Nedenini bilmiyorum ama mahallenin çocukları olarak korkardık Ayşe Teyze’den... Garip sayılabilecek bir görüntüsü vardı. Hala o saf, duru köylülüğü yaşıyordu karmaşası her geçen biraz daha artan bu koca şehrin tam göbeğinde. Fazlaca kiloluydu, elbiseleri ise her daim eski. Peşinden hiç ayrılmayan kedileri ve küçük çocukları sevmek için onlara yöneldiğinde çocukların ondan kaçışları ise gözümün önünde hala. Bunun gibi, bazı silik görüntüler kalmış işte. Şimdi düşünüyorum da, zaten daha fazla direnemezdi bu hayatın zalimliğine… Şehir, bizâtihi şehirde doğup büyüyenleri bile her şubesinden bıktırmaya başlamışken, hayatının büyük bir kısmını temiz toprak ve havayla hemhal bir duruluk içerisinde geçirmiş böylesine masum bir yüreğin, bu gürültüye daha fazla direnmesi gerçekten zordu.
Ayşe Teyze’nin kocası vardı bir de; Albay ile orduda tanışmış ve askerlik sonrasında ona yaklaşık 30 sene hadimlik yapmış İdris Amca. Bu ihtiyar çiftin oturdukları ev de Albay’ın eviydi zaten. Tabii, ev denilebilirse; modern (?) binaların arasında bahçe içinde tahminen iki göz bir gecekondu.
Daha önceleri Ayşe Teyze mahallenin köpeklerini beslerdi. Her daim çevresinde elleriyle beslediği dört-beş köpek. Hele bir de yavruladıkları zaman sorma gitsin… Gerçekten bu yavruların annelerinin etrafında değil de Ayşe Teyze’nin etrafında kuyruklarını sallayarak dolaşmaları oldukça ilgi çekici bir sahne idi. Onlar için bir dünya yol teper insanların, bayat ekmeklerini, artık yemeklerini sokak sokak toplardı. İnsanlar bu gibi şeyleri, ya bazı ağaçların dallarına asarlar, ya da çöp tenekelerinin yanlarında yüksekçe bir yere koyarlardı. Ayşe Teyze büyük sabır ve istikrarla gezerdi köşe başlarını, çünkü peşine takılan çocukları yoktu, sadece ve sadece sevgisini sunduğu bu hayvancıklar vardı. Ama şikayetler yükselmişti tuzu kurulardan: “Çevrede çocuklarımız var, bu ise çok tehlikeli.” Ve belediye Ayşe Teyze’nin çevresindeki köpekleri kimi toplayarak kimini zehirleyerek ortadan kaldırdı.
Sevgisini insanlara sunamayan, insanların da sevgisini kazanamayan Ayşe Teyze, bunun üzerine kedileri beslemeye başladı yine bizim küçüklüğümüzde. Biz sokağın altını üstüne getirip tozu dumana katarken etrafında bacaklarına dolaşa dolaşa gezinen sekiz-on kedisiyle insanı masal diyarındaki fareli köyün kavalcısının iklimine götürürdü. Tek fark ise farelerin yerinde kedilerin olmasıydı. Nasıl da severdi onları, biri eksik oldu mu nasıl da telaşlı gözlerle bakınırdı etrafa. Ve kediler de nasıl aranırlardı onu biraz uzak düştüklerinde…
Kurban bayramlarında bir pay et de ona verilirdi bir aile klasiği olarak. Bahçenin gıcırdayan kapısından içeri girecek, her tarafı otlarla örtülü bahçenin ortasındaki taşları seke seke geçecek ve eve gidecek olan kişi de haliyle bendim. Hâlbuki sokakta top oynadığımızda top oraya kaçsa hiç kimse oraya girmeye cesaret edemezdi, topumuz ekseriyetle bize karanlık gelen o bahçede kalırdı. Hatırlıyorum da korkak adımlarla kareli taşları adımlar, evin kapısını telaşlı gözlerle belirlemeye çalışırdım. Nedense iki kapısı vardı iki göz hanenin. Muhtemelen birisi kiler veya kömürlük olarak kullanılırdı. Bir an önce her haliyle ıssız yaşayan bu garip çiftin kurbanlık payını bırakır ve koşarak neredeyse tek nefeste bahçe kapısını bulurdum. Ayşe Teyze’nin bayram şekerini yiyip yemediğimi ise hatırlayamıyorum.
Şimdi o eski evin yerinde dokuz katlı kale gibi bir bina var. Ayşe Teyze ölünce hem kedileri sahipsiz kaldı hem de kocasının memlekete dönmesiyle o küçük kulübe. Tabii Albay boş araziyi ne yapsın, büyük bir firmaya verdi ve belli şartlarla o bina yapıldı. Belki on sene geçti kedicikli Ayşe Teyze’nin üzerinden. Ama onun ölümü tam vaktindeydi galiba. Ondan sonra bulunduğumuz çevre iyice iş merkezleriyle doldu. Hayat makineleşti. İnsanlar değil kediye, insana bile tahammül edemez hale geldi. Artık sokak arasında koşuşturan çocuklar ne de birbirinin hal-hatırını soran komşular kaldı. Vakitli ölmek güzel şey…