Şiirlerini dergilerde dikkatle takip ettiğim; severek, beğenerek, etkilenerek okuduğum bir şairdi Dilek Kartal.
Benzeşmenin neredeyse kaide hâline geldiği; anonimleşmiş ses ve biçimlerle hep aynı temlerin, ayrıntıların, parçacıkların dile getirildiği, içerik bakımından yatay ve birörnek metinlerin sık sık karşımıza çıktığı bir vasatta özgün, dikine ve canlı bir şiir yazıyordu.
Evveliyatını bilmiyorum ama bu son birkaç yıldır yazdığı şiirlerde; şiir bilgisi, bilinci yönünden eşiği çoktan aşmış, yüksek bir rakım ve ciddi bir irtifa kazanmış, biçem yönünden de kendisine yaraşır giysiyi içten içe deneyimleyerek bulmuş bir şair vardı karşımızda. Her şairde görülebilecek bazı zaafları, eksikleri varsa da olmuş, oturmuş, belli bir hizayı özenle, dikkatle yakalayıp koruyan bir yetkinlik söz konusuydu.
Yazdıkları, sorumluluk duygusuyla örtüşerek görünürlük kazanıyordu. Derdi çoktu ve o yüzden asla kısa kesmiyor, kestirip atmıyordu. Sürekli cam kenarındaydı ve gözlemlemekten, biriktirmekten, tanıklıktan, eleştirmekten usanmıyordu. İnsanlarla göz hizasını yitirmemeye çalışıyordu. Zaman zaman gücünün, kişisel imkânlarının azlığından yakınıyordu fakat okuyucuya adeta bir trafonun içinde seslenmekten, yüksek bir gerilim hattı üzerinde yeri geldiğinde diklenerek söz almaktan çekinmiyordu. Haddini bilmeye daima özen gösteriyor ancak haddi bildirileceklerin karşısına kalkansız çıkmaktan da kaçınmıyordu.
Dilek Kartal, şiirlerinin bir bölümünü Taşı Kim Atacak adlı bir kitapta topladı.
96 sayfadan oluşan kitapta, “bir yere kadar şiir”, “sınıf tekrarı” ve “kısa kesikler” adlarını taşıyan bölüm başlıkları altında toplam yirmi şiir yer alıyor. Belki biraz daha seçmeci davranabilir, şiirlerini ayıklayabilir, ilk kitap için yekûnu biraz daha az tutabilirdi. Kitaba çok halel getirmemekle birlikte, bir iki şiirin diğerlerine göre biraz zayıf kaldığını, kitabı ayaklandıran, sürükleyen müşterek vüs’at ve dirilikte olmadığını söylemek gerekiyor.
Kapağı da beğenmedim açıkçası. Dedalus, yayımladığı şiir kitaplarının kapağına bir hayvan resmi koyuyor genellikle. Bu kitapta da öyküsünü, özelliklerini bizzat şairinden dinlediğim bir “kivi kuşu” var. Fakat kapak görseli, tercihi, tasarımı; kitabı taşıyan, kitabın ağırlığıyla örtüşen bir havaya sahip değil kanaatimce. Farklı düşünenler de vardır muhakkak, fakat bence kitabın en zayıf yönlerinden biri bu.
İlk bölümün başında yer alan ve İlhami Çiçek’e ait olan “değil mi ki ebabil / adil / bir infazın adıdır” dizeleri de kitaba fazladan bir şey katmıyor kanımca. Ne adına ve içeriğine dair etkili bir çağrışım işlevi görüyor ne de okuyucunun zihnini hazırlamaya, ateşlemeye katkıda bulunuyor. Alıntıya gerek yoktu, illa olacaksa tercih edilen dizeler bunlar olmamalıydı. Bölüm başlıkları, şiir adları da dâhil olmak üzere, kitaptaki bütün dizeler küçük harfle başlatılmış, bunu da yeri gelmişken belirtmiş olalım.
Geneli itibariyle bütünlüklü, organik, anlam ve çağrışım haritası kuşatılıp kavranabilir şiirler yazıyor Dilek Kartal. Yer yer aksamalar olsa da parçadan bütüne doğru işlemiyor şiirin iç mantığı. Neyi, nasıl yazacağına dair aranışlar, yoklamalar, alıştırmalar yapıldıktan sonra şiirin ortaya çıktığına dair bir kanaat oluşuyor okuyucuda ilk elde. Toplumsal, siyasal, güncel olana yönelik ilgi daima baskın, daima önde. Duygu açıklamaları yer yer ağırlıklı bir yer tutsa da şair özne toplumsal / siyasal bir mevziye, duruşa, tercihe bağlı kalarak söz alıyor şiirlerde. Bilinçten, değerler dizgesinden, eleştirellikten kopuk olmayan bir kara duygululuk öne çıkıyor. Söz dağarı ve şiire devingenlik kazandıran ses rüzgârı da bu tutumla, şiiri dolduran tematik ilmeklerle bağlantılı, doğru orantılı olarak biçimleniyor daima. İçerik, kendisini dillendirecek, yankılandıracak sesi, kelimeleri, ifadeleri bilinçli tercihler eşliğinde kendisine çağırıyor; şiire anlam ve mecal kazandıran gerekçe, onlara kimlik ve istikamet kazandırmakta zorlanmıyor. Okkalı konular, tok ve oturaklı bir dille dışlaşıyor kitapta. “Ben”, aslında epeyce yekûna sahip bir “biz” adına konuştuğunu bilerek, bunu öngörerek yola koyuluyor birçok şiirde. Şiire dışarıdan bir basınç da uygulayan ve konvansiyonel formlara evrilen bu düzlemi kırmak için şiir içi çıkmalara yahut alıntılara, itirazlara, ayak değiştirmelere ihtiyaç duyuluyor kimi zaman. Eleştirellikten güç almayı tercih etmeyen bazı şiirlerde sahiciliği, doğallığı sürdürebilmek için içdökümlerine, argoya, bıçkınlığa başvurmak gerektiği de hissedilebiliyor.
Kendisini dış dünyaya bağlayan koridorlara dört bir koldan hücum eden acıyı, hüznü, kederi karşılamak ve paylaşmak amacıyla -hâkim şiir anlayışının aksine- “sevgili”ye değil de daha çok “çocuk”a yahut “ezilenler”e, “madun ve mazlum kişi ve topluluklar”a yöneliyor, sığınıyor şiir. Muhatabını yitirdiği yahut belirsizleştirdiği; kime, hangi tonda ve ne amaçla sesleneceğini yeterince kestiremediği zaman anlattıklarının boşluğa düşeceğinden korkuyor. Şimdiki zaman ve geniş zaman kipleri baskın hâle geliyor. Öfkesini yoğunlaştırmak ve sesini sertleştirmek istediğinde emir kipi giriyor devreye:
besmeleni çek ve başla!
tumturaklı sözlere ihtiyacın yok buğzetmek için
Dilek Kartal’ın şiiri; gerçekliğin içinde söz aldığı hatta çoğu kere güncel gelişmelerin, sıcaklığını henüz yitirmemiş acıların, üstü küllenmemiş yıkımların, umutların, beklentilerin, kişisel ve kolektif dramların içinde genişlediği, devindiği, soluklandığı için genelde benzetmelere, eğretilemelere başvurma ihtiyacı da hissetmiyor. Betimlemeye merkezî bir yer vermiyor, abartıya yaslanmıyor, imge patlamalarıyla yol almaktan sakınıyor. Zaman zaman duygulu, acı ve hüzün dolu bölümler içermesine karşın, patetik yanıltılara düşerek güç ve gerçeklik kaybına uğramıyor. Yakınında, ülkesinde, yeryüzünde olup bitenin kendindeki yansımalarını, tortularını, izdüşümlerini aktaran şair özne, şiirin kendine mahsus özelliklerini, kalitelerini gözetme konusunda oldukça dikkatli.
Üslup açısından bakıldığında, ağırlıklı olarak, konuşur gibi yazıyor Dilek Kartal. Şiirin akma, genleşme, yürüme olanaklarını zenginleştiriyor bu tutum. Muhatap, şiirin bizzat içinde ya da şairin karşısında somut, belirgin ve dinlemeye hazır bir formda bekletiliyor adeta. Dikkat çekici bir özellik de soru cümlelerinin şiirlerde ağırlıklı bir yer tutması. Sürekli konuşan, soran, sorgulayan, anlamaya ve duyurmaya çalışan biri var şiirin içinde. Bu tavır, fiil cümlelerinin de sıklıkla kullanılmasını getiriyor elbette. Sorulması, söylenmesi, gösterilmesi, hükmedilmesi gerekeni ara yerde bırakmıyor şair; belirsizliğe sevk etmiyor. Boşluğa konuşmamaya çalışıyor. İtalik yazılan dizeler, sözler ve kelimeler, içerikle ilgisi gözetilerek metne serpiştirilen alıntılar da monotonluğa düşmeyi engellemede bir yöntem olarak görülüyor.
Bir sözlük çıkarılsa, siyasi-toplumsal ve güncel olana ilgisi rahatlıkla gösterilebilecek bir şiir var karşımızda. Daha önce belirttiğim gibi güncel, toplumsal yahut siyasal gelişmelere, olaylara yoğunlaşmakla birlikte o mihvere sıkışmayan şiirler bunlar. Bir “öykü” anlattığında bile belli bir zamana, mekâna, şahıslar kadrosuna saplanıp kalmıyor şiir. Seslenmelerle, duygu ünlemleriyle, sübjektif geist alanından sızan ayrıntıların da öne çıktığı duygu açıklamalarıyla şiirin hareket alanı genişletiliyor sürekli. Şiirde konuşan özne; gücünün, olanaklarının farkında olmakla birlikte cesur, özgüven sahibi. Bu cümleden hareketle, şiirin, edilgen bir tanıklığın ötesine geçerek eleştirel bir boyut kazandığının hatta sert ve şiddetli bir duygu sarmalıyla gövdeleştiğinin altı çizilmeli.
Savaşlar, kıyımlar, göçler, yokluk ve yoksulluklar, içimizi ezen ölüm acıları, ülkede ve Müslüman coğrafyada yaşananlar; şiirin karakteri gereği rahatlıkla yer bulabiliyor kendine. Suriye, Filistin, Arakan, Mısır coğrafyalarında yaşanan sıkıntı ve zulümlerin yanı sıra Roboski’de katledilenlere, Dolapdere’deki çocuklara, gençlere ve modern hayatın dehlizlerinde çırpınanlara dek geniş bir coğrafyada ve insanlık ikliminde soluklanıyor şiir. Özenle, yetkinlikle işleniyor bunlar. Yeri gelmişken belirtelim: Roboski Versus Noel şiirinde geçen “allah’a sarılıp ağlamak istiyorum bazen” gibi ifadeleri sıkıntılı, sorunlu buluyorum ben. Yine aynı şiirdeki İsrafil ve Sur kullanımları da pek yerinde değil. Ne denmek istendiğini anlasak bile, dinî kavram ve değerlerin kullanımında daha dikkatli olmakta yarar var. “sahi siz / allah’a sarılıp ağlamak istemediniz mi hiç” dizeleri; kötülüğün büyüklüğü, yaygınlığı, pervasızlığı karşısında çaresiz ve yalnız kalan insanın aranışı olarak karşımıza çıkıyor olsa da dinî / itikadî sakıncalarla malul bir söylem. Son dönem şiirimizde bu bağlamda ciddi bir özensizlik, savrukluk olduğunu birçok örnekle göstermek de mümkün. Aynı şiirde geçen “olsundur ve şükürdür” dizesi de kötü. Konuşma dilinin yan etkilerinden biri bu. Yine kitapta “sigara” kelimesinin geçmediği bir şiir de yok nerdeyse.
Karakteri, kimliği, şahsiyeti olan bir şiir yazıyor Dilek Kartal. Ciddiyetle ve sorumluluk duyarak yazıyor. Hem geniş bir mekânı tarazlıyor hem de zamana bir hareketlilik getiriyor. Tarihsel figürler ve telmihler kadar “level” ve “onlayn” gibi sözcüklerle karşılık bulan aktüel tutum ve durumlar da sahne alıyor onun şiirlerinde. Bulutu Unutma başlıklı şiirde, Cemal Şakar’ın Parataksis adlı öyküsüne şiir içinden ve benzer bir anlam evleği üzerinden selam verildiğini de belirtelim.
Hepsinde ayrı bir zindelik ve tat bulmakla birlikte kitapta yer alan “Kalan Çocuklar”, “Roboski Versus Noel”, “Bir Yere Kadar Şiir”, “Anneme Okunmasın Lütfen”, “Zehra Boyu Kar”, “Asgari Darbe” ve “Dolap Dere” şiirlerini daha bir sevdim ben. “Taşeronun Kâbusu” başlıklı şiirdeki akıcılığa da hayran kaldım. Kimi zaman kızgınlığa hatta küfretmeye yönelen, madun fakat teslim olmayı da inatla reddeden öznelerin, figürlerin söz aldığı bu şiirler; hâlâ “Şiirimiz gerçeklikten uzak, hayatîlikten yoksun.” yargısını dillendirip duranları yalancı çıkarmaya yetiyor:
benden sorulursa
tarihe koyulan en erkek postaydı diyeceğim
bu ölüme sıkılmış yumrukların senin
bu fırından taşan ekmek kokusu
bu sofrana koşturduğun zafer
avucundan fırlayıp yere düşen muştu
bir dua bir dilek:
kan uykumuzun bölünüşü olsun!
bir kıymık batıversin vicdanımıza:
hadi uyan!
yoksa geç kalacaksın
“Taşı kim atacak” sözü; başına “ilk” sıfatı getirilerek kullanıldığında, ilk elde bir kırılmaya, tereddüde, tercih sıkıntısına, sorgulamanın uzamasına işaret eder. Çokmuş gibi görünen seçenekleri azaltır, karar vermeyi zorlaştırır, kararın ertelenmesine yahut tartışılmasına yol açar. Kabullenişleri, kökleşmiş geleneği, teslimiyeti ve mevcut paradigmayı sarsar. İsa peygambere mal edilen ve kadim kültürde de epeyce dolaşıma sahip olan bu söz, aynı zamanda bir muhasebeye kapı aralar. Cezalandırmada aceleciliği engeller. Herkesin kendisine daha iyi bakmasını sağlar. Merhamete yol verir. Hiç kimsenin günahsız, pirüpak olmadığını vurgular. Buradan hareketle söylersek Dilek Kartal şiiri; temelde, bu dünyada nesnel ve genelgeçer bir adalet, merhamet ve masumiyet algısının ve pratiğinin olamayacağının bilincindedir. Fakat bu biliş, onu köreltmez. Teslimiyete ve bıkkınlığa yöneltmez. Kendisini sürekli tüketen ve hüzne bulayıp uyuşturan bir iç sızı ve kanama ile yetinmeye zorlamaz. Şiirdeki enerji ve çokseslilik de bu noktalarda ortaya çıkar. İç çatışma ve huzursuzluk, sosyal organizmaya hamledilerek, toplumsal yapı ve yaşayış içinde çeşitlendirilerek dindirilmek, en azından anlamlandırılmak istenir. Kanon tarafından belirlenmiş ve dayatılmış fiilî ve sözel alışkanlıklar zincirine direnir. İnadına kahraman yahut kahramanlıklar arar. Yalnızlığına ve yoksunluğuna rağmen, itiraz eder. Sorgular. Hepimizi kuşatan ve inciten zulmü, rezilliği, kötülüğü şiire özgü bir yoğunluk ve özgün bağdaştırmalar eşliğinde diline dolar. Kolayca taş atmaya yeltenenlerin elini bağlar. Resmederken bile eleştirelliği gözetir. Hesabını, mizanını, ahiretini de yer yer kendi içinde ve bu dünya bağlamında içselleştirir. Hepimizin aşina olduğu, tanıklık ettiği, gözlemlediği dünya durumları arasında sarsıcı çığlıklar yükseltebilmesi ve sıradanlığı aşarak metne dikey bir derinlik kazandırabilmesi bu sayede gerçekleşir. Duygudaşlığa kapılanmaktan ve muhatap arayışından çok, öznenin kendi var oluşunu duyumsaması ve doğrulamasıyla ilgili bir durum sonuçta bu. Bu çatışmanın, çırpınmanın, aranışın; yeterli söz değerleriyle ifade edilemediği yerlerde şiirin gardı düşmeye başlar aynı zamanda. Zira bu tutum, fazlasıyla yorucu, yıpratıcı bir şiir anlayışını, örnekliğini göze almayı gerektirmektedir.
Taşı Kim Atacak, son derece önemli bir ilk kitap. Sadece yayımlandığı yılın değil, son dönemin en iyi, en etkili şiir kitaplarından biri bence. Gücü de zaafı da kendi içinde üstelik. Bu poetik tercihi, bu tanıklığı, bu sıkleti omuzlamak; yeni ve farklı örnekler, durumlar, çehreler, kesitler üzerinden -çıtayı düşürmeden ve birörnek metinlere yönelmeden- şiire taşımak zor çünkü. Bilgi, bilinç ve duyarlılığın yanı sıra gözü pekliği ve çalışkanlığı da fazlasıyla gereksiniyor. Kitaba ad olan soru da bütün cesameti, çağrışımı, açık uçluluğu ve ürkütücülüğü ile duruyor ortada. Beklemeye, izlemeye devam edeceğiz.
(İTİBAR DERGİSİ, EYLÜL 2014, SAYI: 36)