bismihi teala
...26 eylül 1428 salı/ist...
candan vermek nedir, maldan vermek nedir?
candan vermek candan vermekdir; maldan vermek maldan.
biri cana dokunur, biri mala.
biri canı arttırır, biri malı. (biri can can katar, biri mala mal.)
...
dostca konuşma nedir?
uyandırıcı konuşmadır; uyuşturucu/uyutucu değil.
dostlarımızla konuşmalarımıza bakıp söyleyelim: konuşmalarımız uyuşturucu mu uyandırıcı mı?
(övgü uyutur, tenkid uyandırır.)
/yine de, siyaset (icabı), kimine uyuşturucu/uyutucu, kimine uyarıcı/uyandırıcı vermeği gerekli ve münasib görür. çünki, bünye mizac(lar, hulklar) için ihtiyac kendine göredir. (nabza göre şerbet veren dağ aştı, hep uyarıcı hep uyutucu veren düz yolda şaştı.)
...
yazıda (metinde) nefsî tatmin ve isbat-ı vücûd ve tefâhür davası (kokusu ve boyası) bulunmamalı.
yazının bizzat kendisi isbat-ı vücûd (-i hak) olmalı.
...
nefsin hararetinin sindiği yazı te’lif değil tahrirdir; çünki, mahsûlü tahrikdir. tahrik hararet ile harekete geçirir; hararet şeytanidir düşünmeğe (akla) yol ve fırsat bırakmaz.
...
insanın maddi mutluluğunun (keyf ve rahatının/tefahürünün) kaynağı, taşıyıcısı, gafletden başkası mıdır? (bakalım bakalım.)
...27 eylül 1428 cıharşanba/ist...
çıkıp geldim. gelirken hayal ırmağı daha berrak akıyor: raflarda yanyana ve masa üstlerinde üstüste, seneler önce, okunmak için (elbet okunmak için, herhalde aval-aval bakılmak için değil) alınıp getirilmiş, senelerdir oknumayı bekleyen kitablar ve mecmualar, sana ayıp olarak yeter. bunlar, harbden evvel şecaat (kahramanlık, cesaret, yiğitlik) yokdur, diyen hadis-i şerifin isbat-ı vücudu. utan, okuma meydanına dalmadan, okuyacağım diye aldığın kitabları, senelerdir okuma meydanında şecaat gösterip okuyamadın... kitabcı rafları arasında pek bir hırslı cengaver gibi dolanıp, kendi kendine “şöyle okurum-böyle okurum” diye kahramanlık taslayıp almışdın bu kitabları ve getirmiş idin. sonra? sonra okuma cengine bir türlü başlayamadın: başlamağa cesaret edemedin. kaçdın: erteledin. hep kazdın: hep erteledin. seneler geçdi, cenk meydanına çıkamadın. ömür geçdi ve cenk yüzü görmeden, amma, hep kendi-kendine şecaat taslayarak, kaçkınlık köşesinde kaldın... hiç olmazsa vasiyetine yaz da, okuyamadığın kitab ve mecmuaları tabutuna koysunlar, mezara gider iken okursun belki... (mezara koymalarını isteme. mezarda okuyamazsın. acaba neden okuyamazsın?)
gündeliklik masasına/masama yaklaşdım: ayıbın dibini gördüm: aylardır yığılı bekleyen yevmi mevkute nüshaları... (isviçre’de yaşasam, veya nuh nebi aleyhisselam zamanındaki gibi yediyüz sene de yaşasam, ömür olarak yenmiş yediyüz senenin sonunda bu masa galiba yine bu masa olurdu (aynı şekilde). (ve yediyüz seneyi tembel mide hazmedememiş olurdu.)
diline münasib söz:
«nutk-ı evliyâdan feyzlenenin kalbi der ki: evvelce boş bir tulum idim, her bir hevâ-yı nefsânî beni kapar ve tahrîk eder idi; şimdi ise, ma’rifet ırmağından doldum ve ağırlaşdım; artık her bir hevâ-yı nefsânî beni kımıldatamaz.» (mesnevi-i şrf şrh; konuk; 6/508)
...
..(mesela okur iken meydana çıkan gerçek:) besbelli ki, düşünce kontrolü, dedikleri, (zihinsel) dikkatin zaafa uğramadan görsel, duyusal, hayalî veya mevsufî veya fikrî bir silsileyi takib edebilmesinden başkası değil.
dikkat ediyor musun; bu hal, (dikkat mukavemeti) düşünüp fikir üretmenin folluğudur, ve, modern (dedikleri, şimdiki) günlük hayat (iş hayatı, eğitim süreci vs) bunun türlü suikastler ile zayıflatılması, zaaf kuyusuna uğratılması amacına matuf kurgulanıp uygulamaya (hayata) sürülmüşdür.
...
fir’avn, nemrud vb grublarının andıcını herkes tel’in ediyor, da, şöhret kudurganı müteşair ve türedi münevver larvalarının teşkil etdiği tıngırtı güruhunun medya andıcından kimse bahsedemiyor. çünki bu doğu çalışma larvalar grubunun andıcı, diğerlerine göre devamlıdır, sinsidir ve görünmez zehirli gaz gibi kelle alıcısıdır. iki kellenin bu andıcın tıngırdaması ile nasıl alındığı gözüm önünde cereyan edince iğrendim ve insanların bu larva ufunetinden niye kaçındıklarını anladım, göklerdekilerin ve yerdekilerin lanet okuyuculuğuna katıldım...
ey aklım, yazmamakla suçluyorsun...
ey yazmamakla, tenbellikle, gevşeklik ve sınıklıkla suçlayan aklım!
bu bağırsak kurdu larvalarına karşı baklayı ağzımdan çıkarmadan nasıl yazayım, neyi yazayım?! bu dünyadan ölüp yeniden mi dirileyim? (başka bir devr/zaman ve mekanda? galiba bir yol da bu.)
o zamanda (durumda) da, bu larvaların vantuzlamasına maruz mazlumların âhı peşimi bırakmaz ise, nasıl doğarım başka bir zaman ve mekanda?
her ne olursa olsun, deyip, bu zulme, bu iğrenç kıskançlık ve münafıklığa yol verip-vermeyecek mercii ikaza kalkışsan, kalkışma/isyankârlık telakki edilip, en azından kısır kalır. çünki (...) içilen su ve geçilen yol her bünyede aynı tesir ve eseri bırakmayabilir. zaten (yolbaşındaki) zalimler, merhamet ve adalet ve firaset eseri görüp sezdiklerine yol vermez...
hacı hacıyı kâbe’de...
lağımcı larva, tıngırtıcı larvaya dedi:
–şöhret kudurganı kanatsız kurtcuğumuzu bir kelebeğin sırtına bindirip uçurma gözbağcılığınızı, saf bir hacıkuşu, düğümün ucundan tutup çekivermeyi beceremese de, kral minimini-etekli, feryadı ile fesada uğradıp zayıflatmağa kalkışmış. ne buyurursunuz?
–osuruğa boğup nefesini kesin. ötemesin.
–başüsteni tıngırtı-larva ağabi. kırlangıcın zayıf boynu kırılırken hırıltı değil, en ufak bir fısıltı dahi çıkmayacakdır. boyun kırıcılığı aynen bize öğrettiğiniz gibi. tıngırtınız baş-göz üstüne emirdir üstad-ı âzâm tıngırtı-larva ağabi. emriniz bütün sesleri keser...
/kalayınız ne kadar da parlak bay tıngırtı
/gittiğiniz her yerde gözleri karartıyorsunuz
/
bir posteki kurdunun lağımcı larvalarından üçü, bir vakit bulunduğum dıvarın altını oymuş, yani lâğım açmış ve fitilli dinamit lokumu bırakmış idi. ancak, larva aklı işte, larva kadar akıllı: kazma-küreği şehirden tedarik etmişler. tabii bu, iz bırakmak demek. bu izleri (hasbelkader) gören bir şehirli, dinamit lokumunu getirip masamın üstüne koydu. ben de, götürüp valiye uzattım. vali bey tenezzül buyurup almadı. protokol dersi nev’inden ve hatırlatması kabîlinden, gözucuyla masasının üstünü işaret etdi. masasının üstüne bırakdım. ve birşey mırıldanmama fırsat bırakmadan, yed-i şahaneleri ile gitmem müsaadesini işmar itdiler...
o valimiz ayrılana kadar bu tıngırtıcı larvalar, ufak-tefek alacakaranlık sızmaları dışında, şehre alenen giremedi. ancak, o gidince, bu lağımcı larvalar kıçın-kıçın, osura-osura şehre üşüşdü. üşüşür-üşüşmez de, geldikleri yerdeki nankörlük ve nâmerdliklerini, bokböceği bok yemekden vazgeçmez, iktizasınca, kıracak narin bir kalb, kafasını koparacak bir kalemkâr kırlangıç buldular.
/anlamadılar kendilerinin niye yollara düşürüldüğünü –kendi elleriyle.
anlayamazlar; çünki: larvalar.
düşmek, larvaların işi.
«ya da onlar, alıştıkları ve kendilerini bir türlü kurtaramadıkları bazı zevkler ve diğer şeylerle uğraşırlar veya her türlü imkana sahip bulunsalar da, hakikati kavrayamayacaklarını hissetmektedirler. böylece onlar, başklarının elde ettiklerini sandıkları şeyler için üzüntüye kapılıp, hakikati kavrama imkanı bulunanları kıskanırlar; hakikati kavradığını öne süren herkesin aklanmış veya bu iddiasıyle şeref, servet ve arzu edilir bir başka şeyin ardınca koşan yalancı olduğu görünümünü –parlak kanıtlar ileri sürerek– yaratmağa çalışırlar. onlardan çoğu kendi bilgisizlik ve şaşkınlığını hisseder ve hissettikleri bu kendi durumlarına ilişkin şeyden dolayı endişeye kapılırlar; bu da, onlara acı verir. (...) bu yüzden (...) ölünceye değin zevk ve eğlenceye dalarak bütün tasalardan kurtulmağa ve avunmağa çalışırlar.
«bazıları, yani, bilgisizlik ve şaşkınlığın sıkıntısından kurtulmağa çalışanlar; kendilerinin seçip arzu ettiklerinin gerçek amaçlar ve mutluluğun bunlardan ibaret bulunduğu, diğer insanların yanıldığı izlenimini yaymak isterler. (...) dolayısıyle, asil amaçlar, başkalarının öne sürdüğü değil, kendilerince benimsenenlerdir.
«işte bunlar, erdemli şehirlerde ortaya çıkan türediler (nevabit) sınıfıdır.» (farabi; es-siyasetü’l-medeniyye veya mebâdi’ül-mevcudâd; shf 116.. büyüyenay yayınları, ist. temmuz 2012)