Dişlerini takırdatacak denli soğuk bir kış gecesinde, biraz olsun keyifli vakit geçirmek maksadıyla daha önce anlaştıkları gibi arkadaşlarıyla şehir tiyatrosunun önünde buluştu. Organizasyonu o planlamış, herkes için biletleri de günler öncesinden almıştı. Koltuklarına yerleştiklerinde ısınmanın da verdiği rehavetle neşeli bir sohbetin içinde buldu kendini. Oyunun birazdan başlayacağına dair yapılan anons, bu tatlı sohbetin sonunu getirdi. Salonun karardığı ve bordo renkli kadife perdelerin aheste bir şekilde açıldığı esnada, içten içe oyunu herkesin beğenmesini diliyordu. Çünkü her şeyi ayarlayan kendisiydi dolayısıyla bir nevi sorumluluğu üzerine almış sayılırdı. Güzel bir oyun izleme temennisinde bulunurken esasında suratına okkalı bir tokat yiyeceğinden ise henüz habersizdi.
Öyle bir tokattı ki bu, tüm dengesi altüst olmuş ve üzerine oturduğu koltuk neredeyse altından çekilmişti. Oyunun başkahramanı, daha önce defalarca okuyucu olarak dünyalarına dâhil olduğu ve çektiği ruhi ızdıraplar bakımından kendisiyle özdeşleştirdiği kahramanlarının âdeta bir birleşimi gibiydi. Selim Işık, Turgut Özben, Hikmet Benol, Raif Efendi, Mümtaz, Giovanni Drogo, Martin Eden ve daha niceleri… Bu bahtsız kahramanlarının öykülerini pek çok kez okuyup satırların altını kalın kalın çizmiş ve her bir sözlerini kalbine kazıyarak nakşetmişti. Kederlerini ve kaderlerini benimsemiş, varoluşsal sancılarını en derinden hissetmiş ve onları gerçek hayatta tanıyıp sevdiği birçok insanın önüne koymuştu. İşte şimdi zihnini bu kadar dehşete sürükleyen şey, aslında daha önce ruhlarını okuduğu bu kahramanların ruhundan yaratılmış olan sahnedeki kahramanın, ete kemiğe bürünmüş bir şekilde karşısında dikiliyor olmasıydı. Diğerleri gibi kâğıt üzerinde değil; hakiki manada yaşıyor, onun biraz ilerisinde nefes alıp veriyor, haykırıyor, ağlıyor ve çırpınıyordu. Acısı, hezeyanları, muhakemesi, muhasebesi ve gözyaşları o kadar sahiciydi ki nasıl olur da buna “oyun” denirdi aklı almıyordu. Zihnini dağıtmak ve biraz olsun keyifli vakit geçirmek maksadıyla geldiği bu oyun, bir akşamlık olsun firar ettiğini sandığı aklının cehennemi mahpushanesine bir kez daha tıkmayı başardı onu. Ve oradan bir kurtuluşunun olmayacağının da kati surette nihayet idrakine vardı.
Oyun bittiğinde ise rol yapma sırası kendisine gelmişti. Yüzüne yalancı bir gülümseme takınarak ne kadar hırpalanmış olduğunu sakladı arkadaşlarından. Belki de sakladığını sandı. Sahnedeki oyuncuların aksine rol yapma kabiliyeti yok denecek kadar azdı.
Çok uzun bir süre zihnini meşgul etti bu oyun. Bozuk bir plak gibi tiratlar zihninde tekrar edip durdu. O bahtsız adamın perişan kıvranışları gözünün önünden gitmiyor, sesi her an, her saniye kulaklarında çınlıyordu. Bir kez daha görmem gerekiyor, dedi bir gün içinden. Bir kez daha ve çok daha yakından görmeliydi. Hem bu kez belki aktör, gününde olmaz ve kötü oynardı. Sahiciliğini yitirirse zihnindeki bu kuvvetli tesir de kaybolup giderdi belki. Çivi çiviyi sökerdi ve hem kim, onun aynı oyuna bir kez daha gittiğini nereden bilecekti? Dediğini yaptı ve en ön sıradan bir bilet aldı oyuna. Bu kez gafil avlanmayacaktı, kendini neyin beklediğini biliyordu çünkü. Kış henüz bitmemişti ve soğuk bir kış gecesinde bir kez daha tiyatro salonunun kapısında üşürken buluverdi kendini.
En ön sıra sahneye gerçekten de çok yakındı, aradaki mesafe birkaç metre ya var ya yoktu. Bu kez oyunu beğenmeme ihtimali bulunmuyordu ama temennisi artık ondan ve kuvvetli tesirinden tamamıyla kurtulmaktı. Perde açıldı ve oyun başladı. İlk izlediğinden farklı tek bir şey dahi yoktu. Üstelik bu kez olay mahalline çok daha yakındı ve bu yakınlık gayriihtiyari ürkmesine sebep oluyordu.
Neredeyse oyunun bir parçası gibiydi. Ve başkahraman, işte yine aynıydı. Görkemli kahrından ve derin kederinden zerre kadar bir şey kaybetmemişti. Hani bu kez kötü oynayacaktı, hani bir defaya mahsus bir tesadüftü bu? İşte saçları birbirine karışmış, gözleri dolu dolu, boşluğa dikilmiş bir biçimde çökmüş, oturuyordu karşısında. Bakışlarını doğrulttuğu noktada ise kendisi vardı ama onu gördüğünü belli eden hiçbir emare yoktu. Mahzun gözlerinin içine daha bir dikkatli baktı ama hayır, hiçbir şekilde varlığı onaylanmıyordu. Bu durumu oldukça yadırgadı. Film seyrederken böyle bir beklentiye elbette kapılmıyordu. En nihayetinde film denilen şey, kamera vasıtasıyla kaydedilen görüntülerin oynatılmasından ibaretti. Ama burada olanlar an itibarıyla yaşanıyordu ve o da buna en yakından şahitlik ediyordu. Ancak sahne ve seyircilerin arasında sanki görünmez, camdan bir duvar vardı. O, her şeyi tüm çıplaklığıyla görebiliyordu ama kendisi görünmezdi. Ah, aslında o, her zaman görünmezdi!
Perişan adam, bakışlarını boşluktan indirdiğinde gözyaşları yanaklarından usulca süzüldü. Bu manzara içini en derinden titretti ve yerinden kalkıp sahneye çıkma arzusuyla dolup taştı yüreği. Oyuna müdahale etmek, bir defa olsun bu biçare adamın makûs kaderini değiştirmek istiyordu. Dağılan saçlarını düzeltmek, gözyaşlarını elleriyle silmek ve kollarından tutarak onu ayağa kaldırmak…
İşte tam da bu esnada bu oyuna neden bu kadar kafayı taktığının ayırdına vardı. Gözlerinin önünde acı çeken bu adamda gördüğü, esasında kendi ruhunun tezahürüydü. Tıpkı onun gibi günler, geceler ve yıllar boyu çırpınmıştı üstelik çırpınmaya hâlâ devam ediyordu. Oyunla seyircilerin arasında yer alan o cam duvardan, kendi hayatıyla hakiki hayat arasında mevcuttu. Kendinde değiştiremediğini oyunda değiştirmek, kendi silinmeyen gözyaşlarının yerine onun gözyaşlarını silmek istiyordu. İşitilmeyen çığlıklarını işitmek, anlaşılmayan sözlerini anlamak…
Hikmet Benol, “Beni hemen anlamalısın çünkü ben kitap değilim çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum...” demiyor muydu? Karşısındaki perişan adamın da en büyük derdi işte bu yani anlaşılmak değil miydi? Evet, öyleyse onu bütün benliğiyle anlamaya hazırdı, en çok da hiç anlaşılmayan kendisinin yerine. Çünkü kendisi de zihninde bitmek tükenmek bilmeyen bir mahkemeyle yaşamaya mahkûm edilmişti. Kimsenin haberi yoktu bundan yahut da umursamıyorlardı. Tüm rolleri kendisinin üstlendiği ucube bir tiyatronun yegâne oyuncusuydu. Kendi suçluyor, kendi savunuyor, kendi yargılıyor, kendi infaz ediyor, kendi çırpınıyor, kendi acıyor ve kendi küçümsüyordu kendini. İşkenceden bir farkı olmayan bu mahkeme, mütemadiyen tekrar ediyordu zihninde. Buna benzer hislerini Selimciği Işık’ın şu şekilde dile getirdiğini anımsadı. “Kafamda kurulu bir makine vardı ve bu makine, durmadan, ara vermeden düşünceler, izlenimler sıralıyordu. Bu makinenin idaresi benim elimde olsaydı, yalnız istediğim şeyleri istediğim sırada düşünebilseydim neler başarmış olacaktım. Kafamda bir sürü süprüntü düşünce olmasaydı, bazen benim bile beğendiğim düşüncelerle dolu olsaydı beynim…”
Bu düşüncelerin kıskacında kıvrandığı tam da şu anda, davudi sesiyle o kocaman salonu inletircesine haykırdı sahnedeki perişan adam. “Herkesi düşündürmeye çalış, düşündüremezsin. Beni düşündürmemeye çalış, yine elinden bir şey gelmez! Ben başkalarının düşünmemeye mahkûm olduğu kadar düşünmeye mahkûmum. Pencereleri açmak istiyorum. Başımı soğuk havaya uzatmak ve köpekler gibi haykırarak halkı penceremin altına toplamak istiyorum. Düşünmek istemiyorum diye bağırmak, ulumak istiyorum. Düşünmek istemiyorum! Düşünmek istemiyorum!”
“Ben de! Ben de!” diye bağırarak karşılık vermemek için güç bela zapt etti kendini. Beş dakika olsun düşünmemek için neleri feda etmezdi ki? Düşünmekle ve unutamamakla lanetlenmiş farz ediyordu kendini. Gırtlağına dayanan tüm bu sözleri acı bir lokma gibi yuttu. Yaprak gibi titriyordu bütün bedeni. Muhayyilesi ve hakiki dünya bir olmuş esaslı bir “oyun” oynuyordu kendisine. Deli yaftası yemek istemiyorsa hislerine gem vurması gerektiğinin farkına vardı. Dizginleri derhâl eline aldı. Yaşarmasına mâni olamadığı gözlerinden sıcak gözyaşlarının dökülmesine müsaade etti yalnızca. Elinin tersiyle ve bir hışımla silerek de çarçabuk kurtuldu onlardan.
Oyun bir kez daha genç adamın kendisinden vazgeçmesiyle sona erdi. Elinden hiçbir şey gelmemişti. Onun payına düşen bu trajediye bir kez daha şahitlik etmekten fazlası değildi. Ne kendi ne de onun kaderini değiştirebilirdi. Yüz defa daha aynı oyunu seyretse sonuç hiçbir şekilde değişmeyecekti.
Perde kapandı, yeniden açıldığında ise oyuncular seyircilerini selamlamak için sahneye çıktı. Biraz önce acılar içinde kıvranan o perişan adam gitmiş, yerini yüzünde mağrur bir tebessümle seyircilerini selamlayan bu sağlıklı adam almıştı. Zarifçe eğilerek yerden göğe kadar hak ettiği coşkulu alkışları, mütevazı bir edayla kabul etti. Allah’ım bu nasıl bir yanılsamaydı? Onca acı, keder ve gözyaşı bir anda buharlaşıp nasıl da uçmuştu?
Perde açılmamak üzere kapandı, tüm seyirciler hızla salonu boşaltmaya başladı. O an Mümtaz’ın şu sözleri aklında şimşek gibi çaktı, “Her şeyin bitmesi ve perdenin inmesi. O büyük ve ferahlatıcı boşanma. Bütün kafasındakilere, hepsine birden ‘Paydos!’ demek, kapıları açmak ve yol vermek, son zerresine kadar her hatırayı, her hayali, her tasavvuru kovmak ve herhangi bir nesne, cansız ve şuursuz bir mevcut olmak, bu güneş altında parlak bir yılan sırtı gibi bir ucu dikilen sokağa, güneşin yer yer bir cüzzam gibi kemirdiği duvarlara, evlere katılmak, varlığın çemberinden çıkmak, bütün tenakuzlarından kurtulmak…” Peki ama buna nasıl güç yetirecekti? Kimsenin görmediği bu viraneyi, çöktüğü koltuktan kim tutup da kaldıracaktı?
1989 yılında Bingöl’de doğdu. Bursa'da çeşitli okullarda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaptı. Karıncafil, Savruk, Hayal Bilgisi ve Birnokta dergilerinde öyküleri yayımlandı.