“Çıkrık sesi mi o?” “Hayır, değil. Binlerce kez yanıldığın gibi yanılıyorsun sadece. Sahi her seferinde aynı tuzağa düşmeyi nasıl başarabiliyorsun? Bir insan nasıl göz göre göre bu kadar aptal olabilir doğrusu aklım almıyor.” “Yukarıda bir şey oluyormuş gibi hissediyorum yine.” “Yukarıda hiçbir şey olduğu yok. Kaç defa böyle umuda kapıldın da sonra dizlerinin üzerine çöktün hatırlıyor musun? Dön de dizlerinin hâline bir bak, yara berelerden ayırt edebilecek misin onları? Yaşadıklarından ders almak diye bir şey duydun mu daha önce? Peki, tecrübe denen şeyin varlığından da mı haberin yok? Her şeyi unut ama bunu asla unutma ‘seni kör kuyularda merdivensiz bıraktılar.’ Merdiven de yok, gelen giden de. Hele çıkrık sesi, hiç yok. Her seferinde yükselen rüzgâr sesini çıkrık sesi zannediyorsun, o kadar. Üstelik belki de çıkrık diye bir şey bile yok. Yukarıya dair tek malumatın aşağı yukarı bir metre kareye tekabül eden karanlık ve aydınlıktan ibaret.” “Ama bir kıpırtı var sanki. Gece bu kadar ilerleyince buna benzer sesler işitilmez, hem sağır hem de kördür gece. Bu kez gerçek olamaz mı ne dersin?” “Yine aynı tuzağa doğru hızla sürükleniyorsun derim. Umudun, kendisinden kurtulunması imkânsız en şiddetli kanser hücrelerinden bile kuvvetli. Yine bir çırpıda saracak zihnini.” “Bu sefer izin vermeyeceğim!” “Bu, bu sefer izin vermeyeceğim dediğin kaçıncı sefer acaba?” “Bu kadar sarkastik olmak zorunda mısın gerçekten? Bu kuyuya hapsolduğumuz yetmiyormuş gibi bir de senin alaycılığınla baş etmek zorunda kalıyorum. Ve hangisi daha zor inan karar veremiyorum. Dipsiz bir kuyuya hapsolmak mı yoksa her an her saniye sana hesap verip gönlümü inciten istihzalarına katlanmak mı?” “İkisinin aynı şey olduğunun farkında olmadığını söyleme bana.” “Yine sesler geliyor, duyuyorum ve bir gölge de kıpırdıyor sanki.” “Bunu neredeyse ben bile inkâr edemeyeceğim.” “Aşağıya doğru bir şey sarkıyor.” “Hayır, gözlerin yanılıyor yalnızca. Karanlıkta buna benzer yanılsamalara kapılmak gayet normaldir.” “Görüyorum diyorum sana, görüyorum işte. Aşağıya doğru uzanıyor yavaş yavaş.” “Aldandığını fark ettiğinde alaycılığımdan şikâyet edemeyeceksin çünkü yeterince ikaz ettim seni.” “Gittikçe yaklaşıyor, neredeyse dokunacağım. Ve tam da şu an seninle bir anlaşmaya varmak istiyorum. Bu halata tutunup da yukarı çıkabilirsem şayet ebediyete kadar sesini kesmeye söz vereceksin!” “Sen bu kuyudan çıkmayı hele bir başar söz, ben ebediyete kadar sessizliğe gömüleceğim. Hiç var olmamış gibi, bir mezar gibi sessiz kalacağım. Yalnız bir kez daha yanıldıysan da misliyle acısını çıkaracağım senden. Asıl sen buna dair söz vermeye cesaret edebiliyor musun?” “Ediyorum, söz! Halata dokunuyorum, işte tutuyorum onu. Bu kokuşmuş kuyudan da gaddar bir işkenceciden farksız senden de sonsuza dek kurtulacağım. Üstelik çok da kuvvetli bir halat bu, tüm gücümle asılmama rağmen yine de düşmüyor. Bu halata tutunacağım, tutunabilenlerden olacağım artık ve kurtuluşuma doğru tırmanacağım tüm gücümle. İşte ilk adımımı attım bile. Ha gayret, yapabilirim. Tüm ömrüm bunun hayalini kurmakla geçti. Zihnimde defaatle talimini yaptım. Yapabilirim, başarabilirim. Şimdiden bir hayli yol aldım bile sayılır. Bu kez kurtuluyorum, çıkıyorum bu kez Allah’ım. İşte çıktım, kurtuldum. İnanamıyorum, o lanet kuyudan kur-tul-dum! Hem kuyudan hem de o müstehzi, mendebur sorgu yargıcından kurtuldum. Kim çıkardı beni bu kuyudan, kim uzattı o halatı aşağı?” “Ben tabii ki.” “Sen de kimsin?” “Ben ‘o’yum.” “Sen gerçekten ‘o’ musun? ‘O’ diye birisi var mı gerçekten?” “Evet, ben oyum ve sen şu an tam da gözlerimin içine bakıyorsun.” “Ne olur biraz daha yaklaş, doğru düzgün seçemiyorum seni. Unutma, tüm ömrünü daracık, karanlık bir kuyuda geçirmiş biri var karşında. Zavallı gözlerim bu kadar çeşitliliğe hiç alışık değil. Üstelik karanlık, görüşümü oldukça zayıflatmış olmalı. Yaklaştın demek? Ah, ne kadar da güzelsin, ışıldıyorsun âdeta! Gözlerimi kamaştırıyorsun.” “Zannettiğin kadar güzel değilim aslında. Hem biraz önce söylediğin gibi tüm ömrünü kuyuda geçirmiş birisi için nasıl olursam olayım her hâlükârda güzel bulacaktın beni.” “İsmini bahşetmeyecek misin bana peki?” “Bana sen isim verirsin diye düşünmüştüm.” “Sahiden mi? Biraz düşünmeme müsaade et öyleyse. Buldum! ‘Ay Işığı’nı seçtim sana isim olarak. Neden dudak büktün, beğenmedin mi yoksa? Kabul etmeyecek misin?” “Hayli garip bir isim. Onca ismin içinden niçin ‘ay ışığı’ gibi garip bir tamlamayı seçtiğini aslında merak ettim.” “Bir çırpıda verebilirim sana bunun cevabını. O kuyunun içinde mahpusken gündüzler öyle böyle, bir şekilde geçiyordu ancak ya geceler… Gecelerin ne denli büyük bir işkenceye dönüştüğünü ise hayal bile edemezsin. O zifirî karanlığın içinde, geceden de karanlık düşüncelere gark olmuşken bazen ay ışığı, usulca süzülürdü kuyumun içine. O zaman dünyaları önüme sermişlercesine havalara uçardım. Güneşin çiğ, çıplak ve gözlerime bir mızrak gibi saplanan ışınlarından hiçbir zaman hazzetmedim. Peki ya ay ışığı öyle mi?.. O, en umutsuz olduğum zamanlarda bile ipekten, gümüşi ve müşfik hüzmeleriyle hem kuyumu hem de ruhumu aydınlatırdı. Apak ışınları katrana bulanmış kalbime ve zihnime nüfuz eder, içim bir anda yıkanır, pirüpak olurdu. Bu halata tutunduğum gibi sıkı sıkı tutunurdum ona. Sana ‘Mehdi’, ‘Mesih’ yahut ‘Kahraman’ gibi epik bir isim de verebilirdim elbette ancak emin ol ki bunların hiçbirinin gücü ay ışığının ihtiva ettiği manaları yüklenmeye katiyen yetmez.” “Mademki bu isim, senin için bu kadar yüce bir anlam ifade ediyor öyleyse ben de onu kabul etmeyi bir onur sayıyorum kendime.” “Daha şimdiden içimi sevince boğdun. Peki ama niçin bu kadar uzakta duruyorsun Ay Işığı’m? Sarılmayacak mısın bana, almayacak mısın beni kanatlarının altına? Sarmayacak mısın yaralarımı? Yoksa sen de mi hoşlanmadın benden? Düş kırıklığına mı uğrattım yoksa seni de? Bir kuyudan çıkarıp bir diğerine terk etmeyeceksin beni değil mi? Gözyaşlarım Ay Işığı’m, her daim göz pınarlarımın ucundadır ve dökülmelerine mâni olamayacağım sanırım yine. Kuyudaki suyun membaını sakın topraktan bilme Ay Işığı’m, onu gözyaşlarımla ben var ettim tüm bu akıp giden zaman içinde. Bu hayattaki yegâne başarım sayarım varlığını ve handiyse övünebilirim bile kendisiyle.” “Ne olur sakinleş biraz ve derin bir nefes al. Sarılacağım sana elbette. Yüreğimdeki derin tahassürü dindirene kadar da çözülmeyecek kollarım. Ve saracağım bütün yaralarını bir bir. Sırf senin iyiliğin için şu andan itibaren ağlamayı menediyorum sana, bu hakkı görüyorum kendimde. Göz pınarlarını çorak topraklar gibi kurutmayı vadediyorum. Gözyaşlarının misliyle güleceğiz birlikte, kahkahalara boğulurken bile yaşaramayacak gözlerin. O karanlık kuyu da sonsuza dek kurumaya mahkûm olacak. Anlamıyor musun gerçekten, o çok sevdiğin şarkıdaki gibi ‘ta uzak yollardan koştum geldim senin kollarına’ yalnızca.” “Ah, Ay Işığı’m bunca zamandır nerelerdeydin, niçin bu kadar bekledin çıkıp gelmek için? Ne kadar uzun süre bekledim gelmeni, yollarını ne kadar çok gözledim bir bilsen. Kaç bin yıldır burada mahpusum, ne zaman düştüm yahut attılar beni buraya hatırlamıyorum bile. Belki de burada doğdum ta en başında. Kim bilir kuyum annemdi belki de. Kimilerinin sandığının aksine de neredeyse senden bile ümidimi kesmek üzereydim.” “Çektiğin acıları tahayyül etmem bile imkânsız, biliyorum. Yadsımıyorum onları bilakis mevcudiyetleri benim de yüreğimi sızım sızım sızlatıyor. Ancak onların varlığı var etti beni ve ayaklarım çok uzaklardan sırf bu sebepten buraya getirdi. Şimdi geçti bunların hepsi, mazi oldu artık. Hatırlamak ve üzerinde konuşmak ise acıdan başka bir şey getirmeyecek.” “Doğru söylüyorsun Ay Işığı’m. Sen geldin ve beni bu kuyudan çıkardın. Daha önce hiç kimsenin sarılmadığı gibi sımsıkı sarıldın bana ve üstelik sarmayı vadediyorsun tüm derin yaralarımı. Esas mühim olan bu. Tüm kâinat içinde aslolan tek an, bu an. Nihayete erecek olduktan sonra ne kadar çok ızdırap çektiğinin de hiçbir kıymetiharbiyesi yokmuş, anladım şimdi.” “Tut elimi öyleyse bir daha bırakmamak üzere ve bir daha dönmemecesine uzaklaşalım bu cehennemden birlikte.” “Tutacağım elini Ay Işığı’m, bırak desen bile günün birinde, asla bırakmayacağım. Fakat son bir kez ardıma dönüp de kuyuma bakmama izin ver lütfen. Son bir bakışla geçmişin hesabını dürmüş olacağım böylece.” “Bu şekilde kendini daha iyi hissedeceksin madem bak son bir kez.” “Ey zalim kuyu, seninle olan sancılı münasebetim çok şükür nihayete erdi. Olmaz denen oldu ve bir mucize gözlerimin önünde can buldu. Umarım ben son mahpusunumdur ve sen bir an evvel yerle yeksan olursun. Ay Işığı’mın da dediği gibi artık sonsuza dek kurumaya mahkûmsun! İşte şimdi her şeyi geride bırakmaya hazırım. Ay Işığı’m, neredesin? Nereye kayboldun birden? Ay Işığı’m! Ay Işığı’m neredesin! Allah’ım şu biçare aklıma mukayyet ol! Ay Işığı’m bıraktın mı yoksa terk mi ettin beni?” “Hiç gelmeyen hatta hiç var olmayan birinin terk etmesi teknik olarak mümkün değil aslında?” “Sen de nereden çıktın! Niçin verdiğin sözde durmuyorsun? Hani ebediyete kadar kesecektin sesini!” “Ben sözümden caymadım bilakis şu andan itibaren sözünü tutması gereken biri varsa o da sensin.” “Ben o kuyudan kurtuldum ve sen bana kurtulursam defolup gideceğine dair söz verdin.” “Peki, demek o kuyudan kurtuldun?” “Evet, Ay Işığı’m çıkardı beni o kuyudan yoksa ona sen mi bir şey yaptın?” “Madem kuyudan kurtuldun öyleyse dön de bir etrafına bak bakalım. Niçin hâlâ kuyunun içerisindesin?” “Kim attı beni yeniden buraya, nasıl geri geldim? Ay Işığı’m nerede?” “Müsaade edersen sorularına sırayla ve teker teker cevap vereyim. Evvela, buraya yeniden atılmadın, geri de dönmedin çünkü zaten buradan hiç ayrılmadın. Ay ışığına gelirsek de eğer kastettiğin şu yukarıdan süzülen kendine hayrı olmayan cılız ışınlarsa yerli yerinde duruyor gördüğün gibi. Yok, eğer kendi kendine icat ettiğin hayal mahsulü kurtarıcından bahsediyorsan da cevabı hâlihazırda vermiş bulunuyorum sanırım.” “Hayal değildi o, hakikatti! Buradaydı. O kurtardı beni. Tuttu ellerimden ve bir daha asla bırakmayacaktı.” “Sanırım henüz inkâr safhasındayız. Kabullenip yas tutma faslına gelmeden hemen önce sana iki seçenek sunuyorum. Bunlardan hangisini tercih edeceğin hususunda ise tamamen serbest bırakıyorum seni. Aklından uydurduğun bir kurtarıcının peşine takılacak kadar aptal ve zavallı oluşuna mı yoksa var olmadığı hâlde seni terk ettiğini düşündüğün düzmece Mesih’inin ardından mı ağlamak istersin kendin bilirsin. Bu sessizlik sanırım artık gerçekleri kabullendiğine delalet ediyor.” “Hepsini aklımda kurdum ha? Hiçbiri gerçek değildi? Ay Işığı’m hiç var olmadı, benim için gelmedi, beni bu kuyudan çıkarmadı, tüm merhametiyle kuşatmadı beni. Bunu mu söylemek istiyorsun?” “Tam olarak söylemek istediğim bu, bravo! O kadar çaresizsin ki çektiğin acılara katlanamayıp zaman zaman hayaller âlemine firar ediyorsun. Aklın ateşten gömleğinden soyunuyorsun bir çırpıda. Bir noktaya kadar anlayabiliyorum bunu. Ama o kadar abartıyor ve çığırından çıkarıyorsun ki nihayetinde paçalarından tutup gerçekliğin karanlık dehlizlerine sürüklemek zorunda bırakıyorsun beni.” “Hülasa, sen bir kez daha haklı çıktın ve ben bir kez daha yanıldım. Yeniden dizlerimin üzerine çöktüm tam da tarif ettiğin gibi. Tamam öyleyse sözümde duracağım, tüm işkencelerine gıkımı çıkarmadan katlanacağım. Müstahakım buna işte şimdi bunun tamamen farkındayım.” “Seni defalarca uyardım aslında. Böyle olmasını inan ben de istemezdim. Üstelik bu kez o kadar ileri gittin ki... İçi boş kurtulma fantezilerin yetmezmiş gibi bir de kendine ütopik, hilkat garibesi bir kurtarıcı yarattın ve müthiş bir kuvvetle, sıkı sıkıya, bir anda ona bağlandın. Kendi elleriyle şekil verdiği çamurdan tanrısına kalpten iman eden cahil bir putperestten tamamen farksızdın. Belki inanmayacaksın bu söylediğime ama beni bu kadar çok öfkelendiren şey, seni bu acizlik bataklığında çırpınırken görmek. Tekerrür eden mezkûr davranışların ise içinde bir yerlerin bu işkencelerden memnun olduğunu düşündürtüyor bana. Evet, işkence edeceğim sana, hiç de merhamet etmeyeceğim. Fakat en azından bir dahaki sefer bu kadar savrulmayasın diye de bir kez daha ikaz edeceğim. ‘Seni kör kuyularda merdivensiz bıraktılar.’ Sakın ola bunu bir an olsun aklından çıkarma!”
1 Ümit Yaşar Oğuzcan, Beni Kör Kuyularda
2 Nilüfer, Ta Uzak Yollardan
1989 yılında Bingöl’de doğdu. Bursa'da çeşitli okullarda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaptı. Karıncafil, Savruk, Hayal Bilgisi ve Birnokta dergilerinde öyküleri yayımlandı.