Menu
ŞİİRİSTAN
Haberler • ŞİİRİSTAN

ŞİİRİSTAN

Eskiden şiir vardı.

Şairler nakış işler, ahşap oyar, saray duvarlarını boyardı. Sözcüklerden başka bir şey yoktu heybelerinde. Sözcükleri hem fırça, hem keski olarak kullanırlardı.



“Bir çeşmenin başına bir testi koysalar


Kırk yıl dursa dolası değil.”



Onların mekanı cennet değildi.

Kervanların Diyarbakırında, denizcilerin İstanbulunda, ilahi derbederlerin Parisinde yol ararlardı. Bu cehennemden kurtulmaktı tek çare, neşenin kutsal şarabını dağıtırlardı.



“Ben şarap içerim

Muhalifler sağdan soldan
İçme!
Şarap dinin düşmanıdır, derler.

Madem ki,

Şarabın din düşmanı olduğunu öğrendim,

Vallahi içerim, billahi içerim

Helaldir düşmanın kanını içmek.”



Eski bir Türk filmiydi hayat. Delikanlı sarhoş olur, tanımadığı bir kızı zorla dansa kaldırırdı. Kız kurtulmak ister, “Sizi tanımıyorum” derdi. “Ama ben sizi tanıyorum” diye karşılık verirdi delikanlı. “Nereden tanıyorsunuz beni?”



Sarhoşluk, gizli şeyleri görenlerin meziyetidir. Bilinmeyen işaretleri açığa çıkarır. Bu yüzden sarhoş delikanlı, hakikati söylerdi kıza. “Ben sizi şiirlerden tanıyorum.”



“Sana büyük bir sır söyleyeceğim: Zaman sensin.


Zaman kadındır. İster ki

Hep okşansın diz çökülsün hep

Dökülmesi gereken bir giysi gibi ayaklarına

Bir taranmış bir upuzun saç gibi zaman

Soluğun buğulandırıp sildiği ayna gibi

Zaman sensin uyuyan sen





Şafakta ben uykusuz seni beklerken

Sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi.”



Şiirdeki kadını hatırlamak değildi tek meziyet. Kadın da kendisinin şiirlerin aynasında olduğunu bilirdi. Bunca zulüm ve yoksulluk varken, şiirden başka sığınak bulunmazdı aşıklara. Delikanlı hakikati söylerdi kıza. Hakikate ermek için sarhoş olmak gerekiyorsa, şiir bunun adıydı.



“Ben sana mecburum bilemezsin


Adını mıh gibi aklımda tutuyorum...


Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor


Bu şehir o eski İstanbul mudur...


Kaldırımlarda yağmur kokusu


Ben sana mecburum sen yoksun.”



Şiiristan, ulu ve kutlu diyarların adıydı. Acı yüklü kervanların değil, bohçalarında binbir nakış taşıyan eski zaman gezginlerinin konağıydı. Fransa’daki “şairler taşrada doğar Paris’te ölür” sözü, şiir cumhuriyeti olan her şehrin ve elbet İstanbul ve Diyarbakır’ın da mührüydü. Şairler birer sultandı o konaklarda. O zamanlar sultanlık; tevazu, zarafet ve asaletin ortak adıydı. Her aşık işe şiirle başlar ve bin yıllık burçlara kendi bayrağını dikmek için yola çıkardı.



“matarada su, torbada ekmek


ve kemerde kurşun değil şiir


ama matarasında su, torbasında ekmek


ve kemerinde kurşun kalmamışları ayakta tutabilirdi.”



O eski güzel günler geride kaldı, gelmez mi artık?

Hani şairlerin görünmez bir rüzgar gibi kalplerimize dokunduğu zamanlar..

Onların hem aşık, hem savaşçı, hem de yoksul olduğu hatırlanır mı yine?



“Öldüğüme değil, bir şiiri yarım bıraktığıma üzülüyorum” diyen bir devrimcinin son sözlerinde gizli olan hayat..

Ölüme sevdalı değildi onlar, bir şiiri çoğaltmanın derdindeydiler. Yoksa vicdanları bu kalp ağrısı ve bu yoksullukla yaşamaya dayanamazdı.



Ve şairlerin bilge anası seslenir şimdi yukarıdan:



“Ah, kimselerin vakti yok


Durup ince şeyleri anlamaya.”



Not: Yazıda geçen şiirlerin sahipleri, sırasıyla: Yunus Emre, Ömer Hayyam, Aragon, Attila İlhan, Hasan Hüseyin ve Gülten Akın.

(BİRGÜN, 14 EKİM 2010)

Diğer Yazıları