“Bize bir zevk i tahattur kaldı
Bu sönen, gölgelenen dünyada”
Ahmet Hâşim
http://www.youtube.com/watch?v=qgBL7yQ2f-I&feature=player_embedded
Tek başına yürümüş Tanpınar gittikçe gölgelenen ve derinleşen dünyasında…
Yapayalnızmış üstelik. Bir palto, bir hırka, bir yorgana sarınır gibi sarınmış yalnızlığına. Sanki karlar ortasında saatlerce yürümüş gibi yorulmuş kendini anlatamamaktan… Yorulmuş kendini bulamamaktan…
Hepimiz biliriz onun eserlerindeki üç temel hususiyeti; zaman, mekân ve rüya… Oysa gerçek dünyada rüyanın tabiridir para… O büyük bir mustariptir aslında. Hiç bir vakit ona ram olmamıştır ne zaman, ne mekân, ne rüya ve ne de rüyalarını satın alabileceği para… Geçmiş ve gelecek gibi iki uzak kapı arasında uzun ve meşakkatli bir seyr ü seferin abasız postsuz dervişidir aynı zamanda…
Kaç aydınlık günde, ne karanlıklar içinde gezindi bilir miyiz sokaklarda? Kentlerin dev zafer anıtlarıyla süslü meydanlarından geçip, gecelerin ıssızlığında yürüdüğünü?. Sokaklarda beliren dev gölgeleri görüp odasına sığındığında, yalnızlığına ve imkânsızlıklarına inat kaç roman ve hikâyeye yelken açmak için başlangıç yaptığını? Gün bitmeden hitam bulması lâzımdır ya mukadderatının? Yıllarca tamamlaması gereken bir şeyler hiç eksik olmamış zaten. Tek eksiği kendi ruhunda ve kabiliyetsizliğinde aramış.
İnce… İncecik bir hiçlikmiş Tanpınar; bu ince hiçlikte daha da derinlere kaymış. Bir bulut yere büsbütün inmekle ne kadar yağmura dönüşebilir ki? Ya gecenin diplerine kaçıp gittiğinde kelimeler? Onları çağırıp getirmek ne de meşakkatli bir iştir. Göz boşluğuna bir sis gibi dolan ilhamlar sisler içindeki zamana, mekâna ve rüyaya sonsuzca akmış.
Ruhunun dehlizlerineaçılan sokaklarda ne tanınan ne de büsbütün yabancı biri olmuş. "Bir sükût suikastına" kurban gitmiş bütün ömrü; ne içinde olmuş zamanın, ne de büsbütün dışında. Yekpare bir anın parçalanmaz akışında, hep anı yaşamış, gün, saat, mevsim mevsim…
Usulcana geçmiş beş şehrin gülen rüyalarından. Şehrin arka sokakları, kestirmeler, harabeler içinde paslı çivilerin kıskacında sıkışmış ruhu, tabanları emmiş şehrin ruhunu ve o ruh sinmiş taşların gülen rüyasına. Henüz yazılmadan kendisine yollanmış bir mektup gibi sıkıldığı o rutin dünyasında, kendinden kaçıp giden kelimelerin ardınca yürümüş ta en uzaklara…
Dudaklarının kenarından düşmeyen o yanık sigaranın zehri gibi çekmiş ıstırapları ciğerlerine. El yordamıyla yoklamış her şeyi, aşkı, secdeyi, sendelemiş, hep gecikmiş hayata ve çiğnendiği bile olmuş gururunun ayaklar altında. Ve tanımamış bütün aradıklarını her buluşunda. Dudaklarında kurumuş ilhamlar, kabuk bağlamış, nasır bağlamış.... O kabukları soya soya ilerlemiş kelime toprağının zifir karanlığında...
Mühürlenmiş bir zarfın içindeymiş ruhu. Hayat ki; her adımda bir vazgeçişmiş. Ki, o sonsuzca vazgeçmiş ve sonsuzca uzaklaşmış kendinden ve herkesten. Ve beklemiş Tanpınar, sabırla beklemiş o bembeyaz sayfaya dolmasını zaman, mekân ve rüyaların… O dünyanın içindeki dünyaların ervahına kaymış ve başka hiçbir şey umurunda olmamış. Sezmiş ki; esasında yazar olmak yazmamakmış, okunmamakmış, bilinmemekmiş, anlaşılamamakmış bir taşlaşmış insan ormanının ortasında. Antik bir şehrin kalıntıları arasında, yüzyıl sonrayı yaşamak gibi bir şeymiş gerçek sanatkârın çilesi, anlamış en sonunda.
Çilesiymiş gerçek sanatkârın, renksiz ve sırsız bir dünya üzerinde yürümek... Her adımda çözülüp dağılmak ve her hâletin, her duygunun, her dünyanın biçimini almakmış.
Güçlükle, dimdik sanatıyla ayakta kalmak için, binlerce sesin, dağılan cesetlerin, vınlayan kurşunların, çığlıkların arasından kendi sesini bulup tanımakmış. Ve bir başka zamandan atılan çığlıkmış sanatkârın sesi, küçük siyah bir “örümcekmiş” o yılankavi yolların ortasında; “Benim için ışığını örecekler / Örümcekler birbiri ardınca / Duvarda, döşemede, gökyüzünde / Avucumda, yüzümde, ellerimin tersinde..." diyen...
İşte bu yıkıntılar arasında ona yalnızca görünmez eller yol açıp, el uzatmış. Koparıldığı geçmişinin kökleri ayaklarına dolanıp yüzükoyun yerlere kapaklandığında, teninin sıyrılıp ayrıldığı her yerinden geçmişin iskeletiyle karşılaşmış! Korkmuş kendinden, etinden, derisinden! Ani bir yarılma yaşamış o an “güvercin bakışlı O sessizlikte...” Zaman dışı bir adım atmış Tanpınar; derin bir çizik açılmış göklerde ve yalnızlığın rengini o gün keşfetmiş masmavi o renksizlikte. Ona sükût suikastı kuranlar silinmiş belleklerden. Ne ki, Tanpınar ağırlığınca altın, yüklemiş ilham katarlarından ve bir bulut olup yağmış şimdiye.
Hâlâ oradadır Tanpınar, hâlâ orada…
Çünkü o, oralara kendi içinden bile geçip gitmiştir. Toprak onu çağırmış, rüzgârlar çözmüş ilmek ilmek ruhunu, ay ışığı gibi yansımış ve gölgeler gibi büyümüş günlerde, o günlüklerde. Gölgeler içinde yatıyor dipdiri. Haydi... Sizler arayın onu şimdi, omurgasını ısıra ısıra tırmanan bir boşluğu okur gibi okuyun o günlüklerini. Derim ki; toprağa tekrar toprak olarak dönebilmek için Tanpınar’ı bir nebze anlamak gerek.
Sınırsız bir suskunluktur Tanpınar günlükleri. Sınırsız bir gerçeklik. Yazmayı, çizmeyi, ekranlardan görünmeyi, dünyayı bırakıp konuşun onlarla...
Çünkü dünya yalan söyler, günlükler gerçeği…
Bütün dünyaya iyi okumalar…