini devamlı kaçırıyor benden. Bir şey gizler gibi bir hali var, farkındayım. On adım ötede günlerdir kımıltısız yatan çocuk, onun oğlu değil sanki. Bambaşka bir âlemde yelken açmış gidiyor. Benim onu teskin etmem gerekirken o beni teselli etmek için çırpınıyor. Evladı içerde ölü gibi yatarken nasıl böyle sakince oturabildiğini havsalam almıyor. Bundan daha önemsiz olaylarda nasıl paniklediğini, feryat figan içinde kendini paraladığını bilmesem hatta daha bir hafta önce Baran hastaneye yatırıldığında nasıl yıkıldığını gözlerimle görmesem, hakkında iyi şeyler düşünmeyeceğim fakat şu anda bunun üzerinde durmaya ne benim takatim var ne de ortam müsait. Hele içerideki sabi bir ayaklansın, anlarız onu da. Zaten ayaklanmazsa fena, çok fena… Yerin kulağı vardır, derler ya, işte o kulak dile geldi ve bir şeyler fısıldadı benim de kulağıma. Gözümü karattım, ne pahasına olursa olsun keseceğim biletini o vicdansızın; küçücük bir çocuğun hayatını karartmak neymiş, anlayacak o öğretmen müsveddesi. 


2.

Oğlum, -bu gün tam dokuz gün oluyor- bir kamyonetin altında kaldı. Sessiz, hareketsiz, küçücük bir tepki vermeden öylece yatıyor. Haberini alınca deliye döndüm. Hastaneye nasıl geldiğimi, ilk günleri nasıl geçirdiğimi hatırlamıyorum. Şimdiyse başımda başka bir dert hâsıl oldu, yüreğimi mengene misali sıkan, burgu gibi delen bir dert. Ne düşüneceğimi, nasıl davranacağımı şaşırdım kaldım. Çivi çiviyi söker derler ya, kıyas doğru olur mu bilmem; kazayla ilgili, duyduğumda beni beynimden vurulmuşa döndüren bir ayrıntı, bana, oğlumun acısını bile unutturdu. Ocağım yıkılacak korkusu sardı şimdi her bir yanımı. Oğlumdan sonra şimdi bir de kocam… Buna mümkünü yok katlanamam.  

Baran’ımı okula ne hayallerle yazdırmıştık; okuyup büyük adam olacak, bahtımızı güldürecek, doğduğu topraklara el uzatıp Doğunun o asık yüzünde güller açtıracaktı. Ablalarıyla her gün boyunu karşılaştırır, onlarla büyüme yarışına girerdi. Kızların, başlarının üzerinden kapının çerçevesine tebeşirle çektikleri çizgilere yetişmek ister, başaramayınca da öfkeden deliye dönerdi. Kızları okuldan alacaktı babaları, ilkokuldan sonra okutmayacaktı. Şimdi biraz yumuşadı gibi, eski kararlılığı kalmadı sanki. Gerçi burası İstanbul, herkes kendi âleminde yaşıyor, kimse kimseye karışmıyor. Fakat biz öyle değiliz; nerede olursak olalım, akrabalardan oluşur komşularımız; kafamıza estiğince yaşayamayız. Hem kalabalık olmanın da kendine göre bir üstünlüğü var; hısım akraba adedince güçlüsündür burada, borun öter her daim. Bizi yad ellerde ayakta tutan şey akraba dayanışmasıdır. Bir de oğul çokluğu… Yoksa yabanda yaşamak, yer edinmek güç. 

Sudan çıkmış balığa dönmüştüm ilk zamanlar. Koskocaman şehrin devasa sorunları kıskacına almıştı beni. Köyden Muş’a ilk gittiğimde yaşamıştım bu korkuyu. Büyüklük kavramı meğer beynimizdeymiş. İstanbul’a göre Muş, küçücük, minnacık bir şehir, Haçlı Gölü’yle buranın denizini kıyaslamak gibi bir şey, insan görünce anlıyor. İlk günlerde, çarşıya çıktığımda kalabalığın ortasında boğuluyorum sandım; yüksek yüksek binaların arasında sıkıştı ruhum. Artık doyacağımız yer burası, demişti Hamit; usanıncaya kadar balık yiyeceğiz burada, hem de deniz mahsulü, daha lezzetli. Bense balık yemeyi düşünecek durumda değildim. Güvensizlik hissiyle boğuştum aylarca. Dışarıya her çıktığımda dizlerim titriyordu, karnıma bir şey oturuyor, midem patlayacak gibi şişiyordu. Bu durum çok şükür giderek azaldı, hatta alışınca sevmeye bile başlamıştım bu şehri. Yine de yüreğimin bir köşesinde nedenini anlayamadığım bir sıkıntı hiç terk etmedi beni; tedirginliğim hiç bitmedi. 

O gün bir durgunluk vardı üzerinde; anne, bugün okula gitmeyeyim, deyip durmuştu. Korktuğu için babasına bir şey diyememiş, onu benim ikna etmem için dakikalarca yalvarmıştı. Umudunu kestiğinde ise süngüsü düşmüş, başı önünde, ayaklarının ucuna baka baka yollanmıştı okula. Nerden bilebilirdim ki bir gün önce yaşadıklarını. Kocam da dik başlı, öyle kimseye eyvallahı olmaz. Ama Baran’ım daha sekiz yaşında. Şimdiden biraz erken değil mi babasına özenmek için. Öğretmeni dur demiş, durmamış; sus demiş, susmamış; kadın da dayanamamış nihayetinde, tokatları peş peşe yapıştırmış; hızını alamamış bir de kulaklarına asılmış, karşımdaki çocuktur dememiş. Bizimki de canı yandıkça, yanakları ve kulak memeleri kıpkırmızı bir halde, yaşından beklenmeyen sunturlu küfürler savurmuş, deliye çevirmiş hocasını.     

Kazadan bir gün önce sabahtan öğretmeniyle konuşmuş Hamit, yaramazlığını bahane ederek çocuğumuza kötü davranamayacağını anlatmış. Tabi, kendi usulünce... Kadın sıkıyı görünce, aklınca alttan almaya çalışmış. İstanbul’a dışarıdan geldiğiniz için çevrenize uyum sağlayamıyorsunuz, demiş, bu nedenle bir psikologdan ailece yardım almanız gerekir, gibilerden lakırdılar etmiş. Tahmin edememiş bizim delinin hayat okulundan yıldızlı pekiyi ile mezun olduğunu, yaşam kavgasının tam ortasında durduğunu, Arnavut kaldırımlarının yeterince tozunu yuttuğunu. On iki yaşından itibaren ömrü sokaklarda geçmiş bir insana bu laflar edilir mi? Böyle patavatsızlıklar edip de bombanın fitili ateşlenir mi? O gün kocamın paparasını bir güzel yemiş kadın, yemiş ama Hamit’e gücü yetmeyince acısını çocuğumdan çıkarmış. Hemen o günün öğleden sonrası yaşanmış bu dayak faslı. Okuldan geldiğinin akşamı bize hiçbir şey anlatmamıştı Baran’ım. Öğretmeninin bu taşkın hıncından haberimiz olmamıştı.

Erol, oğlumun sınıf arkadaşı,  her şeyi gözleriyle görmüş. Annesi hastaneye ziyarete geldi geçen gün, çekti beni bir kenara, Hamit’in duyamayacağı şekilde kulağıma gizlice bir şeyler anlattı. Ağzım bir karış açık, bakakalmışım. Öğretmenleri o kara günde oyun oynamak üzere dışarı çıkarmış sınıfı. Bir gün önce attığı dayaklar, öfkesini dindirmemiş besbelli. Çocuklar okul bahçesinde yağ satarım bal satarım diyerek ve neşe içinde koşarak oynarlarken, kenara çekmiş Baran’ı, sen cezalısın, oynamayacaksın, diye bağırmış, yetmemiş, diğer çocukları da tembihlemiş: “Bu çocukla hiçbiriniz konuşmayacaksınız!” Oğlum kös kös gidip bahçe duvarının önüne çömeldiğinde üçüncü talimat yetişmiş ardından: “Ders sonuna kadar tek ayak üzerinde dikileceksin, belki aklın başına gelir o zaman!” Dersin sonunda öğretmen okula doğru yürürken, Baran, ayağı uyuşmuş vaziyette sekerek arkadaşlarının arasına karışmış, daha beş altı saniye geçmiş geçmemiş, kadının sesi çınlatmış ortalığı: “Ben size bu çocukla konuşmayacaksınız demedim mi!” Çocuklar çil yavrusu gibi dağılırken, Baran, koşarak çıkmış bahçe kapısından dışarı. Bir yandan da bağırıyor, küfrediyormuş: “Alın okulunuzu başınıza çalın! Bir daha buraya gelenin…” 

Bahçe kapısından yola fırlamasıyla birlikte sol taraftan gelen bir kamyonetin altında kalmış Baran’ım. Tam dokuz gündür açmıyor gözlerini. Hamit, okul bahçesinde yaşananları duyacak diye aklım çıkıyor. Bir yanda içerde kımıldamadan yatan ciğerparem diğer yanda evimin direği… Bir cenderenin tam ortasındayım. Hamit duyarsa duramaz yerinde, yaşatmaz o kadını. Ömrünü zayi eder hapislerde.


Salih

Çankırı’da doğdu. İlk, orta ve liseyi Çankırı’da okudu.  Anadolu Üniversitesi. (AÖF) İş İdaresi bölümünü ve Konya Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesini bitirdi. Konya’da ikamet ediyor. Salih Elyesa müstearıyla Konya’da yerel bir gazetede köşe yazıları yazdı.