‘Sîret’i ‘Bir kimsenin ahlakı, seciyesi, karakteri, dışa akseden davranışı. Karşıtı: SÛRET’ şeklinde tanımlayan Misalli Sözlük, ‘sûret’i de şöyle açıklamış: ‘Gözün ilk bakışta gördüğü şey, dış görünüş, şekil, biçim.’
Misalli sözlük bir güzellik daha yapıp ‘Sîreti sûretine uymamak’ deyimini de açıklamış: ‘İç yüzü dış görünüşüne uymamak, göründüğü gibi olmamak.’
Buradaki, sîret’in ‘karşıtı: SÛRET’ kaydının doğru olmadığını istidraden ifade ederek her iki kelimenin de semavi dinlerdeki kültürel karşılığının, yapılmış ve halen yapılabilecek potansiyel tanımların fevkinde bir tanıma sahip olduğunu öncelikle söylemeliyim.
Çünkü, ‘Hüviyet, fiil bakımından eşyanın en güçlüsüdür’ (İbn Arabi) ki, sîret ve sûret’ten başka hüviyeti belirleyen bir şey de yoktur.
Bu nedenle, sîretin ve sûretin toplamına verdiğimiz isim ‘hikâye’dir ve sadece yaratılmış olanların (insanın ve varlıkları onun varlığına değenlerin) hikâyesi vardır.
Bu yanıyla alem ve Hz. Adem’le birlikte var olan sîret ve sûrete ait ilk bilgi bir ümmetten diğer ümmetlere naklolunurken, ‘ilk bilgi’ hiç değişmez, değişiklik ümmetlerin onunla kurduğu ilgide gerçekleşir.
Hemen aklıma geliveren bir örnekle, Hz. İsa’nın tebliği kendi kulluğunu beyanıyla (bkz: Meryem Suresi, 19:22-33), Hz. Peygamber’in tebliği ise (kendisine ve dolayısıyla ümmetine) okuma emriyle başlar.
Bu farkın önemini şöyle verebilirim: ‘Din, tevhit ile dindarlığı ve kulluğu yerine getirmektir.’ (İbn Arabi). Bu yerine getiriş inanmayı ve ameli zorunlu kılar. İnanmak (yaratılış, varlık bilgisi olarak) bir sîrete tabi olmaktır. Amel etmek ise ‘emri ve itaati’ tabi olunan İlahi buyruğa göre sûretlendirmeyi süreklileştirmektir. Bu cümleden olarak sîret (ki verdiğimiz nedene göre ona şeriat da diyebiliriz) ‘özel’, sûret ise geneldir.
Çünkü düşünmemiz, ifade etmemiz, eylem emrini anlamamız ve onu uygulamamız ancak sûretle mümkündür. Sûretin bu kapsayıcılığına göre sîret (şeriatların farklılığı açısından) ‘sûrette özel seçimi’ gerektirmesiyle yine sûrete göre özelleşir.
Bunu da yine İsevi şeriat üzerinden vereceğim şu örnekle açıklayabilirim:
İseviler Hz. İsa’yı sûretlendirmede bir sakınca görmediler çünkü Hz. İsa zaten ‘Ruhullah’tı ve müminleri onu sûretlendirmede (hatta bedenlendirmede) özel bir ruhsata sahiptiler. Bu nedenle ‘ikona’, bir ‘idol (put) etkisi yaratmaksızın, inanmanın bir aracı olarak Hristiyanlık’ta var olabildi.
Muhammedi şeriatta ise (yine İbn Arabi’nin kelimeleriyle) her şey tasavvura sokulabildiği ve akli tasavvurun sonsuzluğuyla ortaya çıkan özgürlüğün fiili sûretlendirmeyle sınırlanıyor olması nedeniyle sûretlendirmeye son verildi.
İslam sanatları açısından da ‘kurucu düşünce’ olma özelliği taşıyan bu tutum, Mongoloit ırkların (Türkler vd.) İslam’la tanışmaları esnasında mevcut kültürel kabuller nedeniyle oluşan heterodoks yapı içinde dönüşerek ancak İslamlaşabildi ve ancak ondan sonra İslam sanatı soyut ve sonsuzluk ilişkisi içinde mekanlara mührünü vurabildi.
‘Her isim bir sûrettir’ gerçeğinden hareketle (özelde Hz. Peygamberin hayatına mahsus bir terim olan sîret’i genel manada kullanarak) baktığımızda gerek tecdit devirlerinde, gerekse normal zamanlarda İslam ümmetine (Hz. Peygamberlerin varisleri olarak) hizmet etmiş olan velilerin de sîret ve sûretlerinin ayrıştırılmaksızın kendilerinden sonrakileri aydınlattığına hükmedişimiz sîret-sûret ikilisindeki sırlardan biridir.
Onların sûretleri, ahirete göçmelerinden (ve bizim de görme / görüş kabiliyetimizin bu dünya ile sınırlı olmasından dolayı) artık yoktur ancak (hayat ve düşüncelerinden oluşan) sîretleri üzerinden bir sûret tasavvur ederek, onları kendi zamanımızda bilgi esaslı olarak yaşatırız ve böylece sûret-sîret ilişkisi hem sanatımızda hem de düşünce hayatımızda şekle indirgenerek sınırlandırılmaksızın, tasavvur özgürlüğü içinde süreklilik kazanır.
İslam nezdinde, bu sîret ve sûret idrakini merkeze alarak günlük hayatta zevk verici, öğretici, terbiye edici nitelikleriyle son tahlilde Allah’ı hatırlatmayan bir sanatın değeri olmadığı gibi, aynı bağlamda sîreti sûretinin tasavvurunda (denkleşmeme nedeniyle) problem oluşturan bir velinin (ki bunu arif, alim, imam, komutan, lider vb. olarak genişletebiliriz) aydınlatıcılığının da bir kıymeti olmaz.
Çünkü Hz. Peygamber’e ‘veli kimdir?’ diye sorulduğunda ‘Kendisine baktığınızda Allah’ı hatırlatan kimsedir’ buyurdukları için sanatla kemâlâtın hükmü birleşmiştir.
O halde sîret-sûret ilişkisinde dini tutumu bilmeyenlerin İslam sanatından ve doğru sûretlendirilmeyi hak ederek bugüne ve geleceğe taşınacak olan velilerden söz etmeleri çok sakıncalı olacaktır.
Hele o velinin ‘bir örgüt lideri olarak’ sîreti insanların belleğine ‘beddua yüklenen bir harddisk sûreti’ olarak kazınmışsa!
twitter.com/OmerLekesiz
(YENİ ŞAFAK, 21.02.2014)
Türk yazar, eleştirmen İlk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara Meslek Yüksekokulu Kamu Sevk ve İdaresi Bölümü'nü bitirdi.