Menu
mutluluğa üç harf var
Haberler • mutluluğa üç harf var

mutluluğa üç harf var



Bir Nezihe Meriç öyküsünden mi çıkıp geldin kuzum sen? Şıp demiş, bir öykünün sayfalarından düşmüş olmalı. Büyük bir hastanenin romatoloji servisinde, 203 numaralı odada.

Gencecik bir kadındı ve kendisine benzer karakuru, ufacık bir hikayesi vardı. Hoş herkesin hikayesi kendine benzer ya! O hikayeler öylece kapanır, yapışır kalır bu küçük ve yoksul insanların üstüne. Kim bilecek, kim dinleyecek? Yazmak mı, yok canım kim yazar! Ama onlar var ya, dinleyecek birini buldular, birazcık da güvendiler mi bir anlatmaya başlarlar ki... İyisinden bir roman olur. Hikaye anlatmada yoksulların üstüne çıkamaz kimse. Nedendir bu, düşündünüz mü hiç? Varlıklıların hikayesi bayağıdır; ne onlar anlatabilir, ne sen dinlemek istersin. Fakat berikiler öyle değil. Zaman daha ağır işler onların hayatında. Günler, anlar, olaylar, derin çizgiler bırakarak geçer üzerlerinden. Ayrıntıları inceden inceye kaydederler hafızalarına. Hiçbir günü, hiçbir olayı, hayatlarına karışan hiç kimseyi unutmazlar. Acının da sevincin de öfkenin de hakkını verirler. Yaşanmadan bırakılmış bir zaman kırıntısı yoktur evlerinde. Tıpkı eskitilmeden atılmış giysiler, çöpe dökülmüş yemekler olmadığı gibi. Bu yüzden, her yoksul -en cahili, en suskunu bile- iyi bir hikaye anlatıcısıdır.

203 numaradaki kadın da öyleydi. Küçücük, gencecikti ama yabana atılmayacak bir hikayesi vardı. Aslında yalın bin hikayeydi bu, hatta çoğunuz hikaye bile demezsiniz. Zaten o da bir hikaye anlatıcısından çok hikaye kahramanına benziyordu. En çok da bir Nezihe Meriç öyküsüne yaraşırdı. "Umudu, Fakirin Ekmeği" öyküsündeki kadın olabilirdi pekala. Hoş, oradaki kadının kocası hastanede yatıyordu. Bu, kendisi altı kişilik bir hastane odasında... O öykünün kadını ufak da olsa bir iş bulup -hani hademelik mademelik gibi bir şey- çalışmak istiyordu. Bunun kocasının, şükür sağlığı iyiydi, bir takside çalışıyordu, ama evleri sobalıydı, kıt kanaat işte... Kendisi de Allah'ın cezası şu romatizmanın binbir türünden biriyle cedelleşiyordu. Öldürmüyor ama çektiriyordu.

Hikayedeki kadın, dudakları kurumuş, kan ter içinde yürürken halsiz düşüp o ihtiyar şerbetçinin (Allah ondan razı olsun) karşısındaki duvarın dibine çöküp kalmasaydı, sonra onunla iki çift dertleşip şerbetçinin komşusu şu Üsküdarlı avukatın mutlak bir iş ayarlayacağı umuduna kapılmasaydı; gelip öyle evin taşlığını şakır şakır yıkayacak, akşama pencerenin önünde yıldızlı hayaller kurabilecek miydi? Ne gezer! Gelecek hafta inşallah paraları olacaktı, Semahat'la tramvaya binip babasına birlikte gideceklerdi. Annesi, 'Semaat'çığına artık hep pilav pişirecekti. Bir gün de pirzola yapacaklardı. Annesi ona beyaz lastik ayakkabı da alacaktı; beyaz kısa çorap da. Semahat durur mu, o da hülyalara dalacaktı. Hatta o küçücük aklıyla, "Belkileyim bayramda taftadan kurdele bilem alırız" diyordu.

Bizimkinin hülyası kaloriferli bir kapıcı dairesiydi. Allah'ın izniyle olmayacak iş değildi. Şimdi bunun babası, Pendik taraflarında bir yerde, bir inşaatın gece bekçisiymiş. Bunlara, "Şu apartman bitsin, ben size buranın kapıcılığını ayarlayacağım" demiş. Koskoca adam, demişse ayarlar elbet. Ondan sonrası kolay. Yerleşirler kapıcı dairesine, kiraları olmaz, ev de kaloriferli. Ee, sigortası da olacak, daha ne! Dur bakalım, olacak inşallah, şu inşaat bir bitsin...

Hiç şüphem kalmadı, şu bizim 203 numaradaki, Nezihe Meriç'in o Kısıklılı kadınından başkası değil. İnsan insana, hayal hayale, umut umuda ancak bu kadar benzer. Şunun şurasında, huzura ermeye bir adımları kalmıştı ikisinin de. Sayılı gün gelir geçer, sağ olan her şeyi görürdü.

Hayatla edebiyat bazen böyle burun buruna geliyor. Hangisi gerçek, hangisi kurgu ayırt edemiyorsunuz. Bir yandan, hayatı böyle canlı kucaklayan öykücüye hayranlığınız artıyor. Öte yandan, hayatın öykü üretmekteki cömertliğine şaşırıyorsunuz. Bu şaşkınlıkla bir o kadının küçücük yüzüne baktım, bir şu öyküye! O yüzde bu öyküyü mü okudum, yoksa bu öyküde o yüzü mü? Biri gerçek öbürü kurgu, ne fark eder! İkisinin de mutluluk hülyası üç harfte saklı: 'cak'! Üç adım atıp o küçük cennetlerine kavuşacaklar. Yokluklar ve acılar içinde yeniden, yeniden hayata sarılmanın sırrı bu olmalı. Altı kişilik bir hastane odasında bile mutluluk hülyası kurabilmek... Öyle küçük, öyle temiz ve öyle helalinden, anne sütü gibi. Olacak!..

(ZAMAN, 19 ARALIK 2009)