http://www.youtube.com/watch?v=rj65ohO9DL0
Hava güneşli ve mavi…
Petunyalar eskimiş evlerin cumbalarından sokağa gülücükler saçıyor…
Bense yalnız yürüyorum sokaklarda…
Kucağımda Nietzsche, günlerdir Hüdâî Hazretlerini düşünüyorum. Daha doğrusu Eskici Mehmet Dede’nin onu düşündüren sözlerini;
“Şeytanın bir anda dünyanın öteki ucuna gitmesini aklınız alıyor da, bir Allah dostunun gidişini neden almıyor?”
Nietzsche bu sözleri duymamış olacak ki, beni kendi gösterdiği penceresindeki dünyasına inandırmaya çalışıyor.
Oysa ben ne Hüdâî Hazretleri gibi sırlı bir kapının ardına talip, ne de Kafka ve Nietzsche gibi sadece kendime ait bir pencerenin türbedârıyım... Belki üstâdım Tanpınar gibi, eski zamanların donup kaldığı ve biriktiği mekânların melânkolik bir tasvircisiyim sadece…
Böyleyken, ıssız harâbelerde, eski lâhitlerde, çinilerde, köşklerde, ağaçlarda ve göklerde aradığım ne? Hem bana ne ki Nietzsche’den? O, her hâlükârda bu dünyanın insanı, bense kaybolmuş biriyim. Ne yazarsam yazayım, sanki bir kenar mahalle ülke edebiyatı sınıfına girmiyor mu yazdıklarım? “Özgürlüğü” ve “özgünlüğü” yakalamam git gide kendimi daha çok kaybetmeme mi bağlı? Şu vâkıa ki, ben ne bugüne aidim ne de geçmişe dönecek kadar cesur biriyim. Böyleyken Nicheitze’nin beni bu dünya için ikna etmesi hâlâ muhal görünüyor. Sanki bilmiyor muydu o da bu hayatın sadece bir nefesçikten ibaret olduğunu?
Öyleyse neredeyim ben?
Kafka’nın böceklerinin yaşadığı pencerenin pervazlarında yaşamıyorum hiç kuşkusuz. Zaten onlar da eserlerindeki gibi mani depresif, bipolar bozukluk cehenneminde didinen modern sanatçılar değillerdi. Kâinatın ortasında bir zerre olmadıklarının farkındalığında yaşayan mütevazılardandı en az benim kadar…
Peki, nereden ve neden açılmıştı o pencereler? Belki de, hâfızalarının derinliklerinde unuttukları bir ağrıyı hatırlatıyorduk onlara… Belki de, bizim tutunamayan hayatlarımızla dalga geçercesine, sanki Bâbil Kulesi'nde unutulmuş bir dili bulmuş edayla anlatıyorlardı her şeyi…
Oysa ben onların penceresindeki kişi değilim. Nefsim, Üftâde Tekkesi önünde varlığım ve yokluğumla meşgul hâlâ. Gerçi kıyafetlerimi, kimine göre marjinal giysilerimi “Halit Ayarcı” seçmiyor. Hatta üstâdım Tanpınar’a kalsa ben kendisinin ciğerlerini yakarcasına baktığı o yerde tam da Üftâde Tekkesi’nin istediği biriyim.
Oysa ben her defasında ondan da şehirden de uzaklaşıp, dağlara kaçıyorum. Fakat nereye gidersem gideyim, kafamda Hüdâî Hazretleri'nin zihnindeki sorular var. Eski… Sanki çok eski bir sancı var yüreğimde.
Artık anladım; Nietzsche gibi sadece lutf edip gösterdiğim modern, üç boyutlu bir pencerem yok ve hiç olmayacak benim… Çünkü sancıyan bir hâfızam var, kalbim var… Sürekli yanan ve onu hiçbir yere ve kimseye yâr etmeyen Tanpınar’ın hafızası kadar taze üstelik… Bir kapı var önümde… Bir de anahtar… Mümtaz hediye etti bu tatlı huzursuzluğu bana… Kulaklarımda o derin kopuşun hazîn bestesi;
“Ey büt-i nev eda/ olmuşum müptelâ”
Bu kalem... Bu ilhamlar, Hüdâi Hazretleri gibi eşiğe teslim olamadığım için kendi ruhumu yakaza aynasında seyretmem için bir ödül olarak verildi belki de bana. Ve bu, eşiklerde kalıp, pencere diplerinde bekleyişimin bir cezasıdır aynı zamanda…
Kim bilir?
Hava güneşli ve mavi…
Petunyalar eskimiş evlerin cumbalarından sokağa gülücükler saçıyor…
Kucağımda Nietzsche, hâlâ beni o eşiz ve güneşsiz penceresine inandırmaya çalışıyor…