BİRİNCİ SÖYLEŞİ / HASAN KAYA
Romancı Işık YANAR, ilk romanı ‘Dört Adem’den sonra (Hece Yay. 2007) ikinci romanı ‘Şemsiye Tamircisi’ni geçtiğimiz günlerde yayınladı. (Şule Yay. 2010) Işık YANAR’la yeni kitabını, romanı ve romancılığını konuştuk.
-Şemsiye Tamircisi’nde hemen bütün karakterler bekliyor. Kimi, günlük hayatın gerçekliğinde bir bekleyiş içinde, kimi de daha soyut bekleyişler içinde. Neden/Neyi bekliyor?
-Hayatta ister istemez bazı şeyleri bekleriz. Bazen bazı şeyleri beklemekle geçer ömrümüz. Artık beklemek de ölüyor. Küçücük anlamlara tutunup, minik minik hayat parçacıklarını bir araya getirerek bir hayat kurmanın yerini daha hazır zaman dilimlerindeki hayatlar alıyor. Şemsiye Tamircisi de bekleyenlerden birisi fakat onun bekleyişi sıradan bir bekleyişten çok farklı. O, dünyanın değişmesini, herşeyin altüst olmasını bekliyor. Bu anlamıyla dikey bir beklenti onunkisi. Bunun olması içinde herşeyini feda etmiş. Bu anlamıyla yatay. Ama işte hayat, bu anlamıyla, o kadar da çabuk değişmiyor. Hemen olmasını istediğimiz bir çok şey zamana yayılıyor ve sabrımızı zorluyor. Diğer bekleyenler bekleyişleri ise daha yatay konumda, bu anlamıyla Tamircinin bekleyişinden farklı. Burada aslında bekleyişin sonunda beklenen şeylerin hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmemesi de sözkonusu. O yüzden sebeplerdeki aklilik, bizi birçok şeyden daha fazla kuşatıyor.
-Refik, bir şemsiye tamircisi. Eskiden şemsiye tamircileri vardı ancak artık böyle bir meslek yok. Refik’e bir meslek seçerken, neden artık tedavülden kalkmış bir mesleği tercih ettiniz?
-Bence yanılıyorsunuz böyle bir meslek yaşamaya devam ediyor. Çünkü birkaçını arayıp buldum. Eminönü'nde iki tane var mesela. Birisiyle birkaç defa şemsiye tamiri üzerine sohbet ettik. Onlar da mesleğin öldüğünü düşünüyorlar. Sadece çok pahalı bazı şemiyelerin tamirini yapabiliyorlarmış, bir de yağmura yakalanmış bazı insanların o an kullanamadıkları şemiyelerini. Zaten şemsiye tamirini saat ve çakmak tamirine ek olarak yapıyorlardı. Refik'in hikayesindeki mesleği ben seçmedim, o zaten seçmişti.
-Refik, Refika, İsa, İmran, Şefkat, Polibos… vb. romanınızın kahramanları. Romanda değinmediğiniz tarihsel sürece, bu tiplerin ortak noktaları üzerinden bir gönderme yapılmış gibi. Siz ne dersiniz?
-Çok doğru. Romandaki kahramanların kesişme noktasındaki bütünleyici anlam aynı zamanda onların geride bıraktıkları hayata düşen bir gölgedir. Aslında herşey bir kesişme anıdır. Kendi hayatımızda bilmem kaç yıllık dünya tarihinde bir kesişme anı değil midir? Küçük bir parıltı.
-Şemsiye Tamircisi’nin kahramanları tarihsel kişiliklerin isimlerini taşıyorlar, ancak roman boyunca kahramanlarla bu kişiler arasında herhangi bir bağ kurmuyorsunuz. Yanılıyor muyum?
-Annem yeni doğan çocuklara isim verilirken büyüklerin isimlerinin kullanılmasına hep itiraz eder. Sebebini soranlara ise şöyle der: Hatırasına saygısızlık olur. Çünkü adını yaşatsın diye verilen isimleri yeni doğanların hiç yaşatamadıklarını görmüş. Bu noktada annemle aynı düşünüyorum. İsimle çocuk arasında birebir bir ilişki olabilir ama bu ilişkinin mahiyeti de önemli.
-Şemsiye Tamircisi, ‘kapı’ mecazı etrafında kurgulanıyor. Şeyhi, Hirkan’a vazifesini anlatırken de, “Burası bir kapı” diyor ve “Kudüs ve Mekke” gibi diye ekliyor. Nedir bu kapı?
-Bazı nesnelerin dünyada bulunuş zamanları çok önemlidir. Nasıl yapıldıklarının önemi yoktur. Ama hangi tarihte yapıldıklarının ve az önce söylediğim gibi dünyada bulunuş zamanlarının oldukça önemli olduğunu düşünürüm. Bunu da en iyi antikacılar bilirler sanırım. Bu eskiliğin muhafazakar özelliği onu şimdiden soyutlar, şimdi burada bulunuyordur ama geçmişe aittir. İşte bu noktada bir kapı oluşur. Tanpınar'ın onun sembolizminin peşinde olduğu, Proust'un bir madlen parçasıyla açıklamaya çalıştığı kapı. Bu anlamda kutsal yerlerin hepsi bir kapıdır.
-Romanınızda, İsa Mesih’i düzenli ve disiplinli olarak bekleyen bir silsileyi anlatıyorsunuz. Bu durum günümüz dünyası için, bütün savaşları ve yıkımları göz önüne alarak soracak olursak; bu bekleyişle, insanın sorumlulukları arasında nasıl bir illiyet var?
-Mesih inancı, hem semavi hem de olmayan hemen hemen bütün dinlerde mevcuttur. Bu aynı zamanda onun beklenmesini de gerektiren zorlu bir süreçtir. Herşeyi düzelteceğini ve dünyaya adalet dağıtacağı da aşağı yukarı bütün dinlerde mevcut olan bir husustur. Bu kurtarıcı fikri, aynı zamanda mevcut dünyanın halihazırdaki konumunu değiştirecek onu bambaşka bir anlayışla yeniden oluşturabilecek güce sahip olduğu sanılır. Ben bunun insanın aklının alabileceği bir düzlemde olacağına inanıyorum. İnsani birşey olarak gerçekleşeceğini, tıpkı bütün peygamberler gibi doğup büyüyeceğini düşünüyorum. Modern dünyada karamsarlık bazen bizi akıl zincirininden koparbiliyor bu oldukça normal ama kendi adıma bunun bizden tamamen uzakta gerçekleşeceğine inanmıyorum.
-Romanınızda, Refik ve Refika’nın geçmişine dair göndermeleri, gazete kesikleri üzerinden yapıyorsunuz. Neden?
-Şimdiki zamanın gerçekliğini kaybetmemek için. Bunu kaybetmemek benim için önemliydi.
-Romanın finalinde, bütün beklemelerden sonra, Refik’in oğlu İsa, babasının öldüğünden habersiz, kıratla eve dönüyor. Sanki İsa/Mesih gelmiş gibi! Bu dönüşle birlikte okuyucuda, sanki bütün düğüm çözülmüş hissi uyanırken aslında bir ucu açıklık söz konusu. İlk romanınız ‘Dört Adem’in finalinde de bir ucu açıklık vardı. Neden?
-Bu sorunun cevabı neyin kapatılmak istenmesiyle ilgili. Ben dediğimiz olgu, ölse de, hayat kendini yaşamaya devam ediyor. Dünya hepimiz için ucu açık bir yer. Dünya bizle anlam bulduğu kadar kendi anlamına da sahip.
(AŞKAR DERGİSİ)
İKİNCİ SÖYLEŞİ / AYKUT NASİP KELEBEK
- Çoğunluk yazarın aksine, herhangi bir türü basamak olarak kullanmadan romana başladınız. Bu, hayatınızı romana adamak konusunda daha baştan kararlı olduğunuzu ve roman yazma konusunda yoğun bir özgüven taşıdığınızı gösteriyor. Yanılıyor muyum?
-Kitap bağlamında, evet roman yazarak edebiyata girdim. Onun öncesinde dört beş şiir yazmışlığım vardı. O şiirlere de bir hayli çalışmıştım. Şiir konusunda şu an kendimi iyi bir okur olarak tanımlayabilirim. İlk okuduğum kitapların tamamı romandı. O zamanlar şiir kitabı çok fazla okumuyordum. Okuduğum romanlar ise dünya klasiklerinin gençler için hazırlanmış versiyonları bir de popüler romanlardı. İlki sanırım, Puzo’nun Baba adlı romanıydı ve ben çok etkilenmiştim. Yıllar sonra, filmini de izledim. O noktadan itibaren roman okumaya devam ettim ve gerçek edebi eserlere geçtim. Benim roman konusundaki kararlılığımın gerisinde belki bu ilk kitapların etkisinin olabileceğini düşünüyorum. Bununla beraber romana daha yakın bir kültür içerisinde büyüdüğümü söyleyebilirim. Şimdiki çocuklar da ilerde romana daha yakın olacaklar sanırım.
- Türk romancılığının Nobel’le ödüllendirildiği bir dönemde roman yayımlamaya başladınız. Bu faktör, Türk romancılığına atılımlar kazandırma arzunuzu derinleştirdi mi ya da romancı psikolojiniz üzerinde birtakım etkiler oluşturdu mu?
-Nobel edebiyat ödülünü bir Türk yazarının alması elbette sevindiricidir. Üstelik Orhan Pamuk, bir dönemin genel kanısının aksine bence iyi bir romancıdır. Bu anlamda diğer çok satan romancılardan farklı olduğunu söylemek lazım. Çok satan bir yazar olarak bu ekonomik faaliyetin devamlılığını sağlamak noktasında bazı vasat romanları olsa da Cevdet Bey ve Oğulları, Sessiz Ev, Benim Adım Kırmızı, Masumiyet Müzesi gibi romanları oldukça başarılıdır. Şu bir gerçek ki, her iyi yazar, genç yazarlar için bir motivasyon kaynağıdır. Bazen öfke kaynağı da olabilir ama nihayetinde aynı ülkenin yazarı olarak, size bir motivasyon sağlayacaktır. Edebiyat ödülleri, kazanılınca önemli olur. Kazanılmadığı zaman değerli değildirler.
- Edebiyat çevrelerinin ilk romanınız “Dört Adem”e olan yaklaşımından memnun kaldınız mı?
-Dört Adem, benim hayatımın seyrini değiştiren tasarı oldu. Dört yılımı aldı. O sıralar çalışmıyordum. İlk kitaplar her zaman öğreticidir. Dört Adem’den çok şey öğrendiğimi söylemeliyim. Yayınlandığı zamandan bu yana, romanla ilgili birçok soruyu yanıtladım. Ama şöyle düşünüyorum: Bunlar benim beklediğim sorular olmadılar hiçbir zaman. Roman bittikten sonra beklediğim şey, aklımdaki yanıtları söylemekti. Bunun ne kadar yanlış bir beklenti olduğunu sonradan fark ettim. İkinci romanın ertesinde Dört Adem’le ilgili aklımdaki yanıtları gelen sorulara yeni yeni veriyorum. Dört Adem için zamana ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
- Yeni romanınız “Şemsiye Tamircisi”, tıpkı “Dört Adem” gibi sıradan okurun beğeni tarzını ve popüler algıyı umursamayan ve klasik olmanın güçlüklerine katlanmayı tercih eden bir roman. Ne dersiniz?
-İnsanı kavrayan hiçbir sanat ölmez. İnsanın zamanla, içinde bulunduğu medeniyetle, başka insanlarla ilişkilerindeki kalıcı bir takım öğeleri barındıran edebiyat asla ölmeyecektir. Çünkü bazen, insan gerçeğinin bir anına yoğunlaşabiliyor tarih ve medeniyetler, ama bu an, insanlık tarihine eklenince hiç de eşsiz görünmüyor. O yüzden hem kendi zamanımızda edebiyatın dünyada nasıl göründüğüne, hem de edebiyatın tarih boyunca nasıl algılandığına bakmak lazım. Bu bakış bizi değişmeyen, geride bıraktığımızı düşündüğümüz ama yenilenerek yeniden varolan gerçeklere doğru götürür. Ben kendi adıma onları okumayı, onlara hayran olmayı sürdürüyorum. Bu kutsallık atfetmek değil, anlamak ve bu çabayı yeniden varetmekle ilgili. Üstelik çağdaş dünya edebiyatına baktıkça yalnız olmadığımı görüyorum. Ölümü yüzlerce yazardan okursunuz, birkaçı sizi etkiler, ama ölümün yok olduğunu, geride kaldığını kim iddia edebilir?
- “Şemsiye Tamircisi”nde pek çok günümüz romancısının aksine artistik ve çetrefilli cümle yapısı kurmuyor, iletinizi yalın ve kısa cümlelerle gerçekleştiriyorsunuz. Buradan, anlatınızın derinliğine güvendiğinizi ve niteliği biçimsel oyunlarda aramadığınızı çıkarıyorum.
-Haklısın. Bazen anlatmak istediğiniz hikaye zaten size kendisinin nasıl anlatılabileceğine dair fikirlerle beraber gelir. Şemsiye Tamircisi’de böyle bir roman oldu benim için. Zaman zaman derinleşse de bir kasaba sessizliği içerisinde, derin hayal kırıklıklarının yaşanma anını ve zaten kendiliğinden sonlanan hikayeyi çok daha derin ayrıntılara kurban etmek istemedim. Ama sadece bu roman için geçerli, nihai değil.
- “Şemsiye Tamircisi Refik Gönen” in yaşadığı son, metafiziksel bir ağrıya ihtiyaç duyduğumuzu, ancak ayakları yere daha sağlam basan bir perspektife sahip olmamız gerektiğini hatırlatıyor bize.
-Senin de işaret ettiğin gibi Refik, doğru şeylere yanlış inanan insanı örneklendiriyor sanki. Ama işte bu sadece Refik’in tek bir yönünü gösteriyor diğer taraftan, gerçek anlamda bir kaybeden Refik. Bunu karısının düşüncelerinden anlamayabiliyoruz.
- “Şemsiye Tamircisi”, kültürel altyapıdan beslenen ve olay örgüsü taşrada geçmesine rağmen günümüzün yaşayış tarzını da bizlere hissettiren, farklı bakış açılarıyla hayatı irdeleyen bir roman. Uzanımları olan bir roman yapısı inşa ediyorsunuz.
-Çok katmanlılığı seviyorum. Bu biraz hayata nasıl baktığınızla alakalı sanırım. Taşrayı seviyorum. Taşradayken, insan bir metropol görmeden, taşranın aslında ne olduğunu tam olarak algılayamaz ama hayatın bu zamana denk gelen çehresi orada da çok boyutlu. Bir yönetmen arkadaşım şöyle demişti bir keresinde, “bir film çekersem Taksim’e dair hiçbir şey olmayacak.” Tabi ki buradan, insanların zaten bildikleri şeyleri onlara anlatmanın sıkıcı ve yanlış bir tavır olduğunu çıkarabiliriz. Bu anlamda İstanbul’daki hayat tarzının dalga dalga Anadolu’ya yayıldığı dönemde, taşrada geçen bir hikaye insanı daha çok ilgilendiriyor gibi. Elbette bir mekanı nasıl anlattığınız da önemli.
- Dergah’ta yayımlanan bir söyleşinizde (sayı 220, Haziran 2008) “…benim için Yaşar Kemal’in ‘İnce Memet’i değil, ‘Dağın Öte Yüzü’ üçlüsü daha önemlidir. (…) Peyami Safa’nın ‘Fatih Harbiye’si değil de, ‘Matmazel Noralya’nın Koltuğu’ daha önemlidir.” diyorsunuz. Dikkate değer ve şablonlardan etkilenmemiş bir bakış açısı. Bu özgün perspektifinizin, düşünsel içerikli yazılarınızda size oldukça yardımcı olduğunu gördüm.
-Kendine ait özgün bir beğeni haritası çıkartmayı önemsiyorum. Benim önerdiklerim karşısına bir başkasının başka başka eserleri koymasını önemsiyorum. Bu kendiliğin nitelikleridir sizlere bir şeyler söylettirecek olan. İşte onu, okur hemen fark eder, o zaman kayıtsız kalamaz insanlar size. Sürekli aynı şeyleri tekrarlayıp durmanın da bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Ancak onları farklı değerlendirmemiz daha önemli. Değil mi ki yazar, inandığı kadar uzayan bir yolda yürür.
(YEDİ İKLİM)
ÜÇÜNCÜ SÖYLEŞİ / ASIM ÖZ
-Şemsiye Tamircisi, beklemenin, düşlerin, düş kırıklıklarının, insana özgü gelgitlerin, arayışların, seçimlerin sergilenmesi sanki. 'Derin' çıkmazlar, 'umut' arayışları, mesih metaforu, İstanbul’dan kasabaya uzanan hayatlar... Neden Şemsiye Tamircisi?
-Bir insanı anlatmak, insanlığı anlatmak gibidir. Ne olursa olsun, bir olay, sadece bir olay olmadığı gibi, bir insan da şimdi bize görünenlerin dışında birçok şeydir. Böylece aslında, orada neler taşıyorsanız biraz O'sunuzdur. Ben bu dünyanın çıkmaz bir sokak olduğuna inanmıyorum. Her zaman bir çıkış vardır ve bunlar daha önce tanımladığımız niteliklere de haiz olmayabilirler.
-Romanın ana teması beklemek ve ummak, yani hayatın esası. Bekleyerek ve umarak hayata tahammül ediyoruz. Beklerken de sevgiyi, acıyı, umudu yaşıyoruz. Hikâyesinden bahsedebilir misiniz?
- Bir ailenin iki günün hikayesi. Bu iki günü diğerlerinden ayıran şey onu benim yazmış olmam, sizin de okumuş olmanızdır. Bu aile İstanbul’dan küçük bir Anadolu kasabasına yıllar önce gelmişler. Niçin geldiklerini ise sadece okuyanların bilmesinin uygun olacağını düşünüyorum.
-Turgenyev kendi romanlarının yazılış biçimi hakkında yıllar önce Henry James'e romanlarını hep zihninde görüntü olarak ortaya çıkan bir ya da birkaç kişiden esinlenerek yazdığını belirtmiş. Karakterleri kurarken nelerden esinlendiniz?
-Henry James'e katılıyorum. Ama bazen onun tekil bakışı ısrarını abarttığını düşünüyorum ki İngiliz bireyciliğinin bu kadar güçlü olmasında katkıları inkar edilemez. Karakter dediğimiz şey, hayatın içerisinde bir yerde dururken sizin gidip aldığınız bir şey değil. Karakter kadar onu ortaya çıkaran şey ya da şeylerin de önemli olduğunu düşünüyorum. Yani karakterlerin bazen tepkilerine şahit oluruz bazen de oluşumlarına.
-Yaşanan olayları onları yaşayan kişilerin izlenimlerini ön plana çıkaracak biçimde anlatan romanda zıtlıklar ve çatışmalar da başarıyla işlenmiş. Refik’le oğul İsa’nın çatışmaları mevcudun ve beklenenin zıtlığı doğal mekanlar yapay mekanlar, yorularak varılan evle yorulmadan varılan oyun salonu…
- Bu basit bir zıtlık değil yalnız. Yani siyah ve beyaz gibi değil. Bazen aynı şeyi başarmak isteyenleri de zıtmış gibi görebiliriz. Oysa onlar rakiptirler. Ulaşmak istedikleri şey ise kendileri. Burada aynı olan şeylerin farklı yüzlerine de şahit olabiliyoruz yani babada zamanında futbolcuydu, şimdi Mesih’i bekliyor.
- Şemsiye Tamircisi bir roman, öyle de okunmalı. Romandaki metaforlardan biri de bekleyiş bağlamında mesih. Kendi küçük dünyasını aşan amaçlar için çabalayan bir Refik var karşımızda. Yalnız romanın bilgi temeli de beni düşündürdü. Bu bağlamda, karşı çıkanlar ve savunanlar da olacaktır. Gerek girişin başında yer alan aktarım gerekse kahraman Refik’in okuduğu Altıparmak Peygamberler Tarihi üzerinden bunu düşündüm. Bu konuda ne söylersin?
- Mesih konusunda çok farklı rivayetler ve çalışmalar mevcut. Bunların büyük kısmını inceledim. Mesih’in karakter ve fiziki özelliklerine girmek yerine ya da gelip gelmeyeceğiyle ilgilenmek yerine, Mesih imgesi benim için daha önemliydi. Kurtulmak, kurtarmayı da nasıl içerir? Kurtulan, nasıl kurtarabilir?
-Bir buçuk günde olup bitiyor romandaki her şey. Kuşkusuz bu zaman aralığında konunun en etkili, en anlamlı ve en yoğun biçimde işlenmesine yarayacak olayları ve kişileri seçmek zor. Zaman aralığının bu kadar kısa olmasının bir sebebi var mı?
- Refik, Mesih’in Cuma namazına müteakip geleceğine inanıyor. Bu anlamda Cuma ve bir gün öncesi önemli.
- Yeni sinemada da kasabaya dönük bir ilgi var. Diğer taraftan geçmişte romanla ilgili tartışmalarda Sezai Karakoç’un ve Kemal Karpat’ın kasaba ve köy üzerinden yaptıkları bir tartışmayı anımsıyorum. Şemsiye Tanircisine mekan olarak niçin bir kasabayı seçtin?
- Çok uzun düşünmedim aslında. Ama taşranın her zaman daha yaşanılır bir yer olduğu seksenlerin sonundan itibaren tartışılan bir olgu. Ben, kasabaları çok sevmekle birlikte, bu düşüncenin beraberinde hayatın ne olduğu sorusunu barındırdığını düşünüyorum. Şunu kabul etmemiz lazım, kasaba metafiziği, şehir metafiziğinden daha esaslı gibi. Ama bu birisini birisine tercih etmek anlamına gelmez.
- Roman kurgusunun bir keşif çalışması olduğunu düşünüyorum. Geleneksel romanın düz çizgi üzerinde ilerleyen tahkiyesini yeğlemediğini de belirteyim burada. Karakterlerin bekleyişlerinin düz çizgi üzerinden gidilerek ya da yüzeyde dolaşılarak anlatılabilmesi de mümkün değil. Böylece takvim ve saatle ölçülen matematiksel zamanın dışına çıkarak bir anlamda insanların bilincindeki karmaşık zamanın içine dalmaya çalıştığınız da görülüyor..
-Evet bu benim her zaman önemsediğim bir şeydir. Hayatın çizgisel bazı özelliklere haiz olmakla birlikte döngüsel olduğuna inanıyorum. Evlenirsiniz çocuklarınız olur ve hayatı onlara bırakırsınız. Gençlik ise her şeyin kendisiyle başlayıp kendisiyle bittiği bir zaman dilimi. Bu zaman diliminde insanlar, her şeye ulaşabilecek kadar yakın her şeyi yapabilecek kadar güçlü hissedeler kendilerini. Bu çizgisellikle ardından gelen kalıcı olgunlukla eğrilmeye, hayatın aslında kendi etrafında döndüğüne götürür bizleri.
(HECE DERGİSİ)