Birleşik kelimelerin yazımı konusunu işleyene kadar, onun da diğer akranları gibi biri olduğunu sanıyordu. Sürekli fast food tüketen, fast food nevinden müzikler dinleyip filmler seyreden, kitap okumak deyince tüyleri diken diken olan, saatlerini internet ortamında harcayan, sosyal medya ağzıyla konuşup komik olmayan espriler yapan ve komik olmayan bu basit esprilere saatlerce gülebilen diğer “normal” öğrencileri gibi yani. Kırk küsur mevcutlu bir sınıfta, daha öğrencilerin isimlerini bile tam olarak öğrenememişken bu genç adamın damarlarında gezinen “zehri” fark edememesi çok büyük bir sorumsuzluk sayılmamalıydı.
Ne olmuşsa tahtaya şu maddeyi yazdıktan sonra olmuştu. “Somut olarak yer bildirmeyen alt, üst ve üzeri sözlerinin sona getirilmesiyle kurulan birleşik kelimeler bitişik yazılır: ayakaltı, yeraltı, gerçeküstü, olağanüstü vb.” Sıskalığa varan zayıflığı, esmerliği ve genellikle sessizliğiyle zihninde yer eden öğrencisi el kaldırdı. “Yeraltından Notlar peki, buradaki yeraltı da birleşik mi yazılır hocam?” dedi. Öğretmen bu soruya hayli şaşırdı. “Kastettiğin Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ı mı?” diye sordu. “Evet hocam.” diye yanıt verdi öğrencisi. “Elbette buradaki yeraltı da gerçek anlamda yerin altını kastetmediği için birleşik yazılır. Üstelik bu eserde Dostoyevski’nin yer altından kastı, bireyin iç dünyasıdır.” dedi öğretmen. Delikanlı heyecanla “Evet, biliyorum hocam.” diye karşılık verdi. “Nasıl yani sen kitabı okudun mu?” diye sordu şaşalayan öğretmen. Genç adam, mağrur bir ifadeyle “Evet, hem de birkaç kere.” dedi.
Öğretmenin şaşkınlığı git gide artıyordu. Kendi kendine kitap okuyan bir öğrenci üstelik okuduğu bir Dostoyevski klasiği, diye geçirdi içinden. Öğretmenin reaksiyonu gereğinden fazlaymış gibi görünse de aslında hiç de yersiz değildi. Bunca yıllık öğretmenlik hayatı boyunca öncelikli gayesi öğrencilerine kitapları sevdirmekti ancak bu hususta başarılı olduğu pek de söylenemezdi. Bu başarısızlık sadece kendine de mahsus değildi. Defalarca istişare ettiği meslektaşları da hep aynı dertten muzdaripti. Bu neslin gençleri, kitap denilince etlerine bir iğne batırılmışçasına irkiliyor ve kendilerine kitap okumaları tavsiye edildiğinde ise cezalandırıldıklarını düşünüyorlardı. Onları kitaplarla barıştırmak için her türlü yöntemi denese de koskoca bir sınıfta yalnızca iki-üç kişiye tesir edebiliyordu.
Öğrencilerin içinde deli gibi kitap okumalarına karşın onu memnun edemeyen bir tayfa da mevcuttu. Bunlar, onun deyimiyle “abur cubur” cinsinden “best seller” kitaplar okuyanlardı. Faydadan ziyade zararı dokunacak bu kitapları, hiç okumasalar daha evlaydı ancak bir edebiyat öğretmeni olarak öğrencilerine “Okumayın.” demeye de dili varmıyor, günün birinde kendiliklerinden nitelikli şeyler okuyacaklarını umut ediyordu. Bu yüzden bu öğrencisinin kendi arzusuyla ve hür iradesiyle böylesine ağır bir klasik eseri okuması onu hayrete düşürmüştü. Elbette şaşırdığı kadar memnun da olmuştu bu duruma.
O dersten sonra bu çelimsiz delikanlıya karşı olan dikkati arttı. Hem ders esnasında hem de nöbetçi olduğu günler teneffüslerde onu, uzaktan gözlemlemeye başladı. Çocuğun davranışlarında enteresan herhangi bir şey yoktu. Gayet normal ve sağlıklı görünüyordu bu nedenle boş yere kaygılandığına kanaat getirdi.
Dönemin ilk yazılı sınavı gelip çattığında âdeti olduğu üzere son ve en yüksek puanlı soruyu, serbest konulu bir hikâye yazmaya ayırdı. Bu hikâyeleri okuyup puanlamak bayağı zahmetli olsa da öğrencilerin vaziyetini tetkik etmedeki faydası yadsınamazdı. Kırmızı mürekkepli dolma kalemini eline aldı ve önündeki kâğıttan dağdan rast gele bir tanesini çekti. Ağır ağır okumaya başladı sınav kâğıtlarını. Okuduğu kâğıtlar, kimi zaman eğlendiriyordu onu, kimi zaman da çileden çıkarıyordu. Yapılan basit hatalara sinirleniyor, elindeki kâğıda kırmızı kalemiyle hırsla bir şeyler çiziktiriyordu.
Bezgince önündeki tomardan bir kâğıt daha çekti. Yazılan hikâyeyi okumaya başladığında ise kaşları çatıldı ve yüzündeki çizgiler gerildi. Sevdiği kadını tren garından yolcu ettikten sonra evine gidip, bir kadeh içki içip, tabancasının namlusunu alnına dayayarak gayet tabii bir şekilde intihar eden genç bir adamın öyküsüydü anlatılan. Hikâye gerçekten iyi bir şekilde kaleme alınmıştı. Şimdiye kadar okuduklarıyla mukayese edildiğinde hiç kuşkusuz en iyi kâğıt şu an elinde tuttuğuydu. Bir hışımla kâğıdın ön yüzünü çevirdi ve yazının kime ait olduğuna baktı. Evet, yanılmamıştı, hikâyenin yazarı “Yeraltından Notlar”ı defalarca okuyan Raskolnikov kılıklı delikanlıdan başkası değildi.
Sınav kâğıtlarını okuduktan sonra bunların değerlendirmesini sınıfta tek tek yapar ve her öğrencisine muhakkak yazdıklarıyla alakalı birkaç soru yöneltirdi. Sıra malum hikâyenin yazarına geldiğinde ise “Hikâyen için niçin başkahramanın intihar ettiği bir son seçtin?” diye sordu. Bu soruyu sormasının asıl maksadı genç çocuk için endişelenmeye mahal olup olmadığını anlamak istemesiydi. Ortada müdahale edilmesi gereken gerçek bir tehlike mi vardı yoksa bu şekilde yazmasının sebebi, kendisinin de yakinen tanıyıp bildiği o meşum zehrin etkisinden mi kaynaklanıyordu? “Bundan başka bir son, hikâyeyi eksik bırakırdı.” diye yanıtladı soruyu genç çocuk. Bu afili cevap, amacına ulaşarak öğretmeni etkilemeyi başardı. Ancak ortada tehlikeli bir durum olup olmadığı hâlâ müphemdi. Delikanlının cevabı yeterince tatminkârdı bu yüzden şu an için bu konuyu üstelemenin gereği yoktu. Daha sonra bire bir sohbet ederek meselenin iç yüzünü öğrenmeye karar verdi.
Aynı gün içinde yakaladığı ilk fırsatta çocukla sohbet etmeye başladı. Sohbetin odağını elbette kitaplar oluşturuyordu. Büyük bir iştahla bahsediyordu delikanlı okuduklarından. Öğretmen ise dikkatle ve onunla gerçekten ilgilendiğini belli ederek dinliyordu onu. Çocuğun kendini rahatça ifade edebilmesine imkân tanıyor, sadece yerinde, ufak müdahalelerle sohbetin yönünü aradığı cevapların bulunduğu kıyıya doğru sürüklüyordu.
Çocuk konuştukça içini, isimlendiremediği fakat çok eskilerden aşina olduğu garip bir hissiyat kaplıyordu. Hemen şimdi bir zaman makinesine atlayıp geçmişe gidebilecek olsa ve okul koridorunda kolundan tutup çevireceği on beş yaşındaki kendisiyle sohbet etmeye kalksa işitecekleri şu an işittiklerinden çok da farklı olmayacaktı. Çocuk intihara meyilli değildi, ortada fiziki bir tehlike yoktu, buna katiyen ikna olmuştu. Ancak ömrü boyunca yakasını bırakmayacak görünmez bir vebanın pençesinde kıvranacağı da su götürmez bir gerçekti. Aslında bu durumu önceden sezip onu mercek altına almıştı ancak görünüşteki normalliğe aldanmıştı. Aynı şey pekâlâ kendisi için de geçerliydi. Dışarıdan bakıldığında gayet normal ve sağlıklı bir insan gibi görünüyordu. Demek ki öğrencisi de normal makyajı yapmakta en az hocası kadar mahirdi.
Evet, on beş yaşını karşısına almış, onunla sohbet ediyormuş gibi hissediyordu kendini. Neler hissettiğini ve hissedeceğini, nerelerde, nasıl tökezleyeceğini adım adım biliyordu. Dönüp o yaşlarını hatırladığında aslında hiç değilse o zamanlar için bu kadar karanlığın pek de lüzumu olmadığını şu an kavrayabiliyordu. Oyuncaklarını dağıtıp savmak için henüz erken sayılırdı. Bir müddet daha aptalca mutlu olabilir, pembe gözlükleriyle caka satabilirdi. Kanında gezinen zehir, nasıl olsa bir gün etkisini gösterecekti. Bu sancılı süreci, şu an için ertelemek gayet tabii görünüyordu. Bu düşüncelerini muhatabıyla paylaşmak için yanıp tutuşuyordu ancak kendini onun yerine koyduğunda, o zamanlar birilerinin kendisine böyle şeyler söylediğini varsaydığında, bunların üzerinde ne kadar tesirli olacağını tarttı. Hatta önermeyi bir de tersten kurdu. İhtiyar bir versiyonunun şu an gelip karşısına dikildiğini ve hiçbir şey için o kadar da geç olmadığını, iş işten geçmediğini, ışığa kavuşmak için hâlâ bir fırsatının olduğunu söylese bu sözlerin kendisinde nasıl bir karşılığı oldurdu? Hiçbir karşılığı olmazdı, diye geçirdi içinden. Üstten üstten söylenmiş, dışı janjanlı, içi kof bir lakırtı olarak telakki ederdi. İşte tam da bu sebepten, kalbinden geçenleri çocukla paylaşmaktan vazgeçti.
Delikanlı, henüz kendisine teferruatlı bir teşhis koymaktan uzaktı ancak bir şeylerin ters gittiğinin de fena hâlde farkındaydı. Öğretmen ise avuçlarına bırakılan bu kırık dökük cümlelerin ne denli çapraşık manalar ifade ettiğini sezebiliyordu. Bütün koşulları tutmasına rağmen vücut tarafından reddedilen nakil bir organ gibi hissediyordu kendini muhtemelen. Herkese alelade bir şekilde, gani gani hibe edilen şeyler için onun, kanının son damlasına kadar mücadele etmesi gerekiyordu mesela. Üstelik dişi, tırnağı sökülmüş bir aslan gibi bahsi geçen mücadeleci ruhtan da tamamıyla yoksun bırakılmışken…
Hayranlıkla ve tüyleri ürpererek seyrettiği manzaraların neredeyse tamamına burun kıvrılacaktı. Herkesin peşinden koştuğu, uğruna birbirini gırtlakladığı çoğu şey de onun gözüne manasız ve beş para etmez görünecekti. Damağında biriken kekremsi olmamışlık tadı, ömrü boyunca bütün güzel hatıralarının lezzetini berbat edecekti. Beyninde coşkuyla patlayan havai fişekler, yüreğinin kuşlarının kalbini, korkudan durduracaktı. Yaşamla ve diğer insanlarla arasında gayritabii bir uyuşmazlık olduğunun idrakine ise ağır ağır varacaktı. Çünkü insan, henüz yolun başındayken herkesi kendi gibi bilmeye meyillidir.
Genç adam, laf arasında geceleri fazla düşünmekten pek iyi uyuyamadığını da ağzından kaçırmıştı. Demek ki her kafadan bir sesin çıktığı, birbiriyle sürekli didişen, dünyanın en uyumsuz fertlerinden müteşekkil o uğursuz koro da zihninde yavaş yavaş yerini almaya başlamıştı. Şimdi ona bu seslerin hiç susmayacağı gibi günden güne artarak yükseleceğini dili tutup da nasıl söyleyebilirdi?
Delikanlı konuştukça kendini, onun çırpındığı karanlık sulara bakan yüksek bir falezde dikilmiş de seyrediyormuş gibi hissediyordu. Yüreği ona karşı yoğun bir merhametle dolup taşıyor, işleri onun için bir nebze kolaylaştırabilmeyi arzuluyordu. Fakat bir yandan da ona doğru bir can simidi uzatmaya kalksa bunun hiçbir faydası dokunmayacağını, simidin belki de daha ona varamadan kaybolup gideceğini pekâlâ biliyordu. Esasında kendisi ve kendisi gibi nicelerinin ayak izlerini takip ediyor olsa bile genç adam, tüm ötekiler gibi bu yolu tek başına yürümeye mahkûmdu. Üstelik yolun bir sonunun olup olmadığı ve aydınlık bir menzile varıp varmayacağı henüz kendisi için bile meçhuldü. Bu yüzden ne yaparsa yapsın ne söylerse söylesin çocuğun çekeceği ızdıraplara mâni olmaya gücü yetmeyeceğini kabullendi. Nitekim bu yol, ne bir hoca kabul ediyordu ne de bir kılavuz.
Şu an için yapılacak en iyi şeyin, sunulacak en iyi ilacın, ona anlaşıldığını hissettirmek olduğu hükmüne vardı. Çünkü kendisi zamanında bunun eksikliğini, hava gibi, su gibi çekmişti. Edebiyata da zaten bu sebeple dört elle sarılmamış mıydı? Kendi gibi hisseden ve düşünen hayali kahramanların, bu hislerini ve fikirlerini onun dağarcığında bulunmayan muazzam kelimelerle, olabilecek en mükemmel biçimde ifade edişlerine, tepeden tırnağa hayran kalmamış mıydı? Kurmaca dünyasında bir mülteci olmayı, içinde yaşadığı “hakiki” dünyada bir birey olmaya sırf bu sebepten yeğ tutmamış mıydı?
Öğretmen, isabetli bir karar vermiş ve yazdığı reçeteyi de uygun dozlarla sunmuştu öğrencisine. Onu göz hapsinde tutmaktan bilhassa çekinmiş, üzerine düşmemişti. Kitaplarla alakalı sohbetleri ise hız kesmeden devam etmişti ama konuşanın çoğunlukla delikanlı olması için özel bir gayret göstermişti. Zihnine doluşan düşüncelerini ifade etmesine ve içinde biriken zehri akıtmasına imkân tanımak istiyordu çünkü. Ara ara kesinlikle beğeneceğinden emin olduğu kitaplar tavsiye ediyordu ona. Kendisine tavsiye edilen kitabı, iştahla bir çırpıda okuyan genç adam da bir an evvel kritiğini yapmak için soluğu hocasının yanında alıyordu.
***
Şiir ünitesinin sonuna geldiği her seferde, sınıfa bir şiir dinletir ve öğrencilerden dinledikleri şiirin hem şekil ve tür özelliklerini bulmalarını hem de şiirin üzerlerinde bıraktığı izlenimleri, bir kâğıda yazmalarını isterdi. Daha sonra bu kâğıtları toplayarak teker teker incelerdi. Dinlettiği şiirin kendi eğilimlerinin aksine coşkulu bir şiir olmasına ise ihtimam gösterirdi. Bu kez seçtiği şiir, Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiiriydi. Bu şiiri çok sevip çok beğenmesine karşın hayatına tatbik edemiyor oluşundan ötürü içten içe, şairine karşı bir mahcubiyet hissederdi. Genç dimağları bu şiirle tanıştırmayı da bu mahcubiyetin bir telafisi olarak görüyordu. Girdiği bütün sınıflarda -malum delikanlının olduğu sınıf hariç- dinletti bu şiiri ve yüzlerindeki hayranlık ifadesini memnuniyetle seyretti. Bahsi geçen genç adamın sınıfına geldiğindeyse aklı bulanmıştı. Delikanlının damarlarında gezinen zehrin, hissiyatına ve fikriyatına ne derece etki ettiğini öğrenmek istiyordu. Merakına yenik düştü ve bu yüzden diğer sınıfların aksine bu sınıfa, Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar” şiirini dinletme kararı aldı. İki büyük şairi, bir kez de kendisinin karşı karşıya getirmesinden ötürü ise hoşnutsuzluk duyuyordu.
Okumak üzere kâğıt yığınının başına oturduğunda, süratle delikanlının kâğıdını aramaya koyuldu. Uzunca bir süre uğraştıktan sonra enkaz altından çıkmış gibi görünen buruşuk kâğıtların arasında, nihayet aradığını buldu. Kâğıtta kelimesi kelimesine şöyle yazıyordu “Hayatının önemli bir bölümünü yalnızlıkla boğuşarak ve ışıktan nefret etmiş biri olarak şiiri gerçekten çok beğendim. Şiirin güneşin toplumun normal bireyleri için olduğunu, yalnızların karanlığa ait olduğunu vurgulaması ise oldukça etkiledi beni. Not: Moonlight Sonata’nın fon müziği olarak kullanılması, durumu daha da içinden çıkılmaz bir hâle getirmiş.”
Kâğıtta yazanları tekrar tekrar okudu öğretmen. Karşılaşmaktan endişe ettiği ancak karşılaşacağından da bir o kadar emin olduğu manzarayla şimdi baş başaydı. Sezgi yoluyla varlığını öngördüğü o karanlık memba, bilfiil karşısında duruyordu işte. Karmakarışık hislerle bulandı yüreği. Gördükleri içini sızlattı çünkü derinlik, tahminin hayli üzerindeydi. Yine de talebesinin kendini bu kadar mükemmel bir şekilde ifade edebilmesi, gururlandırmıştı onu. Kendisinin aksine, çok uzak da olmayan bir gelecekte, delikanlının ışıkla barışmasını ve kendi gibi hisseden “ötekilere” ışık olabilmesini diledi, zulmette çürümeye terk edilmiş olan tüm kalbiyle.
1989 yılında Bingöl’de doğdu. Bursa'da çeşitli okullarda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaptı. Karıncafil, Savruk, Hayal Bilgisi ve Birnokta dergilerinde öyküleri yayımlandı.