Menu
BİR KENDİNE DÖNÜŞ HİKÂYESİ: YABAN
Haberler • BİR KENDİNE DÖNÜŞ HİKÂYESİ: YABAN

BİR KENDİNE DÖNÜŞ HİKÂYESİ: YABAN

https://www.youtube.com/watch?v=QqJvqMeaDtU&feature=youtu.be

“Wild”; Cheryl Strayed’in romanından sinemaya uyarlanmış bir film.

Filmin kahramânı Cheryl henüz daha yirmi üç yaşında olmasına rağmen hayat adına sıfırı tüketmiş ve deyim yerindeyse dibe vurmuş bir hâldedir. Parçalanmış bir aile, bitmiş bir evlilik ve ardından annesinin kanser oluşu ve ölümüyle birlikte gelen uyuşturucu ve önüne gelenle düşüp kalkma hâli kendisine olan saygısını da bitirmiştir.
İşte tam bu dipte iken bataklıkta yeniden dirilişin hikâyesi bu film. Cheryl’nin hikâyesini de bu bakımdan sıcak buldum ve sevdim. Çünkü dünyaya gelmek elimizde değildir. Gözümüzün, kaşımızın, tenimizin rengini seçmek de.. Şu zamanda, şu yerde ve mekânda doğmak da… Bizler derunumuzda saklı bir fırlatılmışlık acısıyla buluveririz kendimizi bu dünyada. Yavaş ve adım adımdır yolculuğumuz. Meleklerin zamansızlıktan uzanan soğuk kanatlarıyla bildirdiği Tanrı buyruklarını ve kendimizi kendi zamanımızda çok uzun bir seyrde tecrübe edip anlarız... Daha doğrusu anlamaya çalışırız.

Cheryl’nin hikâyesi insanın daha doğrusu insan olanın bu yeryüzündeki kadim hikâyesi. Bu bir varlık sızısı, ezeli hastalık.. Cemiyet hayatında sahip olduğumuz, iş, aile, makam gerçekte bize ait olmayan kimliklerdir. Biz onların ötesinde bir şeyiz. Kelimeler ve insanın hayatındaki öyküler ve kişiler çoğaldıkça kendi de kesrete düşüyor, bölündükçe bölünüyor, parçalandıkça parçalanıyor ve nihayet bir gün... Evet bir gün insanın kendisini kaybediyor.

Hayattaki imtihanlar hep bu kaybolmuşluğun hikâyesi… Oysa insan kaybetmeden bulamaz hiç bir şeyi.. Bulmak için evvelâ kaybetmek lâzım… Kaybolmak, külü dahî kalmayıncaya dek kaybolmak… Kendini, kendindeki ile bulmak için…

Sosyolojinin, târihin, felsefenin, dînin kavramlarının çok ötesinde ve derininde bir yerde bu hikâye. Çok içerde… Bizzat varlığın özünde, çekirdeğinde. Bu sebeple insan hayatının belli bir döneminde kendini iyice kaybettiği ve dibe vurduğu bir anda kendine ve varlığın kalbine bir yolculuk yapar…

Bu sebeple uzaklaşmak ister, uzaklaşır, kimselerin kendisini bulamayacağı o seferde arayışa koyulur. Pek bir şey bulacağını da ummaz aslında ama yine de koyulur yola, içinin labirentlerinde, vadilerinde, dağlarında, ovalarında yokluğa karışır.

İlk başta tabiatta kendisi gibi yabani ve vahşidir. Fakat zaman geçtikçe onunla bütünleştiğini hisseder. Uzaklaştıkça bir şeylere yaklaştığını hisseder. Çünkü yaklaşmak için uzaklaşmak gerekir. O da uzaklaşmıştır.

Cheryl’ 1000 milden fazla olan Pacific Cres Trail turu için yürümeye başladığında hayatında bu güne kadar geçirdiği bütün travmaları, yaraları geride bırakıp çıkacağını zannetmişti. Oysa yanılmıştı, insan içinde neyi barındırıyorsa, kendiyle birlikte heryere de onu sürüklüyordu.

Cheryl de bütün bu yolculuk boyunca içinde açılan yaralarla, ömrüne çökmüş acılarla boğuştu. Yola çıkarken heybesinde ne bir umut kırıntısı, ne sevinç ne de tecrübe vardı. Kendisine karşı bir gram güven dahî hissetmiyordu. Hatta korkuyordu, çünkü hayat ona çok acımazsız davranmış ve incitmişti. Şimdi önüne çıkan herkesin ve her şeyin onu tekrar incitmesinden korkuyordu.

Bu yolculukta tabiat ona kendini bin parçaya bölünmüş bir ayna gibi göstermişti. Aynanın her birinde başka bir acı ve başka bir Cheryl vardı.

İnsan sahip olduğu her şeyi kaybettiğinde ne hisseder? Nasıl hisseder? Hayatta her şeyini kaybetmiştir Cheryl. Şimdi tek umudu bir zamanlar kendi olan kendisini bulmaktır. Bulmak ve ona sarılmak…

İşte ben Cheryl’nin aradığı ve hasretini çektiği o kendisini çok sevdim. Filmin isminde gizli olan o yabanlığın hikâyesini sevdim. Hayâtın, varlığın ve sürekli bir akış hâlinde olan o şuur akışının içinde gizlenmiş o kudreti sevdim. Hikâyenin yalınlığını ve çıplaklığını sevdim. Olduğu gibi olduğunca o insanı sevdim.

İktidar, siyâset, toplum, ekonomi gibi günlük tahriratın ötesindeki gerçek insanı anlattığı için sevdim. Çünkü bu insan yabanlığının farkına varmış ve kendine doğru bir yolculuğa çıkmıştı. Yoksuldu bu insan, yoksundu, acılar içinde de olsa yüreğini varlığın özüne, varlığa ve kendi anlamına çevirmişti. Anlamaya çevirmişti.

İnsan anlamasa da ve fark etmese de kalp testisinin kırılması iyi oluyor bir yerde. Çünkü hayat iksirinin dolacağı o testinin dolup taşması değil asl olan, dolması ve ebediyete doğru sızması sonsuzca. Ne sevinç, ne keder, ne acılardır insanın ve hayatın gerçek anlamı. Onlardan çıkardığımız dersler ve hikmetlerdir elbet.

Cheryl çıngıraklı yılanların, ayıların, dağ aslanlarının vahşi doğasında buldu kendini. Kendini nedensiz, amaçsız ve anlamsız bulduğu dağ başlarında elde ettiği her tecrübe ona kendisine olan saygısını kazandırmaya başladı ilkin. Gözünde çok büyüttüğü yürüyüşçüler dahi henüz yolu yarılamadan pes edip bırakmışlardı. Bunları öğrendiği her durak kampında biraz daha kendine yaklaşıyordu.. Biraz daha kendine… Kimseye ihtiyaç hissetmediği, kendini kendi anlamı içinde algılamaya, kendine farklı bir gözle bakmaya başlamıştı. Çünkü Cheryl sezmeye başlamıştı ki, bir zamanlar olduğu bir kişiliği vardı. Güçlüydü o, saygıdeğerdi.

İnsanın kendine, özüne olan saygısını kaybetmesi ne acı bir şeydi. Kim iyi edebilir ki böyle bir yarayı? Cheryl de sık sık yoluna çıkan zorlukların yüzünde benliğine aldığı yaralarla yüzleşiyordu. Şu gerçekti ki kendine ve onu inciten herkese çok kırgındı. Öfke doluydu bu sebeple içi. Önüne çıkan her engelde bir küfür savuruyordu boşluğa. Hatta Allah’a bile. Korktuğunda dahî Tanrı’ya değil, içindeki Tanrılara sığınıyordu. Sevdiklerini içinde tanrılaştırdığının farkında bile değildi. Annesi, eski kocası sanki sığındığı Tanrısıydı, Cheryl’yi onlardan başkası koruyup esirgeyemezdi bu dünyada. Belki de kendine, kendindeki kendine olan yabancılığı da bu sebepten iyice artmıştı. Öfkesi işlerin daha da aksi gitmesinden başka işe yaramıyordu. Oysa o öfkeyi içinde adeta bir hayat iksiri gibi taşımıştı bugüne kadar…

Bu yüzden parçalanan tırnaklarının, kan revan içindeki ayaklarının acısını patlayan öfke nöbetleriyle gidereceğini sanmıştı. Ardından bunun ne kadar anlamsız olduğunu anlamıştı. Çünkü şu gün, şurada, tabiatın kalbinde geçmişte olanların fazla bir anlamı kalmamıştı. Çünkü yavaş yavaş fark ediyordu ki hiçbir an diğerinin aynısı değildi.

2İnsanın kendine olan güveninin sıfıra indiği bir demde onu iyileştirecek olan ne psikologların terapileri ne de ilaçlarıdır. Çünkü kul sohbetlerine ve bilime karanlıktır bu yolculuk. İnsanı iyi edecek olan kendine dönmesi ve kendindeki kendine doğru bir yolculuğa çıkmasıdır.

Filmin senaristi, yönetmeni vs konularında fazla bir şey söylemek istemiyorum. Ama oyuncusunun bir harika olduğunu söyleyebilirim. Ve bir de romanın yazarı gerçek Cheryl yâni Cheryl Strayed’i kutlamak ve kucaklamak gerekir öncelikle insanı bütün yalınlığı ile önümüze koyduğu ve bizi de bu kendine dönüş yolcuğuna ortak ettiği için...

Cherli’nin kalbinde açılan o alkolik babadan çektiklerini o korkularını anlattığı için. Annesini, ne kadar zor şartlarda olursa olsun hayata gülümsemeyi ve Tanrı’ya teslimiyeti ve tevekkülü elden bırakmayan o zayıf, o zarif kadını tanıttığı için.... O içten anneliği hissettirdiği için....

Nefsinin uçurumlarında sürüklendiği uyuşturucu ve düşüp kalktığı o irinli kuyuları gösterme tahammülünü tekrar gösterdiği için. Bu gönül bulanıklığı içinde nefsin reklerinde dolaştırdığı için. İçinin siyâhını, dünyasının mavisini, yeşilini, morunu gösterdiği için…

En çok da duygularının o eşsiz ezgisini duyurduğu için…

Kavramların ve kuramların ötesindeki o akılla bizi tanıştırdığı için en çok da…

İyilerin ve iyiliklerin melekûtuna dokundurduğu için…

Kesret içinde parçalanmış benliği bir simyacı gibi tekrar toparlayıp önümüze bir insan koyduğu için…

“Kendini bilen Rabbini bilir” sırrınca kalbimize hissettirdiği o güzel yüzlüyle yaklaştırıp içimize garip bir baygınlık bıraktığı için…

Reese Witherspoon in WildGerçek zevkin ve vuslat sevincinin aslında içimizde garip bir gam taşımaktan başka bir şey olmadığını fark ettirdiği için…

Allah’ı ararken insanı buldurduğu için…

Nefsi terbiye ederken O’nun nefesini içimizde taşıdığımızı hatırlattığı için…

Başkalarını affetmenin gerçekte kendini affetme olduğunu insanlara öğütlediği için…

Kendini affeden bir gönlün, kâinat gibi nasıl genişlediğini ve canlı cansız her varlığa saygıyla hizmet etmenin insanın gerçek kemâli olduğunu anlattığı için...

Filmin sonunda… O inanmadığı… uzak sandığı Tanrı’ya, Tanrılar Köprüsü'ne varmasıyla kâinatın durduğu ve bütün zamanları kaplayan o sonsuz ânı tasvir eden sözlerini kaç kere izledim saymadım...

“ Seni çok özledim. Tanrım çok özledim. Bir şeylerin neden olduğunu bilmenin bir yolu yok. Sebebinin ne olduğunu, nelerin yok olduğunu, veya nelerin güzelleştiğini veya ölümü veya başka bir yol çizmenin… Ya kendimi unutsaydım? Ya üzgünsem? Eğer zamanda geri gidebilseydim, tek bir şeyi bile değiştirmezdim. Ya o adamların hepsiyle yatmak istediysem… Ya eroin bana bir şeyleri öğrettiyse… Ya yaptıklarım yüzünden bu yolculuğa çıkmışsam… ya hiçbir zaman kurtulamazsam… Ya da zaten kurtulduysam… Annemin bana öğrettiği gibi bir kadın olmam yıllarımı aldı… Dört yıl, yedi ay ve üç günümü aldı… Onsuz… Bundan sonra içimdeki vahşiliği ve yabanlığı keşfettim. Ormanın dışına doğru kendi yolumu buldum. Oraya gelene kadar nereye gittiğimi bilmiyordum. Yürüyüşümün son günü… Her şey için binlerce kez teşekkürler… Bütün bu yolların ve patikaların bana kattıkları için… Bu köprüye gelmek için tam dört yıl uğraştım. Benim hayatım bütün diğer hayatlar gibi esrarengiz… Çok yakın… Çok güzel… Bana ait…

İçimdeki yabanı artık bırakabilirim!..”