A.H.K. Uzun bir aradan sonra üçüncü şiir kitabınız geldi. Neden bu kadar ara? Onu sormak istiyorum fakat önce kitabın adı etrafında durmak istiyorum. Kitapta Kapılar adlı uzun bir şiir var; bu şiirin bir alt başlığı da “dil kapısı”. Kapı bir simge mi? Ve “dil” nedir gönül mü lisan mı?
M.N. Hayır “Dil kapısı” kitabın adı olurken, şiirlerden birinin adını merkeze almayı ya da çağrışım alanı güçlü bir birleşimi seçmeyi düşündüğümü söyleyemem. Sanki son birkaç yıldır dille olan tartışmalı yoldaşlığım dışa vurdu gibi. Dille aramda çerçevesi kesinleşmeyen bir söyleşme, bütün dil ürünleri insanları da hesaptan silmeyen bir sözleşme var bu kesin. Ama bir taraftan da onunla hesaplaşma içinde olduğum gerçeğinden kurtulamıyorum. Dil, bizi bütünüyle taşıyan, var eden, daha doğrusu varlığı adlandırarak birbirine bağlayan, insanı tahammüle zorlayan “anlam”ı icat eden, aynı zaman da ayartan bir şey. Bütün ayartıların içinde dil yok mu? (bence paganlığın en anlamlı tanrısı dil tanrısı olurdu) Bütün dinler, dille çağırdı insanları (evet önce söz vardı). Dinlerle dille muhatap olunur, bu muhataplık bedeni de nizama sokar. Kendimizle ve kendimizin dışındaki varlık alanıyla tanışıklığımız dille başlar. Adlandırarak var oluruz; adlandırdığımız şey ile tanışık oluruz; akraba oluruz. Eğer Dil Kapısı bir davet ise (ki bana davetten öte bir öznenin varlık alanıyla hesaplaşması gibi geliyor daha çok) dilin var edici, davet edici, ayartıcı, anlatıcı hatta belki örtücü gücünü işaret eden bir davettir.Dilin yatağında doğuyoruz hepimiz. Dilin dışında bir evren yok var dediğimiz ad koyduğumuzdur ve ya adı konularak bize gelendir. Dil Kapısı’nın işaretler alanı varsa içinde bir toplumsal siyasal eleştiri de olsa gerektir. Şöyle ki: Dilin yatağında doğuyoruz; ama bir süre sonra çok değişik alanlardan gelen biçimlendirmeler, dayatmalar, “kapatmalar” (buna örgün eğitim deyin, ideolojik düzenlemeler deyin) dilin sayısız kapılarını kapatıyorlar; dili “iletişim” maksatlı sosyal bir işleve dönüştürüyorlar.
A.H.K. Söz buradayken ilk kitapla son kitap arasını değerlendirin desem olur mu?
M.N. Toparlamak zor. Başladığınızdaki “siz”le şimdiki “siz” arasındaki gibi bir fark. Aslında hem ikisi arasındaki sizsiniz hem ikisi dışındaki. İlgilerinizin beklentilerinizin, fark edilişlerinizin, inkâr edilişlerinizin, görülmeyişlerinizin, “dilin içinde bir yurt edinmek”te toplandığını seziyorsunuz. Yine de şunları ayırt edebilirim: Başından bugüne hiç değişmeyen de var birbirine hiç benzemeyen de. Hiç değişmeyenin biri mesela söze inanıyor olmamdır. Sözün gücü ve sorumluğu var. Esas olan söylemektir. Değişmeyen başka ne olabilir? Değişmeyen belki bir duyarlılık ve bu duyarlılığın ben merkezli oluşudur; hayır “gözlem” dediğiniz değil bu; her gözlediğinin içinde sen varsın. Aslında baktığın gördüğün her şeyde sana bakar. Sen sokağa çıktığında bütün varlıklarda o anda sana yöneliyor sana bakıyor. Gördüğün her şey bir göz olarak sana dönüyor. Buda değişmiyor. Dolayısıyla ilişkide olduğun her şey ile bir tanışıklık içindesin bu da değişmiyor.
Peki değişen ne? Bunlardan birine şairlik anlayışı diyelim. İlk zamanlarda şairliğin, şairlik dediğimiz şeyin bir statü olduğunu galiba düşünmüyordum; şiir yazarsınız ve bunun sonuncunda şairlik olursunuz sanıyordum. Bu konudaki görüşüm biraz değişti. Yani şairlik yanlış anlaşılabilir ama bir statüdür. Toplumsal, kültürel bir sınıflamada bir statünün adıdır şairlik. Bu statüye fazlaca eğim gösterirseniz fazlaca kendinizi teslim ederseniz; şiire kötülüğünüz dokunabilir; toplumsal, düşünsel ilişkileriniz çeşitli ilişkilerle içtenliğini yitirebilir. Şairlik bir statü olduğuna göre o statünün korunması gerekir. Onu korumak için kitlelere yönelirsiniz. Oysa şimdi şairliğin dille bir akrabalık tesis etmek olduğunu; dilin imkânı, gücü ve yalanı içinde yaşanılanların heyecanını, sevincini, korkusunu duymak olduğunu düşünüyorum. Bir de şu: Önceleri önce düşünüp sonra yazdığımı sanıyordum şimdi önce yazdığımı sonra sustuğumu biliyorum.
A.H.K. Şiirinizin ‘dış’ yapısına baktığımızda, modern şiirde sıkça karşımıza çıkan dizeleri bölme, kelimeleri kırma gibi biçimsel arayışlardan uzak durduğunuzu görüyoruz. Daha çok ‘söyleme’ esasına dayalı bir şiir. Ne dersiniz?
M.N. Sorunuzu söyle anlıyorum: “Şiirinizin dış yapısında fazla yenilik arayışınız yok”. Öyle mi görüyorsunuz? Aslında her şiirin kendine özgü bir dış yapısı var. “Nazım şekillerine” bağlılık kırıldığından beri bu böyle. Evet, “söyleme” esastır ama söyleme bir biçimin ortaya konuluşudur. Şematik oyunlar şiir dışı tasvirlerin taklidi olabilir ve çok kısa bir sürede iğreti kalır. Yani balığı söylemek bir şiir biçimi gerektirir; dizeleri kılçıksı bir düzene sokmayı değil. “Söylemek”, düşünceyi iletmek anlamında yansıtmacı, özcü ve anlatıcı cümleler kurmak değildir; söylemenin kendisi bir biçimdir. Dış yapıdaki oyunların, anlamsal ve imgesel çırpınışların, aranışların, insanın varlığı (hayatı) algılayıp anlamlandırmasıyla veya varlığın verili anlamlarından kaçmasıyla ilişkili olduğunu sanıyorum. Genel anlamda modern insan, vezinli (muvazeneli) bir insan değildir. Hayatı mazmunlarla yaşamıyor; merak ve şüphesiyle yüzmeye çalışıyor. Sorduğunuz için söyleyeyim ki benim için canlı problem dil ve ritimdir. Hem sadece benim olan, hem de bütün medeniyetimin olan bir dili; hayatın açık ve kapalı akışındaki ritme denk düşen, insaniliğe dair bir görüntü bırakan bir dil/biçim duymak istiyorum.
A.H.K. Modern şiirde imgeler genel olarak alabildiğine öznel ve spesifik bir biçimde kurulurken, sizin imgeleriniz daha çok konvansiyonel dil düzeyinde kuruluyor. Bu saptamama katılır mısınız?
M.N. Muhayyilenizin kültürel ve siyasal bağlamı fark ediliyor diyorsan buna hem katılırım hem de böyle bir gerçeklik varsa sevinirim. Şiirdeki yaşantı elbette mesajla, bilgiyle hatta olgularla bire bir örtüşen bir yaşantı değildir. Yani bu bağlamda imgeler uçları kapanmış bir ileti sunmazlar. Fakat imgelerin, simgelerin bütün mecazların bir kültürel, siyasal ideolojik temelleri de vardır; bilincimiz, kişisel yaşantılarımız ve duyarlık biçimlerimiz bu temellerle içine sinerler. Başka bir deyişle, yaşantı ve duyarlığımızın içinde, üretim ve hareket yeteneği kazanmış olan bilinç, dilde farklı bir kök salarak imgeye dönüşür. Şiirsel imge, dilde farklı bir kök salan bilincin, eleştirel akıl tarafından somutlanamayan görüntüleridir. İmgenin insanda kök salması, aslında dilde kök salan bilincin çocuğudur. Bilinç, elbette kültürel, siyasal, konvansiyonel anlamlılıklarla biçimlenmiştir. Bu bağlamda belki belirtiniz anlamda Dil Kapısı’ndaki şiirler, insanı kendi bilinç köklerine çağırmaktadır. Bunu, belki de sizin “konvansiyonel dil düzeyi” dediğiniz söylem yapmaktadır. Tanpınar, Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Behçet Necatigil, Sezai Karakoç gibi şairlerde de simgesel ve imgesel düzen, bilgi kuramından kopmuş değildir. Oysa Ahmet Oktay’ın dediği gibi bazı şairler, örneğin İlhan Berk, şiirinde herkese uzaktır. Yakın olduğu, dahası yaşadığı tek şey yazdığıdır.
A.H.K. Kendi şiirinizi, kuşağınızın şiiri içerisinde nasıl bir yere oturtuyorsunuz?
M.N. “Kuşaklı” bir şair olduğumu düşünmüyorum. 90’larda şiir yayımlamaya başladım ama bu kuşak içinde adım geçmedi. 2000’lerin başlarında da artık genç şair değildim. Gerçekten bir şiir kuşağının veya hareketinin içinde anılacak ve değerlendirilecek kadar edebiyat gündeminde yer almadım. Sanki herkeslerden gizli bir üçlü idik: “ben dil ve şiir”. Sanki üçümüz acılı tatlı günler yaşadı da bu yaşantı dışarıya sadece dergilerde ara sıra görülen şiirler olarak yansıdı. Fakat ortada şiirler ve bir iki kitap duruyor; birileri bunların yeri konusunda bir şeyler söyleyebilir.
A.H.K. ‘Dil Kapısı’ okura bir davet gibi. Araladığınız kapılar okura neler vaat ediyor?
M.N. Vaat etmek imkânsız ama her şiir hem bir davet hem bir yolculuk değil midir? Belki de şiir yolculuğa davettir. İnsanın varlık süreci anlamında kapı biliyorsunuz çok temel bir metafordur. Simgesel düzeyde bütün kültürel, tarihsel değerleri, inançları hafızadan alır yeniden hayatta içli bir anlam düzeneği kurar. Veysel’in idrak ettiği gibi iki kapılı bir han. Birey olarak yeryüzüne girdiğim kapı ve bu yeryüzünden çıkacağım kapı; bütün insanlığın macerası olarak yeryüzüne geldiğimiz kapı. Kapı işlev olarak da bu metaforu taşıyor aslında: Bazen iç ve dış arasındaki mesafeyi belirler yani bir mahremiyet alnını oluşturur. Bir mahremiyet alanını ve/veya bir hak alanını işaret eder. Cennetin kapısı, cehennemin kapısı vardır. Ama kapı kavramı bu simgesel düzeyde kalmaz; imgesel bir alana açılarak gösterilenlerini, yan anlamlarını, çağrışımlarını çoğaltır da çoğaltır.Şimdi şunu işaret etmek Kapı girmek için mi çıkmak için mi? (bir şiir de vardı Kutadgu Bilig şiirinde: ne girmek içindir kapı ne çıkmak için/ geldiğin yere dönmek içindir). Benim için kapı iki ucu birbirine iliklemekle ilgilidir. Yani girmek ve çıkmak olarak kabul etsek bile girmek ve çıkmak aynı eylemin sadece köşeleştirilmiş halidir. Yani aslında aynı eylemdir. Girmek ve çıkmak bir şeyin başladığı ve ya bittiği bir şey değildir. Yani iki ucu birleştirmektir. Hangi iki ucu evin dışı ile içi iki uçtur ve bu iki uç kopmamalıdır. Benim dışım ve içim iki uçtur. Benim seninle münasebetim iki uçtur. Benim tanrı ile münasebetim iki uçtur ve bu iki ucun daima birbirine değmesi gerekir. Öyle olduğunu düşünüyorum. Öyle kabul ediyorum. Kapı dediğim şey bu iki ucu göstermek üzere var olan bir kavramdır. Yoksa biz girmek ve çıkmak olarak algıladığımızda bu iki ucu aslında göremeyeceğiz. Bu biraz Tanpınar’ın dairesel zamanına benzer bu bir dairedir aslında yani biz pratik anlamda sıradizimsel yaşadığımızı zannediyoruz. Doğup büyüyüp, ölmek gibi öyle de kabul etsek olur ama biz her yaşadığımız anda aslında geçmişteyiz, gelecekteyiz. Şimdi dediğimiz şey bir kurgu. Yani ağzımı açıp o kavramı kullanmaya başladığım andan itibaren geçmişe düşüyorum ben ve geleceğin içine giriyorum. Cümleye başladığımda cümlenin bir ayağı geçmişte bir ayağı gelecektedir. Yani bittiği kadarıyla geçmiştedir. Bitmediği kadarıyla gelecektedir. Kapı bunun işaretedir veya kapı bunun biçimlenmiş görüntüsüdür.
A.H.K. Beslendiniz kaynakları sorsam?
M.N. Gözümün, dilimin, aklımın karşılaştığı her gösterge; yediğim içtiğim her madde; konuştuğum dostum, konuşmadığım insan, hayranlık duyduğum her düşünce, kuşkulandığım her tez. İçine doğduğum dil yatağı, türkü yatağı, şiir yatağı. Belinden düştüğüm babam, aynı kitaba baş eğdiğim atalarım, birlikte çay içtiğim dostlarım. Zamanın ressamları, hattatları, ravileri. Yani kültürel kodlarımı, dil kodlarımı, inanç temellerimi hangisinde kilitleyeyim. Şiirsel imgenin yurdu bilinçtir, dildir; dilin ve bilincin yurdu inançtır, hayattır, yazıdır sözdür. Beni kaynaklarımdan ayıracak bir benliğe teslim olamamak, hızla akan ve paylaşılan imkânlar karşısında telaşa ve korkuya kapılmamak isterim. Kaynaklarım evimin içinde inşa edilen değerler sistemidir; bu sistemin içinde özgür bir muhayyileye sahip olmak isterim.
A.H.K. ‘Kutadgubilig’ şiirinize bir çözümleme yapsanız neler söylerdiniz?
M.N. Kendi şiirimi çözümlemek hoş olmasa gerek. Kendi kaynaklarına atıf yaparak varlığı anlamak için yeniden tanımlama diyeyim o kadar.
(Aşkar dergisi, Sayı 15 / Temmuz- Ağustos 2010)
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)