Edebiyatın düşünceyle, inançla, bir dünya görüşüyle bağlantıları hakkında yazmak, bu alanlardaki yansımaları, salınımlarıyla ilgili eleştiriler getirmek, yeni ve daha sahici bir perspektif önermek öteden beri epeyce netameli bir konudur.
Tanımlanmaya çalışıldıkça, konuşulup tartışıldıkça hem kendine özgü evreni genişleyen hem de sıkıntıları, sorunları ve aynı zamanda etkinliği artıp çoğalan bir alan sanat. Bu tartışmalarda; sanatı / edebiyatı çok etkin ve alternatifi olmayan bir “kurtarıcı” katına çıkaranlar olduğu gibi, nitelikli ve erdemli insanları da kirlenme ve yozlaşma ekseninde dönüştürerek oldukça işlevsel ve tehlikeli bir araç konumuna indirgeyenler de bulunmaktadır.
Kuşkusuz ister egemen söylemlerden etkilensin isterse muhalif yaklaşımlar eşliğinde biçimlensin, varlığı ve var oluşu açıklamaya, yorumlamaya, onun izdüşümlerini yansıtmaya çalışan bütün girişimler ya da onlara getirilen eleştiriler, öneriler; sonuçta bir dünya görüşünün uzantısı olarak görünürlük kazanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında açıkça ifade edilsin ya da edilmesin, sanata ve onun mahiyetine ilişkin tartışmaların kendisi de başlangıçtan beri en az sanat kadar felsefi, ideolojik bir zeminde ortaya çıkmakta; temelde belli bir felsefenin ve dünya görüşünün ürünü olarak dolaşıma girmektedir. Sevindirici olan şudur ki bu konuda egemen söyleme teslim olmayan, “zokayı yutmayan”, aşağılık kompleksine kapılmadan bize hem edebî bir perspektif hem de düşünsel bir istikamet göstermeye çalışan yazarlar da çıkmaktadır.
1962 doğumlu Cemal Şakar, daha çok öykücülüğü ile tanınan bir yazar olmakla birlikte edebiyat, kültür, sanat, din, medeniyet, dil, modernizm-postmodernizm gibi çeşitli alanlarda da önemli yazılar kaleme alan, yoğun bir okuma ve düşünme ameliyesi eşliğinde çeşitli inceleme, eleştiri ve çözümlemeleriyle de karşımıza çıkan bir isim.
“Yazı Bilinci”, “Yazının Gizledikleri”, “Edebiyatın Sırça Kulesi” ve “İmge, Gerçeklik ve Kültür” adlı kitapları, onun söz konusu alanlardaki düşünsel çabalarının bir hâsılası olarak görülebilir.
Bizim bu yazımızda üzerinde duracağımız kitap, “Edebiyatın Sırça Kulesi”.
142 sayfadan oluşan ve Okur Kitaplığı’nca yayımlanan eser, 13 yazı içeriyor. Bu yazıların bir bölümü retrospektif bir bakışla sanat alanındaki geleneksel sapma ve tahrifatı gözler önüne sererken; bir bölümü de daha çok sanatçının sorumluluğu, özgürlük arayışı ve özellikle de edebiyatın ideoloji ile ilişkisi üzerinde yoğunlaşıyor.
Sanat Alanındaki Geleneksel Bataklıklar
Yazar bu kitabında kutsal, ilham, vahiy, aşk, dil, hakikat, sanat, ideoloji gibi kavramlardan yola çıkarak, bir tür “Müslüman sanatçı manifestosu” olarak nitelenebilecek bir yaklaşım ortaya koyuyor. Kitap yayınevi tarafından “inceleme” olarak takdim edilse de ezber bozan görüş ve yorumlar da içeren “eleştirel bir bakış”la açımlanıyor metinler daha çok. Edebiyat ve sanat havzasına çöreklenmiş olan yanılgıları, abartıları, uydurmaları, hurafeleri, sapkınlıkları, kirlenmeleri irdeliyor ağırlıklı olarak Cemal Şakar bu kitaptaki yazılarında. “Sırça kule”nin içindeki zaafları, düşkünlükleri, kutsallık izafe edilen sahte algıları tek tek gözler önüne seriyor.
Kitabın ilk yazısı olan “Kutsal Sanatın Dünyeviliği”, “kudsî” ve “kutsal” sözcüklerinin etimolojisine, sözlüklerdeki ve gündelik yaşamdaki kullanımlarına eğilerek başlıyor. Aslında doğal ve insanî etkinlik alanları olan sanat ve edebiyata kutsallık atfeden anlayışların batınî ve irfanî öğretilere dayandığını belirtiyor yazar. Ardından “peygamberin ruhunun özü, gaybın hazineleri, ilahî ilham” gibi konularda kökleşmiş olan yanlış algıları, bu yolla tahrif edilmiş ve asıl mecraından çıkarılarak kendisine kutsallık izafe edilmiş görüş ve kabullerdeki yanlışlıkları gözler önüne seriyor. Bu konu tartışılırken özellikle -bu alanda müstakil yazıları ve kitapları olan- Seyyid Hüseyin Nasr’ın görüşlerinin, inşa çabalarının da eleştirildiğini görüyoruz. Şakar’ın şu tespitini paylaşmakta yarar var: “Kutsal sanata ve onu icra eden sanatçıya yüklenen bunca ulvîliğin altında yatan en önemli iddia, batınî ve irfanî ekolün nûr-i Muhammedî öğretisidir.”
Böyle bir öğreti olmadan kimsenin “gayb hazineleri”nden arketipler devşiremeyeceğini belirten Şakar; çeşitli müelliflerden de aktarmalar yaparak bunun temelde Hıristiyan Gnostiklere ait bir görüş olduğuna işaret ediyor. Bunların arkasında da Platon başta olmak üzere Pisagoras, Plotinus, Hermes, Mani, Zerdüşt ve Hint kıtası kaynakları olduğunu belirtiyor. Tasavvufun sahte fakat işlevsel icatlarından olan insan-ı kâmil anlayışıyla ilgili olarak dile getirilen “Böylesi bir mertebeye ulaşanlar için vahiy ile ilham arasındaki fark da sadece meleğin görünüp görünmemesine indirgenir.” saptaması dikkat çekici.
Kutsallık ile şirk arasında doğrudan bir ilişki olduğunu vurguluyor söz konusu yazıda Cemal Şakar. Her fırsatta kutsallığı her yere dağıtmak, her şeyi kutsallaştırmak animistik, panteistik bir algının sonucu hiç şüphesiz. Paganların; tanrıları yeryüzüne indirme, yeryüzünde tanrılarla iç içe yaşama deneyimine benzer bir şekilde kutsalı “yere indirerek”, yerdekilere kutsallık katarak sunan bir anlayış bu. Hâlbuki sanat son çözümlemede bir insan eylemidir. Amelinden sorulacak bir varlık olarak insan “Ama bu benim kutsal sanatım, bunun yüzü suyu hürmetine kerîm bir muameleye layık değil miyim?” diye sorabilecek midir? Bu tespit, hüsran içinde yüzen sanatçıların durumunu açık bir şekilde betimliyor.
“Edebiyatın Mikro Kozmik Dünyası” başlıklı yazı da benzer bir sorunsalı ele almaktadır. Bu yazının merkezinde “insanın küçük bir âlem, âlemin de büyük bir insan” olduğu tezi ve bunun edebiyatı etkileyip biçimlendirmesi yer alıyor. “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.” gibi Hz. Peygamber’e izafe edilen sözlerin, kudsî hadis olduğu ileri sürülen “Kendini bilen Rabbini bilir.” ifadesinin, “Ben bir gizli hazineydim, bilinmek istedim.” türünden insanın ve evrenin yaratılışını açıklamaya dönük iddiaların, böylesi bir din ve edebiyat tasavvurunu doğurup beslediği belirtiliyor yazının henüz başında. Konuyla ilgili genel eleştirilerin ve sanatı merkeze alarak gerçekleştirilen bir tür “şirk sosyolojisi” özetinin yanında yazar, dış dünyanın süfliliğinden uzaklaşıp içe dönme anlayışıyla ciddi bir eksen kayması yaşandığını da dile getiriyor. Bu içe dönüş / içe kapanış; sadece dışarıya değil insana da yabancılaşmadır aslında. Dahası dışarıda insanın, insanlığın yaşadığı acılar, zulümler, umutlar, sevinçler ve hayaller vardır. İnsanlığa ait bu durumlar sanatçıyı tavır almaya, seçim yapmaya zorlar. Yaptığı seçime göre sorumluluklarını kuşanır sanatçı. Ancak böylesine içine dönen; içine döndükçe kendi üzerine kapanan, divan edebiyatında gördüğümüz gibi sadece bir ‘hüner’e indirgenen edebiyat anlayışıyla insana, topluma ait bütün sorumluluklara da sırt dönülmüş olmaktadır. Salih ameli emretmeyen, imanî ve ibadî vurgular taşımayan, yalnızca aşk için vuslat arayışındaki sanatta; her şey ‘güzel’ ve ‘sevgili’ arayışı etrafında oluşturulan bir ‘aşk estetiği’ne dönüşmektedir. Bunun, farklı bir içe kapanma olan; zevkin ve hazzın peşine düşerek gelişen modern edebiyattan çok farklı bir yönü yoktur. Postmodern edebiyat algısında da her şey metinselleştirilmiştir. Yazara göre; bu metinsel dünyada edebiyat tıpkı legolarla kurulan bir oyun gibi yap-bozla eşitlenmiştir. Artık insana dair her şey; anlatmanın hazzı, keyfi uğruna parodileştirilerek bir zekâ oyunundan ibaret bir hâl almıştır. İnsanın içindeki tohumcuğu güneşten, havadan, aydınlıktan, yeryüzünden mahrum bırakarak çürüten bu anlayış sahtedir, köksüzdür, göz boyacıdır: “Allah’ın görsünler, anlasınlar, idrak etsinler diye yarattığı apaçık ayetlerine bunca sırt dönen; her şeyi salt kendi içinde arayan insan, arınmak için yükselirken, sadece kendini yücelttiğinin farkına bile varamadı. Tarih boyunca yaşanan bunca acıyı, zulmü bile diğer insanlara müstahak görecek kadar kendine yabancılaştı.”
“Aşk Edebiyatı mı?” başlıklı yazı da kitaptaki önemli metinlerden biri. Bu konuda oldukça kapsamlı ve aynı zamanda kirli bir literatürün oluştuğunu biliyoruz. Yeryüzünün, insanın, evrenin yaratılması bile böyle bir aşk olgusuyla açıklanmış; Kur’an’da bir kere bile geçmeyen “aşk” her şeyin merkezi ve gerekçesi olmuş, edebiyat ve sanat alanında dallanıp budaklanarak ilgili ilgisiz her konuda baş tacı edilmiştir. Cemal Şakar, hakikatten ve sahicilikten uzak bu temellendirmeleri farklı örnekler eşliğinde sorgulayarak dayandıkları argüman ve gerekçeleri bir bir çürütüyor.
Yazarın da belirttiği gibi aşk edebiyatı fizikî âlemden kurtuluşun, fizikötesi âleme geçişin remizleriyle doludur. Sanat bu bağlamda adeta simyaya, büyüye dönüşmektedir. Üstün, seçilmiş sanatçılar adeta Allah’tan aldıkları keşif ve ilhamlarla yazmaktadırlar. Bu algıya göre zaten insanın ödevi Allah’ı arayıp bulmaktır; Allah’a doğru dikey bir yolculuğa çıkmaktır. Allah, aranıp bulunması gereken bir varlık olunca, sanat da Allah’ı aramak üzere kurgulanmış bir yönteme dönüşmektedir. Simgeler, mecazlar, mazmunlarla örülü bir dil geliştiren edebiyat; batınî / irfanî derinliklerle buluştuğunda büyü içinde büyü, rüya içinde rüya gibi alabildiğine müphem, alegorik bir dünya kurarak insanda “akıl tutulması” meydana getirmektedir.
Kitabın bir sonraki yazısında belirtildiği gibi “ilham” denen şey de adeta “gabya uzatılan merdiven” olarak karşımıza çıkmaktadır. İlham ile vahiy arasında bir özdeşlik kurulması hem bireysel sapkınlıklara hem de toplumsal bozulma ve yozlaşmalara neden olmaktadır. Bilgi, ilahi bir kaynaktan beslendiğini iddia edince; sorgulanamaz bir niteliğe bürünmekte ve daima hakkı dile getireceği kabulüyle bütünleşmektedir. Dolayısıyla böyle bir bilgiye sahip olanlara da kıymet biçilemez bir statü sağlamaktadır. Üstelik bu durum günümüz yazarlarını da bir şekilde etkilemekte; Müslümanlıkla bağları bir pamuk ipliğinden ibaret olan birçok yazar bile çağdaş ve çakma Mevlâna, İbn Arabî pozlarına bürünerek yüz binlerce okuyucuya ulaşan (!) kitaplara imza atmaktadır. “Gaybı taşlamak”, keşif, ilham, rüya kavramlarıyla dolu postmodern metinler üretmek; günümüz dünyasında da birçoklarına erişilmez bir statü sağlamakta, kitlelerin ilgisini üzerinde toplayan yeni bir “seçkincilik” anlayışına can vermektedir.
İdeoloji ve Sanat
Kitaptaki yazıların önemli bir bölüğünün de ideoloji ile bağlantılı konular, kavramlar üzerinde yoğunlaştığını söylemiştik.
Bu konuyu odağa alarak tartışan “İdeoloji ve Sanat” başlıklı metin, kitabın en önemli, ilgi çekici yazılarından biri olarak üzerinde durulmayı hak ediyor. Yazıya kavramsal bir analizle başlıyor Cemal Şakar; ideolojinin bir özgeçmişini sunuyor adeta. Bu kavrama yüklenen çeşitli anlamlar üzerinde durulurken Antoine Destutt de Tracy, Marks, Engels, Lenin, Althusser, Ali Şeriati, Abdülkerim Süruş, Foucault gibi isimlerden kısa aktarmalar yapıldığını görüyoruz. Son dönemde öne çıkan postmodernistlerin ise ideolojinin ölümünden söz ettiklerini belirten yazar; ideolojinin de herkes tarafından mıncıklanarak sulandırıldığını ve sınırlarının yok edildiğini, gözden düşürüldüğünü dile getiriyor. Ona göre yapılmak istenen; ideolojiyi ‘uğruna ölünebilir değerler’ olmaktan çıkarıp, yerine, tüketerek unutmayı, tüketerek haz almayı öneren bir anlayışı ikame etmektir.
İdeoloji ile sanatçı ilişkisi üzerinde de duran yazar; kavramsal tartışmaların ötesine geçerek, insanoğlunun yeryüzünde bulunuyor oluşuyla ilgili temel sorulara cevap arama isteğinin, onun hayat bilgisinin, kimliğinin, inançlarının da temelini oluşturacağını vurguluyor. Hayata ve ölüme bakışa bile genel bir anlam çerçevesi kazandıran inançların, sanat alanında etkili, belirleyici, yol gösterici olmayacağı düşünülemez elbette. Gerek gerçeklikle ilişki kurmak için, gerekse değer yargılarına sahip olabilmek için ihtiyaç duyulan bilgi; insanı tutum almaya, duruşunu belirlemeye yani taraf olmaya yöneltir. Bu da değer yargılarını bireysel beğeniler olmaktan çıkarır ve insanı ‘aynı kaynaktan’ beslenen diğerleriyle zorunlu bir birlikteliğe sürükler. Şakar, bu noktada şu özlü belirlemeyi yapmakta tereddüt etmiyor: “Tarafsızlık, sadece büyük bir yalandır.”
Cemal Şakar ideoloji ile sanatçı ilişkisi üzerinde durduktan sonra, ideoloji ile eser ilişkisi üzerinde de çözümlemeler yapıyor. Eserin de zorunlu olarak ‘bir taraf’ın dünyaya bakışını temsil ettiğini söylüyor ilk elde yazar. Bunun içindir ki aslında tüm eserler bir yönüyle ideolojiktir. Tarafsızlığın yalan olması gibi, ‘saf sanat’ da sadece bir mittir.
Sanatçının, sıradan bir konuyu işleyen bir eseri oluştururken bile bilinçli tavır ve seçimlere, bir dünya görüşünden yalıtılamayacak görüş ve çıkarımlara yöneldiğini belirtiyor Şakar. Betimleyici cümlelerin de olgu cümlelerinin de kimi değer yargılarından bağımsız olamayacağını belirten yazar; şeylerin seçimi ve tasnifi, kurgu, sözcük seçimi, şahıslar kadrosu, ana düşünce ve temel yargılar gibi bir eseri vücuda getiren bütün unsurların bu bağlam içinde bir yere oturduklarını vurgulamış oluyor.
Cemal Şakar; ideoloji kavramının başına gelen bükülme ve üzerine kapanma hâlinin, -özellikle 80 sonrası dönemde- sanat alanında da yaşandığını söylüyor. İnsanlık hâllerini ve toplumsal yaşamı anlamaya, anlatmaya, değiştirmeye, dönüştürmeye talip edebiyatın ‘geri çekilerek’ metinselleştiğini vurguluyor. Öznenin öldüğü bu yeni dönem edebiyatında, toplum ve hayat gibi ögelerin yerini de metinler-arasılık almıştır artık: “Elbette bu kapanmanın küresel ideolojiyle bire bir ilişkisi açıktır. İdeolojileri, uğruna ölünebilir değerler olmaktan çıkarmaya çalışan yeni dönem anlayışına uygun olarak, sanat da daha çok hedonist bir anlayışa indirgendi.” Bu indirgemeyi içselleştirip yücelten sanatçılar, gizli eller tarafından tarafsız, doğru, güzel olarak takdim edilirken; diğerleri ‘ideolojik’ olarak tanımlanıp marjinalleştirilmişlerdir.
Kitapta, çeşitli örnekler eşliğinde tartışılan “seçkinci sanat” ve “kapıkulu sanatçılığı” konuları da sanatçının kimliği, duruşu, özgürlük anlayışı ve değer yargıları bağlamında okunabilecek önemli bölümler içeriyor. Şakar, bu konuları tartışırken eleştirel bir bakışla Tanzimat sonrası süreç ve özellikle de Cumhuriyet dönemi edebiyatı hakkında da önemli saptamalarda bulunuyor, ciddi eleştiriler getiriyor. Sanatçının, devlet başta olmak üzere çeşitli iktidar odaklarıyla ilişkisinin de irdelendiği bu yazılarda Şakar, yer yer Kur’an ayetlerinden yaptığı aktarmalarla görüşlerini daha vazıh bir hâle getirmeye çalışıyor.
Cemal Şakar, -hepsini özetleme imkânımızın olmadığı- bu yazılarında vahiyle insan arasına giren muharref algılarla, hakikati öldüren modern ve postmodern yanılsamalarla, seçkinci ve özerklik saplantılı sanat tutkusuyla bir hesaplaşmaya giriyor adeta.
Sanatın köklerine, dinle olan bağına, giderek varoluş koşullarına eğilip zevkin ve hazzın peşindeki sanat anlayışına karşı, vahyin emrindeki sanat anlayışını da belli başlı vurgular eşliğinde temellendiriyor. Kutsal ve dünyevî bağlamında sanat algılarını tartışırken Müslüman sanatçının sanat karşısındaki konumunu ele alıp, Kur’an’ın va’z ettiklerinden sanata bakışın ayrı tutulamayacağını belirtiyor. Sanatçının gerçeklikle ilişkisi bakımından bir dünya görüşüne sahip olması gerektiğini ileri süren yazar, saf sanat ve tarafsızlık yargılarına da ciddi eleştiriler yöneltiyor. Aslında her sanat anlayışının, arkasında bir inanç sistemi yattığını da vurgulamış, temellendirmiş oluyor. Bu yazılar, bir bütün hâlinde Müslümanın sanata olan bakışını derinleştirmesinin yanı sıra ezber bozan görüş ve yorumlar eşliğinde yeni tartışmalara da kapı aralıyor.
Daha önce çeşitli vesilelerle yazılıp dergilerde yayımlanan metinlerden oluşan “Edebiyatın Sırça Kulesi”, edebiyat ve sanatı merkeze almakla birlikte kimi zaman eleştirinin, kimi zaman sanat tarihinin ve sosyolojinin, kimi zaman da ilahiyatın sularında gezinen bir eser. Dikkatli bir okuyucu, yazarın bazı yazılarda tekrara düştüğünü söyleyebilir. Çözümleme ve eleştiri ağırlıklı bakışın, sanat ve edebiyat alanında olması gerekeni önerme ve örneklendirme çabalarını gölgede bıraktığını iddia edebilir. Fakat bir kitabın ele aldığı bütün sorunları hem gözler önüne sermesi hem de bu eksende kuşatıcı bir perspektif sunması hâliyle çok zordur. Kitapta yer alan bazı konuların gündeme getirilmesi bile edebiyatımız ve düşünce hayatımız için çok önemli, çok değerli bir katkıdır. Diğer taraftan Cemal Şakar, yazdığı birçok öykü ile kendi savlarını örnekleyen bir duruş da sergilemektedir. Okuyucu, yazarın özellikle “Hikâyat”, “Sular Tutuştuğunda” ve “Mürekkep” adlı kitaplarındaki öyküleri okuduğunda daha esaslı, daha bütüncül bir bakış açısına, değerlendirme olanağına kavuşacaktır.
(www.haksozhaber.net )