http://www.youtube.com/watch?v=XMbvcp480Y4&feature=player_embedded
Işıkla gölge arasında yaşamak nedir anlıyorum artık. İnsan hiç tanımadığı hâlde birine çok benzer mi? O’nu okumaya başlayınca tanımaya başlamıştım kendimi de.
Işıkla gölge arsında bir kuytulukta yaşamış bir kalempîr; Safiye Erol Hanımefendi…
Bazı insanların hayatları kadar göçmüş olmaları da ayrı bir hüzün hikâyesidir. Ne tuhaf… Ben hiç sohbetini dinlemediğim hâlde Sâmiha Annenin bir konu üzerinde düşünürken, hâlimde bana çeşitli izahlar yaptığını, beni yönlendirdiğini, hatta bazı hâl ve tavırlarım sebebiyle bana darıldığını ve yüzünü sessizce başka tarafa çevirerek ilgilenmediğini hissediyor ve sesini içimde duyuyorum... İnsanlardan kaçan bir münzevînin bu garip yaşayış tarzı birçoklarını şaşırtabilir belki de… Ama ben kendim gibi tuhaflara yazıyorum zaten bu sözleri de…
Sâmiha Anne için Safiye Hanım’ı kaybetmek belki de ikinci bir "Ciğerdelen" romanı kadar yakıcı olsa gerek. Üstelik bir sahne sanatkârı kadar önemsenmemiş vefâtı, buna Sâmiha Anne çok içerlemiş. Oysa benim için onun vefatıyla beraber bütün hayat hikâyesi, baştanbaşa müthiş bir başlangıcın ve devamlılığın geleceğe dönük aynalarda mükemmele yakın bir kendini tamamlamışlığın hikâyesi!..
Çünkü O’nu okuduğunuzda, kullandığı dil ve imajların sanki size verilmiş husûsi anahtarlar olduğunu hisseder ve onun ölümüyle kaybolmadığını ve fakat mânâ kapılarının ardında bir belirip bir kaybolduğunu fark edersiniz. Yani; O’nun varlığı; varlığınız, yokluğu ise yokluğunuz olur!
Şimdi yine o yarı aydınlık ve yarı karanlık kapının önündeyim. Bana yüzünü göstermesini istiyorum.
Tuhaf… Yaşarken yaşamıyor gibi kelimelerini bir kelebeğin kozasını örer gibi ören ve kuytularda gizlice ciğerinden kalemine kan çekercesine yazan bu yürek, şimdi beni karşı koyamadığım bir cezbeyle kendine çekmekte… Kaleme, hecelere, kelimelere ve o mânâlara karşılık canımdan cân istemekte...
Tuhaf… O nasıl ölmüş gibi değilse, ben de şimdi bir zamanlar onun gibi yaşamıyor gibi yaşamaktayım… Tıpkı kendi sesini ezberleyen bir hece gibi her bir satırda kendi ruhumla karşılaşıyorum. Mürşitlerden mürşitlere, mürşitlerde yollara yol buluyorum… Her bir romanında engin bir yürek… Belki de bana yeni bir bakış gerek…
Tuhaf… Ben de onun gibi hep gizlilerde kalmayı ve yazmayı seviyorum. Çünkü o vakit kelimeler uysal ve dostça geliyor bana da… Ve tuhaf… Yaşarken duruşundan, saçının teline kadar kendini tefekküre vermiş bir ruhun nasıl terbiye edildiğini merak ediyorum. Tahsili için uzun seneler kaldığı Avrupa’da âşık olduğu genci düşünüyorum. Samihâ Anne hayatın görünen ve görünmeyen imtihanlarından Allah’a sığınmış. Ben de O’nun gibi sanıyorum korkuyorum… Oysa bir imtihan rüzgârında havaya savrulmak ve endişe zerreciklerinin her defasında mürşidinin âteşin nefesinde boşluğa savrulduğunu ve eridiğini seyr etmek ne müthiş bir tecrübedir…
O’nu neden anladığımı bilmiyorum. Bütün bunları şimdi neden anlattığımı bilmediğim gibi… Antik çağlarda yaşayan bir şair olsaydım tabiatın bana verdiğinden fazlasını isterdim… Geleceğe uzanıp kaleminden tutmak isterdim; bana kendimden başkalarına yol bulmama yardım etsin diye… Çünkü Temkin Çelebi’ye göre ben bir hikâye anlatıcısı için fazla ketumum. Yazdıklarımda derûni bir koku varmış, evet… Fakat uçucu şeylermiş bunlar… “Temkin” ve “itidalle” temellendirlmemiş bir hayatı tarihime gömmemi istiyor her seferinde. Haksız da sayılmaz… Lâkin bunu nasıl başarmalı bilmem… Belki de bütün öğrendiklerimi yeniden anlamalı ve hafızamı tersine çevirerek yeniden inşâ etmeliyim düşüncelerimi de…
Şimdi benden çok uzaklarda başka bir yaşamanın ucundan tutmuş bu ölüden ne istiyorum? O’nun içinde olup da kendimde bulmak istediğim ne? Bir ruha dokunduğumda hafızam tutunacak bir şeyler bulamazsa itidalimi kaybedebilirim yine! Temkin Çelebi’ye söylemiştim aslında artık Martı hikâyeleri yazmak istemediğimi. Çünkü şimdi bende bulduğu o uçucu kokuyu çok belirgin hatlarıyla yazabileceğimden ama kokunun kaynağını kaybedebileceğimden korkuyorum.
Ben Yahya Kemâl gibi tam idealist değilim. Fakat üstâdım Tanpınar gibi sadece rüya içinde yaşıyorum ideallerimi… Çok yorgunum ve bezginim. Oysa ben onun hayret edilecek kadar gerçeği kuşatan düşünce ve duyuşlarının meftunuyum…
Şimdi diyelim ki Safiye Erol’un da benden istediği tam budur! Fakat bütün bunların benim Safiye Erol’un hayatına fırlatılmışlığımla âlâkası nedir?
Neden şimdiye dek her sabah Hâfız’dan şiirler okumuş, Şeyh Gâlib’le gezer olmuşum?
Neden şimdiye dek dilhıraş bir gönülle kâğıtları tırmalayıp durmuşum?
Aslında kızsa da Temkin Çelebi de görüyor kirleri içinde insanları sevebilecek bir gönül Telvin Kız’da da var şimdilik belli edemese de…
Fakat bir aşkın peşinden koşmamış bir yürek için seyr çok zor bir zanaat… Çünkü; “Aşklarımız hep ezelî olanın çehresine bürünüyor ve biz kendi meçhul kimliğimizi bu çehrenin aksinde arıyoruz,’ diyor Safiye Erol… Ve ben boyun eğiyorum bu sözler karşısında… Susuyorum… Ve anlıyorum… Temkin Çelebi’nin bende duyduğu kokular aslında benden değil! Rüzgâr bu kokuyu götürecek diye şimdi çok korkuyorum. Bu yüzden daha bir sıkı sarılmak istiyorum Safiye Erol’a… Tıpkı kendime sarılır gibi, sarılmak istiyorum ona… Tenhalarda dilhıraş yazmak beni de tüketecek ve hasta düşürecek O’nun gibi biliyorum… Ona sarılır gibi kollarımı kendime doluyorum…
Pencereden bulutlara bakıyorum. Mikâil Aleyhisselâm’a selâm veriyorum. Gökyüzünü kuşatan bu ağlayan renklerin gönlümle münasebetini sormak istiyorum. Belki de zihnimi yıkamak için himmet etmek istiyor O da…Safiye Erol’un Almanya’da tahsil yaparken âşık olduğu Hintli Mücâhid kafamda mütemadiyen dönüyor. Hizmet için Allah yolunda kadınlarını ve hurma bahçelerini terk eden Abdullah bin Revâha geliyor gözlerimin önüne… Ve giz içinde gezen, sırrı koordine eden Ebu Huzeyfe beliriyor karşımda…
Safiye Erol’un romanlarında anlattıklarından çok anlatmadıkları ya da anlatamadıkları meşgul ediyor zihnimi… Yahya Kemâl’e bir baba saygısı, sevgisi ve sadakatiyle bağlanmış Tanpınar’ın hocasının vefatından sonra çıkarmak istediği şiir kitabının neşir serüveninde yaşadığı sükût-u hayâllerin ruhumda acı izler bıraktığını yeni fark ediyorum… Belki de aşk sadece bir kadına ve erkeğe duyulan his değildi… Mecazdan hakikate yürüyüşte bunlar bir sebepti. “Ruhu ve aşkı olan” her şeyin kendini her yerde fark ettiriyor oluşu buydu… Temkin Çelebi’nin bende duyduğu o uçucu koku da bu kabil bir aidiyettendi belki de… Safiye Erol’u ‘Ciğerdelen’ ve ‘Dineyri Papazı’nı yazmaya iten aşk ve ruh da böyle bir şey; Ruhu bir ömür aşkta kaynatmak!
Onlar gibi bir aşkım yok benim. Ya da mevcut olan sevgileri İlâhî aşka dönüştürmek istemiyorum. Böyleyken uzanıp bütün bir fezayı kucaklasam ne olur ki? Senelerdir kara deliklerin birinden girip ötekinden çıkıyorum. Kendimi sonsuzluğun içinde yüzer zannederken bir bakıyorum ki; ben bir rüyanın içinde yüzüyormuşum…
Oysa “Nasip almak sadece kuru başını kurtarmak değildi ki Sâmiha Anne’ye göre… Bir kere gönlünden cezbe ve şevk âlemine geçit veren kul nesi var nesi yok insanların önüne döküp aldığını bulduğunu onlarla paylaşmak, dertleriyle dertlenmek, sürurlarıyla sevinmek, yokuşlarını düzlemek, düğümlerini çözmek, onlara kul köle olmak zorundadır…”
Şimdi bu sözlerin sonsuzluğuna düşünce şimdiye dek yerimden hiç kıpırdamamış olduğumu fark ediyorum. Ve ondan sonra görmeye başlıyorum Safiye Erol’daki derinliği… Sevgi ilkin beğenilerle başlıyor… Eğer kaybetme korkusu olmasaydı sevgi olur muydu? Eğer sonunda barış yoksa bu savaşlar nereye varacaktı? Safiye Erol’u nasibi olanlar okuyacaklardı. Çünkü eserlerindeki bütün sembol ve simgeler yüksek bir medeniyeti, ruhu ve zamanı işaret ediyordu.
Sâmiha Annenin yüksekliği ile Safiye Erol’un derinliği arasında bir yerlerde çırpınıp duruyor ruhum ve kalemim… İkilik içinde hâlâ düşüncelerim. Temkin Çelebi’ye göre dengelerim alt-üst olmuş ve düzensiz bir düşünüş ve yaşamışlığın mahşeri kargaşası içindeyim. Buna rağmen bu hasta muhayyilemden hâlâ umutlu olduğunu zannediyorum. Çünkü bir psikanaliz titizliğinde günlerce boşalan o şuuraltı sayıklamalarının başka bir kapıdan girdaplı bir şekilde kendime dönüş serüveni olduğunu görüyorum.
Safiye Erol tam Sâmiha Anne’nin söylediği gibi ıstıraplarını ilâhi bir cezbeye dönüştürmüş ve bu ilâhi lezzetle yaşamaya gayret etmiş bir derviş. Aşkını ilâhi cezbe ile hizmet aşkında Hakk için halka ve kaleme hizmet için diriltmeye çalışmış.
Fakat buna rağmen niçin bu dünyaya ve insanlara kırgın yaşadığını anlamaya çalışıyorum. Bunu anlayamasam bile bunu nasıl yendiğini bilmek rahatlatıyor içimi. Ne tuhaf, o da benim gibi öylesine saklanıyormuş ki dünyanın kuytularına. Mürşîdini ziyâretini bile geciktirdiği oluyormuş.
Böyle bir günde huzuruna çıktığı Ken’an Rifâi hazretlerinden özür dilemiş..
Ken’ân Rifâî hazretleri de demiş ki;
‘Ben affetmişim ne çıkar?
Sen kendi kendini affet.”
Rifâi Hazretleri ki nice insanları taşımış gönlünde, nice zehirleri çekmiş yüreklerden. Şimdi bu çok sevgili kızına belki de o gün sırrını vermiş.
Elimi bir yıldıza uzatıyorum… Abdülhak Şinasi Hisar’ın satırlarından öte, sadrındaki o yıldızların mehtâba yansıyan geçmişinde dokunmak istiyorum kendime ve çilelerime… Oysa hiçbir şey yok… Yok!.. Rifâi Hazretleri o an sema edip çart atıyor, Hakîkat ışığını Hakk’tan alıp diğer eliyle Halk’a yansıtıyor… İşte o karşılıklı sema âleminde Safiye Erol "ölmeden evvel ölme" sırrına vakıf oluyor mürşidinin himmetiyle… Artık bir adım yol yok ileriye…
Şimdi tekrar Temkin Çelebi’nin bende duyduğu uçucu kokuyu düşünüyorum…
Osmanlı padişahlarını yetiştiren lalalar geliyor gözlerimin önüne! Sonra Sâmiha Anne’nin sözleri;
“Ne iyi ki; aşk meydanının bu muzaffer arslanı, dünya ile son hesâbını da görüp yeni bir sefere başlarken, arkasında bir arslan yavrusu bırakıyor. Belki de gün olacak bu bergüzâr, salınıp gezdiği ormandan kükreyerek fırlayacak ve o dişi arslanın efsanesini yüreğinin kanıyla yazacak… Ah bu gafil, bu zavallı dünya, Keşanlı İkbal Hanımları tanımaya ne kadar muhtaç!...”
Safiye Erol ‘un mürşitlerinden aldığı bu güçle kendini gerçekleştirerek bekaya göçtüğü bir vakıa… Ancak muamma olan arkasında bıraktığı irfan mirâsına kimlerin ve nasıl sahip çıkıp hizmete tâlip olacağı….
Çünkü Safiye Erol’u okumak ve anlamak, üç günlük okuma aşkı ve hevesi değil, upuzun bir seyrin başlangıcı…
Gerçekten yüreğinde aşk taşıyan insanların sükûnetindeki o huzuru bulmaktır Safiye Erol’u okumak…
Amâk-ı Hâyâlin nefhalarında çözülene dek yürümek…
O, “Çölde Biten Rahmet Ağacı’nın” mübarek soyundandır…
Şehirden dönmüş Kentlerin “Kadıköy Romanı…”
Tarihi romanda kilometre taşı, özgün üslubu, dil zevki ve güzel Türkçesiyle bir kalem üstâdesidir.
Safiye Erol baştanbaşa “Aşk”tır…
Işıkla gölge arasında yaşamak nedir anlıyorum artık. İnsan hiç tanımadığı hâlde birine çok benzer mi? O’nu okumaya başlayınca tanımaya başlamıştım kendimi.
Işıkla gölge arsında bir kuytulukta yaşamış bir kalempîr; Safiye Erol Hanımefendi…
Seven gönüllere
Kadirşinaslıkla…
Hû
Safiye Erol Kimdir?
Safiye Erol, 1902 yılında Edirne’nin Uzunköprü ilçesinde doğdu.
1917 yılında Almanya’da eğitimini tamamladı.
Lise ve üniversiteyi bitirip doktora tezini verdikten sonra, 1926′da İstanbul’a döndü.
Millî Mecmua ve Her Ay gibi dergilerde yazıları çıktı.
1938′de “Kadıköyü’nün Romanı”,
1944′te “Ülker Fırtınası”,
1941′de Selma Lagerlöf’den “Portugaliye İmparatoriçesi”
1945′de La Motte- Foque’den “Su Kızı” isimli tercümeleri yayınlandı.
1951′de Kenan Rıfâî hakkında üç bölümlük felsefî incelemesi, “Kenan Rıfâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık” kitabında yer aldı.
1955′te Tercüman gazetesinde son romanı olan “Dineyri Papazı” romanı tefrika edildi.
Asr-ı Saadet’i anlatan “Çölde Biten Rahmet Ağacı” ise 1962 yılında Yeni İstanbul gazetesinde yayınlandı.
Muhtelif gazete ve mecmualarda pek çok makalesi ve incelemesi neşredilen Safiye Erol,
7 Ekim 1964 tarihinde İstanbul’da vefat etti.