NURULLAH KOLTAŞ’IN DİLİNDEN İÇE DOĞRU YOLCULUK
Nurullah Koltaş Eskişehir’de doğdu, Konya’da büyüdü ve İstanbul’a geldi. Çeşitli liselerde Yabancı Dil dersleri verdi. Frithjof Schuon, Seyyid Hüseyin Nasr gibi büyük mütefekkirlerin eserleri dâhil çeşitli çevirilerde bulundu. Tasavvuf ve kelam alanında yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Şu an Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilimdalı Öğretim Üyesi.
-İslam düşüncesinin tarih içerisinde şekillenmesini tanımlamak istersek neler söylersiniz?
-Asr-ı Saadetten sonra muhtelif fetihlerle birlikte gerek inanç gerekse kültür bakımından değişimler gerçekleşti. Yaklaşık bir asır içinde Müslümanlar kendi kurumlarını oluşturup bulundukları muhitteki hikmet unsurlarını kendi inanç sistemlerine entegre etmeye gayret ettiler. Bizans’tan Sasanî diyarına, Hint’ten Mezopotamya’ya kadar olan bölgede kurulu olan ilmî organizasyonlar asırlardır hummalı bir derleme ve tasnif gayretiyle meşgul olduklarından, Müslümanların kadim bilgilere ulaşmaları nispeten daha rahat olmuştur. Adı geçen çevrelerde yer alan tercüme okulları, Yunanca ve Süryanice’den Sanskritçe’ye kadar çeşitli dillerde yazılan değerli eserlerin Arapça’ya naklini kolaylaştırmışlardır. Bu dönemlerden itibaren hayli önemli bir güç elde eden İslam toplumu, bu düşünceleri sanılanın aksine yalnızca merak yüzünden inceleme cihetine gitmemiştir. Asıl saik Tevhidi anlamaya yöneliktir. Yeterince güç kazanmış olan Müslümanlar, bu yoğun tercüme faaliyetlerini ‘Daru’lHikme’ gibi gözde kurumlarla daha da genişletmişlerdir. Halife sarayında yapılan felsefi tartışmalar da etraftaki düşünce akımlarının incelenmesi ve bunlara İslam’ın vereceği karşılığın tespiti anlamında büyük rol oynar. Unutulmamalıdır ki, ilim Müslümanın yitik malıdır ve Müslümanlar Tevhidi anlamaya ve özümsemeye yönelik her ilmi çalışmaya iştirak etmişlerdir. Böylece yaklaşık yüzelli yıl içinde kurumlar tesis edilir. Farabî, ibn Sina, Kindî, Razî, Gazalî, ibn Arabî ve yüzlerce âlim ve mütefekkir kelâm, felsefe ve tasavvuf alanlarında muhteşem çalışmalara imza atmışlar, matematikten metafiziğe kadar çeşitli disiplinlerin faal bir şekilde özümsenmelerine öncülük etmişlerdir. Sonraki dönemlerde hızda nisbî bir azalma olması, adı geçen mütefekkir ve âlimlerin gayretlerinin devasalığından kaynaklanmaktadır. Yoksa bir durma söz konusu değildir. Günümüzde durum bu devasa mirası yemek gibi görünse de içten içe bir birikme söz konusu. Yeterli kıvama gelip bir patlamayla ivme kazanması en büyük umudumuz.
-İslam düşüncesi skolastik düşünceden ne derece etkilenmiştir. Bu etkilenmenin bir dezenformasyona yol açtığı iddia edilebilir mi?
-Müslümanlar tevhid’in tek olduğuna inandıklarından, önceki toplumlara ve onların barındırdıkları hikmete önyargılı yaklaşmamışlar, hanîfleri de bu daire içinde değerlendirmişlerdir. Ehl-i kitaba yönelik yaklaşımlarında bu durum daha da açık görülebilir. Bizans’ın dili Yunanca olsa bile, kendi kadim bilgilerine Müslümanların yaklaştıkları gibi yaklaşmamışlardır. Zira Müslümanlar herhangi bir siyasi, iktisadi ve askeri baskı olmamasına rağmen her daim ilim arayışında olmuşlardır. Batı, Orta Çağ’dan itibaren engizisyon gibi düşünceyi inkıtaa uğratıcı girişimlerde bulunurken, İslam âleminde Hindistan’dan Orta Asya’ya, Mezopotamya’dan Mısır’a ve Endülüs’e kadar ilim merkezleri faal kalmışlardır. Bir dezenformasyonun olduğu doğrudur ancak bunun nedeni sekteryen bakış açısıdır. Kısmi olan bu bilinçsizlik ve bilinçsizleştirme, toplumun çoğunluğu için mecra bulamamıştır. Skolastisizm gibi görünen olgu, belki siyasi gücün kimi devirlerde âlim ve arifler üzerindeki baskısından ileri gelmektedir. İslam’da magisterium gibi kurumlar da söz konusu olmadığı için ilmi çalışmalar kendilerini engelleyici kimi güçlüklerin üstesinden gelebilmiştir.
-İslam, ortaya çıkışından itibaren merhale merhale değişime uğradı, tamamlandı ve süreç içerisinde de çeşitli ekollere ayrıldı. Bu durumun İslam’ın geleceğini tehdit eder bir durum arz ettiğini iddia edenler olduğu gibi, İslam’ın yayılmasını sağladığını da iddia edenler var. Siz bu konuda neler söylersiniz?
-Bir değişim değil bir tenevvür hali desek daha doğru olacak. Zira İslam’da merkezi olan vahiy ve nebevi örneklik asla değişime uğramadı. Değişim gibi görünen tüm gelişmeler daha ziyade vahyi özümseme adına ortaya konduğundan, bu farklı ekollerin gayretleri toplumdan birkaç adım ileride düşünce bakımından onların önünü açma rolü üstlendi. Çekilme ve daralma olarak tarif edebileceğimiz kimi sıkıntılar, varlığa taalluk eden meseleleri halletme adına girişilen kapsamlı bir taakkulün neticesidir. Anlık ele alındığında tehdit olarak görülebilentartışmaların uzun vadede bir hayatiyet unsuru barındırdığı gözden kaçırılmamalıdır. Bu tartışmalardan kaynaklanan durağanlık dönemlerinde İslam düşüncesi güç kazanmış ve bir ileri merhaleye geçmiştir. Tarihin seyri içinde 30-40 yıllık gelişmeler malumunuz üzere doğru karar vermede yeterli değildir. Zira sonraki nesil üzerindeki tesirin tahlili için en az iki nesil beklemek gerekir. İslam’ın Allah tarafından muhafaza edileceği müjdesi, vereceğimiz anlık kararların önüne geçmelidir. Her hâl ve kârda Hak var olacak ve batıl zail olacaktır. Dolayısıyla tartışmalar bizi bir adım daha ileri götürecektir. Yani vincitomniveritas (Hak her şeyi fetheder).
-İslamın etrafında başlayan/başlatılan tartışmaların öbeğinde yer alan konulardan biri de tasavvuf. Tasavvufun İslam’ın özünü tahrife yöneldiği yönündeki iddialar hakkında ne düşünüyorsunuz?
-Burada vuzuha kavuşturulması gerekli olan husus, tasavvufun İslam bünyesine sonradan ilave edilen bir unsur olmayıp İslam’la yekpare oluşudur. Sanırım tartışmaların özü, tasavvufun mistisizmle karıştırılmasına dayanmaktadır. Mistisizm beşeri bir disiplin olup tamamlayıcı ya da tamamlaması arzu edilen bir unsur olarak alınabilir; oysa tasavvuf, menşe itibarıyla ilahidir. Dolayısıyla tasavvuf söz konusu olduğunda bir dikotomi söz konusu değildir ve tasavvuf İslam’ın karşısına alternatif bir din teklifi de getirmemektedir. Tasavvufun hakikate yani Kadim-i Mutlak’a vasıl olmaya yönelik uygulamaları, tahrif değil imanın pekişmesine ve içselleştirilmesini içerir.
-Tasavvufla ilgili olumsuz değerlendirmelerde bulunanların genel iddialarından birisi de Batı mistisizmi ve Budizm vb. gibi Doğu sufizminin, sızıntıları sonucu ortaya çıktığı iddialarıdır. Bu iddianın gerçeklik payı var mıdır? “Tasavvuf bir misyoner üretimidir”iddiaları için neler denilebilir?
-Haccın nesiller ve inançlar boyu benzer şekilde icrası, Yahudi inancının bir sızıntısı mıdır? Benzeri ibadetler diğer dinlerden mi gelmiştir? Burada “Et-Tevhiduvahidun” yani “Tevhid tektir” ilkesi yeniden ifade edilmek durumundadır. Benzeşimler surî olup tasavvufun muhtevası İslamî’dir. Hucvirî, Kuşeyrî, Kelebâzî, Sûhreverdî gibi klasik tasavvuf büyüklerinin eserleri incelendiğinde, devirlerinin keşmekeşine karşı tasavvufun ciddiyet ve adanmışlık gerektiren uygulamalarının devâ biçiminde sunulduklarına şahit oluruz. Lakin Hindistan ve Mezopotamya gibi kadîm geleneklerin tesirlerini muhafaza ettiği muhitlerde kimi karışmalar söz konusu olabilir. Bununla birlikte ortodoks olarak nitelendirilebilecek tasavvufî hareketler, şeriatı merkez alırlar. Bu da herhangi bir sızıntının önüne geçer. Mistisizm ve tasavvuf arasındaki ayrım netlikle ortaya kondukça, tasavvufun yeni karşılaşılan kültürlerden alınan unsurlardan değil, bizzat İslam’dan beslendiği görülecektir. Zira İslam ayrı bir şey, tasavvuf ayrı bir şey değildir. Her düşüncede olduğu gibi tasavvuf periferisinde de aşırı uçlara rastlanabilir. Bunlardan hareketle tasavvufun ithal olduğunu düşünme ameliyesi bizatihi bir misyonerlik faaliyetidir.
-Bugün İslam düşüncesini yeniden inşa için kültürel anlamda neler yapılabilir, neler yapılmalı?
-Öncelikle yeniden inşa mı yoksa yeniden anlama mı gereklidir sorusuna cevap vermemiz gerekmektedir. Yeniden inşa, çökmüş bir yapının tecdididir. Oysa İslam düşüncesi derununda felsefeden metafiziğe, estetiğe devasa bir hazineyi barındırmaktadır. Bünye içinde değil de dışarıda bir şeylerin aranışı, zamanla bizi bu hazineye bigâne kılmış görünüyor. Burada klasik eserlerin yeniden anlaşılması büyük önem arz ediyor. Öncelikle bu muazzam hazinenin dil bakımından güncellenerek anlaşılmasının sağlanması gerekmektedir. Aksi takdirde kütüphanelerde sadece özel bir alanda araştırma yapanların hizmetine sunulmuş metruk eserlere dönüşmektedirler. Anlaşılma daha sonra özümsenmeyi kolaylaştırarak birkaç nesil sonra konunun sadece lafzen değil özü itibarıyla da pratiğe dökülmesini sağlayacaktır. Bir anlamda faziletler şehrine yönelik bu gayret, İslam düşüncesinin canlı bir şekilde yaşanması ve daha önemlisi aktarılmasını kolaylaştıracaktır.
-İslam düşüncesi bilhassa sanat/edebiyat alanında dünya üzerinde o muhteşem günlerinden oldukça uzakta. Bu durumun nedenleri neyle açıklanabilir?
-Fiziki kırılma noktaları -sözgelimi Çanakkale Savaşı- yazar ve şairlerin miktarında nisbî azalmalara yol açtı. Sonraki dönemlerde dünyanın diğer bölgelerindeki kaotik durumun bir benzeri bizde de baş göstermiş olup önceki dönemlerdeki gerilimlerin ardından urefâ ve ulemânın mikdar bakımından azalmasıyla dinle alakalı çalışmalar daha ziyade imanın muhafazasına odaklandı. Bu dönemde İslam düşüncesinden kopuş, tabiidir ki sanat/edebiyatın talî olarak anlaşılmasına yol açtı. Düşüncenin yeniden canlanışı, üretim hissini tetikleyecek ve estetik algısı yeniden tanımlanacaktır.
-İslam düşüncesi bir dönem oryantalizmin olumsuz etkileri altındaydı. Bu etkinin hala sürdüğünü iddia edenler var. Bununla birlikte şimdi de mezhepsel dokulu eserlerin yaygınlığının yeni bir bozgun yaratma tehlikesinden bahsediliyor. Bu konuda endişe edilecek bir durum söz konusu mu?
-Çeşitli devirlerde zuhur eden akımlar, karşılıkları olan hareketleri baskı altına almıştır. Asr-ı Saadetten sonra dâhili ve harici çalkantılar, gruplaşmaların mezheplere dönüşmesini ve mihne benzeri olumsuzlukların yaşanmasını da beraberinde getirmiştir. Tarihi açıdan olumsuzluklar sonrasında yenilenme ve serpilme de ortaya çıkmaktadır. Yekpare bir İslam âlemi İslam’dan hazzetmeyenlerin korkulu rüyası olduğundan, birliği bozmaya yönelik çeşitli desiseler tertip edilmektedir. İlmi ayrılıkların tartışmalarla halledilebileceği ispatlanmış, ancak mezhepsel ayrılıkların beraberinde kan ve kaos getirdiği de tecrübe edilmiştir. Günümüzde Ortadoğu’da yaşananlar bunun en bariz misalidir. Her ne kadar bu durum benzerlerine tarihimizde şahit olduğumuz kargaşaları çağrıştırsa da uyanışın hızı daha büyük. Şüphesiz Allah plan yapanların en iyisidir ve kurulan tezgâhları tersyüz edecektir.
-Siz tasavvuf konusunda yetkinliği olan bir isimsiniz. Günümüzde İslam ile demokrasi arasında köprü kurmak isteyenler tasavvufun insancıl özünden medet umar durumda. Gerçekten de tasavvuf demokrasinin gelişmesinde etkin bir faktör olabilir mi?
-Haşa, yetkinliği olanları anlamaya gayret ediyorum.
Sadece Batı’da değil Doğu’da da irfanî boyutun kaybolması ve/veya geri plana atılmasıyla merkezde olması zorunlu olan İlah’ın (deity) yerini beşer (human) almış durumda. Oysa tasavvufta merkezde Allah yer alır. Her şey vahiy ve nebevî örneklik çerçevesi içinde ele alınır. ‘Men bend-i Kur’an’em’ diyen Mevlana kimi inanç tacirlerince ‘insancıl bir düşünür!’ gibi yansıtılmakta. Oysa Mevlana ve tasavvufun önde gelen büyük isimleri şeriat dairesinden kopmamaya gayret göstermişlerdir.
Büyük mütefekkir René Guénon’nun kullandığı çember sembolizmini kullanacak olursak, tasavvuf söz konusu olduğunda çember şeriatı, merkez hakikati ve merkeze giden sayısız yarıçap da tarikatı temsil eder. Merkeze ulaşan sayısız yarıçap, sufiler arasında yaygın olan ‘Hakk’a giden yollar âdemoğlunun nefesi sayısıncadır’ deyişini akla getirmektedir. Dıştaki çember ayrıca bir sınır olan şeriatı temsil ettiğinden, çemberden ayrılış da içe doğru değil çemberin dışına doğru hareketi yansıtır. Tasavvuf sekteryen ayrılıkları kendi içinde bertaraf ettiğinden, yerel değil evrensel bir hüviyet taşır ve bu noktada birleştiriciliği ayan olur. Çanakkale’de İslam âleminin dört bir yanından gelip savaşanlara baktığınızda, bunları bir araya getiren unsurun ırki bir birlik değil manevî bir hissiyat olduğu da sarih olacaktır. İbn Haldun’dan miras aldığımız Medinetü’l-Fazıla’da bir irfan toplumu öngörüldüğünden, tasavvufî irfan demokrasiyi de aşarak içinde faziletlerin hüküm sürüp reziletlerin bertaraf edildiği bir toplum inşasını amaçlar. Kısaca, eğer tasavvuf neşvü nema bulursa, birleştiricilik de söz konusu olacaktır. Ancak burada aslolan tasavvufun pasif bir boyun eğiş değil irfanî bir direniş olduğudur.
-Adonis’in “Sûfizm ve Sürrealizm”adlı kitabını çeviriniz kitap kadar enfesti. Türkçe’de şevkle okunan/okunabilen bir eser oldu. Dünyayı her yönüyle etkileyen ve etkilemeyi sürdürecek olan bu iki akım arasında siz de önemli bir yakınlık görüyor musunuz? Farzedelim ki; böylesi bir yakınlık var, bundan edebiyat ve sanatımız adına nasıl bir olumluluk çıkarabiliriz?
-Hayli mahcup oldum. Bizimki yalnızca bir aktarımdan ibaret. Alet işlerken el’in övünmesi garip olur.
Tarih fasılasız ilerliyor. Bu zaviyeden bakıldığında özlerinde sınırsızlık barındıran hareketlerde benzerlik de görülebilir. Adonis’in yetiştiği muhit her iki akımın da bayındır olduğu bir iklim. Dolayısıyla Adonis hem içeriden hem de dışarıdan bakabiliyor.
Tasavvuf batıni (ezoterik) bir yönelim olup zahirin (egzoterik) sınırlayıcılığından uzaktır. Bu sınırlı olmayış, iki yönelim arasında benzeşimler kurulabilmesine imkân tanımaktadır. Her iki akım da gerçekliğin görünenin (zahir) ötesinde olduğunda mutabıktırlar. Zahirin ötesine geçildiğinde ufuk da genişler ve ufuktaki genişlik algıda da genişliği sağlar. Neticede her iki akıma mensup olanlar bu açıdan birbirlerini daha iyi anlayabilir. Ortaya konan edebi ürünlerin anlaşılması da böylece daha kolay hale gelir.
-Batı’da bu gibi eserler ilgiyle okunurken ülkemizde arzu edilen ilgiyi görmüyor. Bunu neyle izah ediyorsunuz?
-Popüler olanın reklam edilip entelektüalitenin toplum arasında ‘entel-dantel’ gibi müstehzi ifadelerle boş bir uğraş olarak lanse edilmesi, günden güne gençler arasında akılla alakalı faaliyetlerin angarya biçiminde algılanmasına neden oluyor. Ancak önce ebeveynler sonra da çocukların irfanla yoğrulması, onların alırlık seviyesini yükseltecek ve ilgi de kendiliğinden oluşacaktır. Bu alırlık olmadan söz konusu eserlere de ilgi hayal olur. Toplum boşluğun farkına varırsa, boşluğun doldurulması için arayış da gerçekleşir. Henüz farkındalığımız yeterli seviyeye ulaşmamış görünüyor. Ümidimiz bu uyanışın en kısa sürede gerçekleşmesi.
-Söyleşi için teşekkür ediyorum.
-Ben müteşekkirim Semiha Hanım. Ayrıca ifade etmek isterim ki Edebistan’da yayınlanan “ÖZGÜNLÜĞÜN DEPREMİ: SUFİZM VE SÜRREALİZM” başlıklı yazı harika bir inceleme ortaya koymakta.
Allah hayret ve gayretimizi arttırsın.
İstanbul doğumlu. Edebiyat alanında, kitap eleştiri, analiz, deneme yazıları yazıyor. Ayna İnsan Kültür ve Edebiyat Dergisi'nin İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Halen serbest düzeltmenlik ve editoryal çalışmalar yapıyor. Star Gazetesi, Yeni Şafak Gazetesi, Karar Gazetesi, Hece Edebiyat Dergisi, İtibar, Şiar, MOCCA Dergisi, Edebistan'da aktif olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Yazarın spesifik portre çalışmaları da bulunmaktadır.