Menu
ömer faruk dönmez'le söyleşi
Haberler • ömer faruk dönmez'le söyleşi

ömer faruk dönmez'le söyleşi



“Edebiyat ortamıyla bir bağım yok.” diyen Ö. Faruk Dönmez’le çok tartışılan kitabı Bir Kitap Bir Balta üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşi kitabı okuyan okura ayrı, okumaya apayrı şeyler söyleyecek.

YAKUP ÖZTÜRK

-“Bir Kitap Bir Balta” ikinci kitabınız olarak İz Yayıncılık’tan çıktı. Tebrik ediyoruz. Hayırlı olsun diyoruz. Önceki kitabınız Hep Aynı Hikâye’den (Hece) bu yana, geçen üç yıllık zaman, hikâyeniz için ne anlam ifade ediyor? Şöyle ki, ilk kitabın yükünü üzerinizden atmakla, ikinci kitabı okura sunmak farklı duygulardır. Siz bu süreci nasıl geçirdiniz?

-Teşekkür ederim. İnşallah hayırlı olur. Sürece gelince… Aslında biraz karışık oldu. Bu kitaptaki ilk üç hikâye, Hep Aynı Hikâye’den önce yazılmıştı. Ama kitaba girmemiş, dergilerde kalmıştı. Sonra, Ay Vakti’ndeki ve Hece Öykü’deki metinleri de toplayıp bu kitaba dâhil ettik. Aynı süreç devam ediyor yani. Fakat ilk kitapta dolaylı söylediklerimi bu kez açıktan söylemiş oldum.

-Şimdi başa dönmek istiyorum. Nerede doğdunuz, nerede okudunuz, edebiyatla ve hikâyeyle tanışıklığınız nasıl oldu, şu an nerede ikamet ediyorsunuz, edebiyat ortamıyla bağınız sadece belli zamanlarda dergilere hikâye yollamak üzerine mi kurulu?

-Adana’da doğdum, İzmir’de okudum. Edebiyatla tanışıklığım, aileden. Sağ olsunlar... Çocukluğum büfeli-konsollu evlerde değil, kütüphaneli evlerde geçti açıkçası. Okuyan insanlar oldu hep etrafımda. Edebiyat ortamıyla bağıma gelince… Galiba edebiyat ortamıyla bir bağım yok.

-Kimleri okumakla başladınız peki?

-Daha ilkokuldayken Çile’yle Safahat’la tanıştırdı babam beni. Zindandan Mehmed’e Mektup, Sakarya Türküsü… Kocakarı ile Ömer, Bülbül vesaire. Ama okumaya Jules Verne ve Hasan Nail Canat’la başladım diyebilirim. Bir de Yavuz Bahadıroğlu var. Sonra lisede üniversitede Nuri Pakdil’i, Sezai Karakoç’u, İsmet Özel’i okuduk.

-TYB’nin düzenlediği Edebiyat Mevsimi programlarından birinde Bir Kitap Bir Balta’nın söz konusu edildiği bir konuşma yaptınız. Konuşmanızın merkezinde modernizm eleştirisi vardı. Bu, sıradan bir eleştiri değildi kuşkusuz. Oldukça kızgın ve içten bir konuşma yaptınız. Orada söylediklerinizi sizi dinleyemeyen diğer okurlarımız için kısaca toparlar mısınız?

-Evet, orada kısaca modernizm eleştirisi yaptık. Modernizm bir işgal biçimidir; meşgul ederek işgal eder insanı. Bakalım şöyle bir etrafımıza: insanlar ‘sabah işe akşam eve’ gidip geliyorlar, televizyon ve internet başında saatlerini harcıyorlar, çılgın gibi alışveriş yapıyorlar, ‘beslenme/barınma/üreme’ üçgeninde yaşıyorlar, maalesef var oluş sırlarını yitiriyorlar, yaratılış amaçlarını unutuyorlar vesaire. Malum şeyler yani. Bedensel bir hayat yaşıyoruz. Yeme, içme, çoğalma… Bu kısır döngüden kurtulmak için ruhumuzu yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Ruhumuzu keşfetmek ve kim olduğumuzu hatırlamak için de tarihe ve edebiyata bakmamız lazım. Tarihe ve edebiyata baktığımızdaysa iki temel kavramla karşılaşıyoruz: Hikmet ve Kudret… Hikmet derken, yaratılış sırrına vakıf olmaktan, nefis tezkiyesinden, insan-ı kâmil olmaktan bahsediyorum… Kudret derken de ‘emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker’ vazifesini yapabilecek bir güce sahip olmaktan bahsediyorum. Bence Hamza doğru söylüyordu: Bazı arkadaşlar tesbihlerde-teheccüdlerde hikmet peşinde; bazı arkadaşlar partilerde-örgütlerde-şirketlerde kudret peşinde… Oysa hakikat bir bütündür; tecezzi kabul etmez. Kudretin olmazsa, gücün kuvvetin olmazsa, adaleti nasıl tesis edeceksin? Yeryüzünden fitneyi nasıl kaldıracaksın? Bununla emrolunmadık mı? Doğru. Peki hikmet olmazsa kudret ne işe yarar? Hikmet olmazsa kudret faşizmi doğurur. Hikmet olmazsa kudret emperyalizmi doğurur. Üstad Sezai Karakoç’un dediği gibi; doğunun miskinliği ile batının azgınlığı arasında denge biziz. Peki, biz şimdi ne haldeyiz? Son iki yüz yıldır tuhaflaşıyoruz…

-Bir de şu ‘nâtıka-mantık’ ilişkisi vardı…

-Evet, ‘nâtıka-mantık’ meselesi… Yani kişinin dili ile beyni arasındaki ilişki… Nâtıka ile mantık aynı kökten: ‘n-t-k.’ Nâtıka; söz söylemek demek, kelam demek… Yani lisan ile zihin arasında çok köklü bir ilişki var. Bir adamın mantığını değiştirmek istiyorsanız, önce onun nâtıkasını değiştireceksiniz… Bir adamın düşünme biçimini değiştirmek istiyorsanız, önce onun söz söyleme biçimini, dilini, lisanını, kelamını değiştireceksiniz… Dil sadece düşüncelerimizi aktarmanın aracı değildir; bizzat düşünmenin de aracıdır. Osmanlı Türkçesi’nin hayatımızdan çıkarılması, aslında bir medeniyetin hayatımızdan çıkarılması anlamına gelmedi mi? Bir ara sadeleşme falan dediler; ama sonra batı kökenli kelimeler doluştu dile. Hepimiz kullanıyoruz; ben de kullanıyorum. Fakat bir dile yabancı sözcüklerin girmesi zannedildiği kadar masum bir şey değildir. Bir ülke kelimelerle işgal edilebilir. Şu an Türkçe işgal altında mıdır değil midir? İngilizleri Fransızları İstiklal Harbi’nde ülkeden kovduk; fakat adamların kelimeleri dilimize yerleşti. Dili işgal edilmiş olan insanın, kafası da işgal edilmiştir, ülkesi de işgal edilmiştir.

-Bir Kitap Bir Balta’yı okurken, modernizm hakkındaki konuşmalarınıza paralel tartışmaların orada da yer aldığını gördük. Modern insanın ezberlenmiş bir hayatı tekrar edip durduğunu, bu dünyada neden var olduğunu sorgulamadığını söylüyorsunuz… Toplumu bu hâle getiren onlarca sebep var. Ekonomik gerekçeler, dinin toplumsal hayattan kovulması, medya vs. Siz modern insanı neyin peyda ettiğine inanıyorsunuz?

-Zannederim, modern insan ‘tarih ve edebiyat’ bilincinden yoksun insandır. Modern insan, hafızasını kaybetmiş insandır. Mantığı tahrif edilmiştir. Tabi modernizmin yaygınlaşması ile İslam’ın hayatımızdan uzaklaşması eşzamanlı olarak gerçekleşmiştir. Meselenin esası bu. Geçen ay “Bir Ruh Macerası” yayımlandı. Ayşe Şasa’nın… Ki nasıl bir çevrede doğup yetiştiğini biliyoruz. Diyor ya: modernlik kisvesi altında, İslam, hayatımızdan hınçla çıkarıldı.

-İlk üç hikâyeniz sürrealist dediğimiz bir türde yazılmış. Somut bir gerçeklikten uzak kurgularla… Bay Cezmi C.’nin edebiyat kurallarına karşı çıkmasına siz de bu türde bir kurgu yaparak karşı çıkmış oluyorsunuz…

-Bir nevi… Aslında edebiyatın kuralları beni pek ilgilendirmiyor, derken bıyık altından gülüyorum. Metinler dikkatli bir gözle incelenirse ne kast ettiğim anlaşılacaktır. Ama tabi bir derdim var benim, onu anlatıyorum. Bay Cezmi C. diyor ya: hikâye süsü verdiğim vaazlar…

-Kitapta son hikâyeler hariç (doğrudan olmadığı için hariç diyorum) hepsinde modern hayatı eleştiriyorsunuz. Bu ülkede modernizmin serüveni son kırk-elli yıllık bir zamanı kapsıyor. Oysa Batı’da bu süreç birkaç asra yayılmıştı. Biz her şeyi birden yaşadık. On yıl öncesiyle bugün arasında uçurum var. Hatta modern dönem yaşanmadan sanatta post-moderni konuşur olduk. Bu büyük taarruz altındaki bir toplumun modern hayata tutulmasından başka ne yapması beklenirdi ki?

-Sorun modernizmin ‘hızlı’ yaşanmış olması değil bana kalırsa. Bu süreç doğal bir süreç değil. Dışarıdan müdahale var. O yüzden ben ifadeyi şöyle üçlü kullanmayı tercih ediyorum: Emperyalizm/Kapitalizm/Modernizm… Sorsan, adam emperyalizme karşıdır, kapitalizme karşıdır; fakat modern hayatın kucağında yaşamaktadır, modern hayatı savunmaktadır, oldu mu şimdi? İşin açığı, düşmanlar, İstiklal Harbi’nde bu topraklardan bir biçimde çıkıp gittiler; sonra dediler ki, “Ulan bu iş böyle olmuyor, nasıl yapalım? Şöyle yapalım:” Geri kalmışlıktı, gelişmeydi, ilerlemeydi, kültürdü, uygarlıktı, bilimdi, teknolojiydi derken işimizi bitirdiler. Kimliğimizi kaybettik. Buyurun size modernizm…

-Modern öncesi bir dönemde yaşasaydınız hikâyelerinizin odağı ne olacaktı? Yoksa her dönemin kendine has bir modern yarattığına mı inanıyorsunuz?

-Hikâye bir biçim sorunu. Önemli olan insanı savunmak. Ruhumuzu savunmak. Kimliğimizi ve kişiliğimizi savunmak. Biz çağımızın putlarına karşı savaşmak zorundayız. Başka bir dönemde yaşasaydık, o dönemin putlarına karşı savaşmak zorundaydık. Şimdi kimsenin oturma odasında, masanın üstünde putu olmadığı için, insanlar şirkten berî olduklarını vehmediyorlar. Vallahi piyasada o kadar çok soyut put var ki… O kadar çok sahte tanrı var ki… Eski Yunan’dan beter.

-İlk hikâyenizden sonra kenara şu ifadeleri de not etmişim: kıssa, ders verme, okura seslenme, tahkiye sanatı. Sanırım hikâyeden muradınız da bu. Çünkü diğer hikâyelerinizde de ‘hikâye insanlara bir şey öğretmiyorsa, sanat yapmışsın ne işe yarar’ yollu bir takım sözler söyletiyorsunuz kahramanlarınıza…

-Bir anlamda öyle. Dergileri takip ediyorum da, ısrarla ‘mesaj’dan kaçıyor kimi arkadaşlar. Şimdi moda böyle: mesajsız/sanatsal metinler… Mesaj kaygısı güttüğünüz zaman da “Sanatta mesaj olur mu?” tarzında, alaycı, imalı ifadeler falan kullanılıyor. Bence bu da bir tezgâh… Çünkü dil ve edebiyat, muhalefetin, direnişin önemli bir kalesidir. Bu yüzden emperyalizm, dili ve edebiyatı yok etmek ister; yok edemezse tahrif etmek ister, yozlaştırmak ister. Mesaj vermeyeceğiz, sanat yapacağız derken bir ‘çiçek böcek edebiyatı’ aldı yürüdü. Dille zaten oynanmış. Sanattan mesajı da kovduk. İşlevsiz, anlamsız bir muhabbete dönüştü edebiyat. Ben estetikten vazgeçelim demiyorum ki, sanatı göz ardı edelim demiyorum; fakat konuşmamız gereken meseleler var, onlar ne olacak? Meselesiz bir edebiyat gevezeliktir. Dille oynanmamış olsa; dil asıl ve tabii mecrasında aksa, tamam, o dilin sadece ‘kullanılıyor olması bile’ bir anlam ifade eder. O zaman illa metne mesaj sokuşturmak diye bir kaygım olmayabilirdi. Sadece kullanılan dil bile, bir görev ifa ederdi. Çünkü dilin ruhu yeterdi o zaman. Fakat dille oynandı.

Dildeki değişimler neticesinde kelimeler de, biz insanlar gibi, ruhunu kaybetti. Biz insanlar modern zamanlarda yenileşme adına nasıl ‘ruhsuz / biyolojik bir hayat’ sürer olduysak, dilde yenileşme adına kelimeler de ruhunu kaybetti. Kelime diye, içeriksiz şekiller kaldı elimizde; ruhsuz cesetler kaldı. Yeni bir şey söylemiyorum; malumu ilam ediyorum. Ezberlemedik mi hâlâ: dil âlimleri anlatıp duruyorlar: dil sadece düşüncelerimizi anlatmanın aracı değildir; aynı zamanda düşüncelerimizi şekillendiren bir tarafı vardır dilin… Sadece edilgen bir ifade aracı ve yansıtıcı değildir; peki nedir; etkin bir biçimlendirme ve üretim aracıdır.

-Yani?

-Yani dil sadece dış dünyayı yansıtmaz; dış dünyaya dair tasarımların da kaynağıdır. O yüzden diyorum ki dilimiz tabii mecrasında olsaydı, o dilin sadece ‘kullanılıyor olması bile’ bir anlam taşıyacaktı. Şimdi ama böyle yozlaşmış bir dille içeriksiz metinler üretip durursak bence ortada bir problem var demektir. Madem malzeme bu; mesaj derdine düşüp estetikten yoksun vaazlar vermeyelim ama edebiyatı da salt gevezeliğe indirgemeyelim diyorum.

-Son Görev’de ölüm meleğinin ağzından bir insanın son gününü anlatıyorsunuz. Riskli bir hikâye değil mi? Adını anmasanız da Azrail’i anlatıyorsunuz ama bir insan gibi yaşıyor, sigara içiyor falan. Ben bir hikâye yazsam bunu göze alamazdım.

-Ben orada aslında Azrail aleyhisselamı anlatmıyorum; o kahramanda ölüm temessül ediyor. Zaten hikâyenin maksadı, ölüm gerçeğini unutan, ölümden habersiz yaşayan, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanan insanı anlatmak; ama dediğiniz gibi anlaşılma ihtimali de var tabi. Riskli bir hikâye mi, evet. Fakat ölümün bizden zannettiğimiz kadar uzak olmadığını, hatta her saniye ensemizde olduğunu çarpıcı bir biçimde anlatmak istedim. Temsil yani, teşbih… Mesela rivayetlere göre, insan kabirdeyken, birden güzel yüzlü yakışıklı genç bir adam ortaya çıkacak. Kişi soracak: “Sen kimsin?” O genç ve yakışıklı adam cevap verecek: “Ben senin geceleri uykusuz kalıp okuduğun Kur’an’ım.” Şimdi bu rivayette Kur’an bir insan biçiminde tasvir edilmiş. Temessül yani. Son Görev’deki kahraman da öyle diyor: “Ben senin ölümünüm.” Azrail aleyhisselam dersek hata etmiş oluruz sanırım.

-Bir de insanları tanımlarken hakarete varan ifadeler kullanıyorsunuz. Aptal gibi yaşıyorlardı, hayvandan farksızlardı gibi. Gerçekten durum bu kadar ürkütücü mü?

-Kur’an-ı Kerim’deki ‘belhüm edal’ veya ‘esfele sefilin’ gibi ifadeler, hakarete varan ifadeler midir? Öyleyse benim ifadelerim de öyle. Yaratılış sırrına uygun bir yaşam sürmeyen insan, uzaya gitse ne olur? Hamakat. Ki şöyle bir bakalım etrafımıza Allah aşkına: insanlar ne yapıyor? ‘Akıl sahibi’ gibi davranıyorlar mı gerçekten? Bir de galiba… Ukalâlık olacak biraz ama yirmi otuz sene sonra bir daha konuşalım, Allah kısmet ederse… Örneğin şu 2 doğumlular, yani şu televizyon ve internet çocukları, bir genç olsunlar, bir orta yaşa gelsinler bakalım. O zaman bazı şeyler daha açık seçik olacak sanırım. Bir korku ütopyası üretiyor değilim, felaket tellallığı da yapmıyorum, Allah’tan tabiî ki ümit kesilmez; ama otuz sene sonra depresyonlar ve intiharlar arttığında, uyuşturucu ve alkol kullanımı had safhaya vardığında, boşanmalar, aile içi şiddet, tecavüzler, cinayetler alıp başını gittiğinde oturup bir daha konuşalım. Niye böyle olduk biz diye. Bir boşluk büyüyor insanın içinde. Batı zaten cinnet geçirmektedir. Bakmayın kurumlandıklarına. Bilen biliyor. Aslında yardıma ihtiyaçları var. Biz de cinnetin eşiğindeyiz. Maçlar, sinemalar, diziler, müzikler, eğlenceler, alışverişler vesaire, yani bu seküler tatmin formları, insanın içinde büyüyen boşluğu, bir süre sonra hakkıyla dolduramaz hale gelecek. Kehanet mi şimdi bu? Gaybdan haber mi veriyorum? Allah’a sığınırım. Gördüğümü söylüyorum. İnşallah yanılırım.

-Geleneksel hayatı teklif ediyorsunuz birçok yerde. Bazen de dinimizin öğrettikleriyle yaşamamız gerektiğini. Sabah namazından önce uyanık olmak mesela…

-Geleneksel hayat derken, bunu tanımlamak lazım tabi. Aslında hiç uzatmaya gerek yok: insanlığı içine düştüğü bunalımdan kurtarabilecek tek şey İslam’dır. Hayata anlam kazandıracak tek şey İslam’dır. Sabah namazı, gece namazı, bunlar kuru laf değil. Modernizm günün her saatini işgal etmiş; ama seherler Müslümanların hâlâ. O vakitte onlar sızıyor; bizim ‘uyanık’ olmamız gerek.

-“Akşam haberlerde bir Filistin, bir başörtüsü, tamamdır.” diyorsunuz, muhafazakârların dönüşümünü konuşurken. Son hikâyelerinizin hemen tamamı Müslümanların değişimini eleştirmek için yazılmış.

-Evet, bu beni çok rahatsız eden bir konu. Sözde İslamcılara çok kızgınım ben. Birileri İslamcılar eliyle İslam’ı dönüştürüyor. İslamcılar eliyle İslam’ı tasfiye ediyorlar. Bu tezgâha buğzediyorum. Ortalık nasıl karışık ya Rabbi! Hocaefendiler, âlimler, ilahiyatçılar, İslamcı yazarlar, tarikatler, cemaatler, partiler… Herkesin la yüs’el bir önderi var. Hatasız ve kusursuz kabul edilen önderler… ‘Şûra’ ve ‘istişare’ anlayışı yok; sözünden çıkılmaz liderler var. Sonra, kapitalizmin ağına düşmüş İslamcı olur mu? Lüks arabalar, evler… Makamlar, mevkiler… Mal mülk… Ve kapalı kadınlar görüyorum, altı kaval üstü şeşhane… Makyajlar, parfümler… Tesettürün gereği olan hicab nerede? Bir kibir, bir ukalalık, bir rahatlık… Gönlünde hicab olmayan kişi, sadece saçını setretse, maksat hâsıl oluyor mu? İnsaf sahibi Müslümanlar soruyor bu soruyu. Bir kısmı da kaptırmış gidiyor. Tabi herkes hakkında bir suçlama değil bu. Halis niyetli insanları tenzih ederim. Ne kast ettiğim ortada. Dikkatli bakan görür.

-“9’larda Afganistan için, Filistin için slogan atanlar, bugün maçlarda slogan atar oldular.” şeklinde bir eleştiriniz var. Ben 9’larda slogan atılıyor olmasının da ayıplanması, eleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu duyguyla gaza gelen topluluklar elbette gerçek hayatla tanışınca başka türlü düşünecekler. 9’larda, kendisini ve dünyayı tam manasıyla bilmeyen bir gence meydanlarda Filistin için slogan attırırsanız, yıllar sonra ekmeğinin peşine düşünce davayı hatırlamayacaktır. Dava evdekilerin boğazına çalışmaktır çünkü.

-Doğru tabi. Ama benim teklifim de ‘maçlarda değil mitinglerde slogan atalım’ değil zaten. Bir gerçeği, daha görünür kılabilmek için öyle bir ifade kullandım hikâyede. İslamcıların dönüşümünü anlatabilmek için yani. Adamın tarzı ‘tefekkür’ değil de ‘slogan’ olursa, mitingde ya da maçta, fark etmiyor tabi. Sonra okul bitip de iş hayatına atılınca, eli biraz para görünce, bir de evlenince, çor çocuk… Dava falan hak getire. Haftada bir vakıf toplantısına katılıp vicdanını rahatlatıyor ondan sonra… Tabi kızgınlıkla söylüyorum bunu. Halis niyetle çalışanları tenzih ederim.

-Formulation’da ‘sudan çıkmış balığa’ dönmüş gençleri anlatırken de bana katılıyorsunuz…

Tabiî ki. Bu gençlere çok yazık oluyor. İnternet, pornolar, maçlar, televizyonda diziler, klipler, müzikler, bu açık saçıklık, bu ruhu ezen taarruz, bu şahsiyeti öğüten kirli savaş, sonra bir yandan da okul, dersler, sınavlar derken… Haftada bir vakıfta toplantı yapmakla, dernekte kermes düzenlemekle olur mu bu işler arkadaş? Bin bir tahrik altında yaşayan gençlere ne vaat ediyorsun? Onlara ne verebilirsin? Alternatif yaşam alanları sunabiliyor musun? Modern hayat, dört bir yandan kuşatmış genç adamı. Modernizm okyanusunda boğuluyorlar. Soluksuz kalıyorlar. Subhanekeyi gulhüyü ezberlettirmekle bitmiyor iş. O ezberlediklerini hızla unutturacak bir hayat dışarıda gürül gürül akarken, cazip, çekici, nefsin hoşuna giden, süslü püslü bir yaşam, sen ne diyorsun? Genç adam nefes alamıyor, nefes! Formulation’da o yüzden bunu anlatmaya çalıştım; görev savmak kabilinden bir şeyler yapılıyor da, vebaldir, yarın hesabı sorulur. Solungaçlarını değiştirmeden, ona yeni bir soluk alma sistemi vermeden, gerçek hayatı göstereceğim diye, balığı denizden karaya çıkartırsan, ‘sudan çıkmış balıklar’ elde edersin sadece. Yani bu çocukların, hayatı algılama biçimini, düşünce yapısını ıslah etmeden, ihya etmeden ve tabi fıtrata aykırı toplumsal şartları değiştirmeden, İslam’ın şartı beştir’i öğretmek çözüm olmuyor bence.

-Meselenin farklı yerde olduğunu görmek gerekiyor yani.

-Evet. Mesele farklı yerde. Bilinç meselesi. Tefekkür meselesi. Tabi burada ‘senin teklifin nedir?’ diye sorulacaktır; ‘ne yapsın insanlar, haftada bir vakfa, derneğe gitmesinler mi?’ denecektir. Efendim benim derdim havasla… Avama bir şey dediğim yok. Mesele, fıtrata aykırı toplumsal şartların düzeltilmesiyle ilgilidir. Bu topyekûn bir çalışmayla olur. Herkesin mükellefiyeti de farklıdır. Ben halis niyetle çalışanları tenzih ederim tekrar.

-Son olarak Cafcaf’taki yazılarınızı konuşalım. Siz orada Hamza’yı yazıyorsunuz. Derginin en çok okunan bölümlerinden biri de bu köşe. Bunu neye bağlıyorsunuz? Sizin hikâye gücünüz yazıları elbette okutuyor ama içerik de önemli sanıyorum.

-Estağfirullah… Hamza, işte bu bahsettiğimiz genç adam aslında… Yirmi bir yaşında, İmam Hatip mezunu, yıllardır sınava giren, bir türlü kazanamayan, sonunda kazanınca da ‘gitmiyorum ulan’ diyebilen, çok okuyan, çok düşünen, üzgün, kafası karışık bir İslamcı genç… Tam da bahsettiğimiz gibi, modern hayatın tam ortasında. Zaman zaman ayağı takılsa da, düşse de, yıkılmıyor Allahın izniyle. Çok sağlam bir edebiyat temeli var. Ama onca şiir, onca roman, gerçek hayatta ne işe yarar? İslami temeli de çok sağlam. Kulaktan dolma şeyler değil yani, zaten okumayı çok seviyor. E tabi bu hengâmede kendini koruyabilmek için ‘alaycı’ bir tavır takınmış, ironik bir dil geliştirmiş. Bu bir nevi savunma mekanizması tabi. Biyolojik ihtiyaçları var; sadece açlık susuzluk değil yani; ‘temel üçgüdü’ diyor ya Hamza… Duygusal ihtiyaçları var, sevmek sevilmek istiyor garibim. Amcaları da bir tuhaf: Yaramazov Kardeşler. Hepsi kendi yolunu en doğru yol sayıyor da, Hamzacığımın acıyan kalbine, kanayan aklına, sızlayan yaralarına derman olabiliyorlar mı? Düşünen, okuyan, yazan, soru soran, acı çeken, şaşıran, kafası karışan; ama samimi bir gencin fotoğrafını çekmeye çalışıyorum Hamza’da.

(YAKUP ÖZTÜRK'ÜN YAPTIĞI BU SÖYLEŞİ www.dunyabizim.com ‘dan ALINTILANMIŞTIR; 7.1.21)