http://www.youtube.com/watch?v=S_3g9kmn5nc&feature=related
“Yeşil Türbesi’ni gezdik dün akşam
Duyduk bir hatıra gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur’ân sesini
Fetih günlerinin saf neş’esini
Aydınlanmış buldum tebessümünle…”
Yeşil Camii avlusundan aldığım tespihe bakıyorum dakikalardır. Âgâh, bu sabah da benimle. Masmavi bir gök, yemyeşil bir gün… Oysa elimdeki tespihin taşlarının aydınlığı kadar görebiliyorum etrafımı. Çünkü sadece görmek kâfi olsaydı senelerdir yaşadığım bu şehirde, her sokağını neredeyse ezbere bildiğim bu semti yazmam kolay olurdu belki de. Sağımda Yeşil Camii, solumda Yeşil Türbe ve arkamda ruhumun bütün gizini takip eden Ulu Sultân’ın kalbini taşıyan tepe; Emir Sultan...
Taşın içinden şehri seyrediyorum. Gözlerim kendine ait ışığı çoktan terk etti. Bir beyez zehir gibi dimağda tüten bu buhurdanı kim inkâr edebilir ki?
İlk defa âşık olduğumu hissediyorum. Daha ilk adımımı atmadan hissedilen bu duygu nedir henüz anlayamıyorum. Üç adım daha ilerledikten sonra Dedem Çelebi Mehmed Hân’ın mermer zemine yayılmış kemiklerinin tozlarını kokluyorum. Evvelden bu mezar odasına inenlerin titreyen ruhları geçiyor, karanlık kuyu içinden. Ekrem Hakkı Ayverdi, Süheyl Ünver ve Kazım Baykal... Kendilerinden kimselerin asla alamayacağı bu mekânı öldükten sonra da terk etmemişler belli ki...
Uzanıp arkası bana dönük titrek ruha dokunuyorum. Dönüp bakıyor bana. Mimar Hacı İvaz Paşa... Göz boşlukları firuze çinilerle kaplı âdeta. Gülümsüyor... Beni incitmek istemediği için takmış bu çiniden gözleri. Elimdeki taş onu görünce "Yâ Musavvir! Yâ Musavvir!" diye zikretmeye başlıyor. Sonra taş bu zikirle yanmaya başlıyor birden.
O ân fetret devrinin yangını içinden gülümseyen başka bir yüz görüyorum. Çelebi Mehmed Hân Dedem. İçim yaralı. O’nu görünce hemen ağlamaya başlıyorum. Oysa daha yolculuğun başından su koy vermemeliyim, biliyorum. Yine de tutamıyorum kendimi. Ağlıyorum…
Keskin bir erguvan kokusu sarıyor etrafımı. Sanki yasaklı bir ülkeden, kendi aslî yurduma dönmüş gibi, döndüğümde beni zindana atacaklar sanıyorum. Birkaç saniye sonra karanlığın içinden hatayi yapraklar, kızıl laleler ve üzümler çizilmeye başladı.
Taşın içinde dönüp duran bütün çizgiler, renkler, desenler… Tâ burun deliklerimden girip, gözlerimin rengine akseden turkuazla kendimi şimdi daha canlı hissediyorum.
Toprak altındaki bu hücrede toplaşan titrek ruhlar, davudi sesiyle Kur’an okuyan Mecnun Dede’mi dinlemekteler.
Zihnimde mütemadiyen tekrar eden bir taş plakta ise Nevâ Kâr çalınıyor.
Eğilip fısıltıyla sesleniyorum taşa; “Sonsuzluğa açılan kapı bu mudur? Biraz daha yakından göstersen şu ince ruhluyu… Gördüm… Çini ustası Ahmed Tebrîzi hazretleri… Nereden çıkıyor bu beyaz buğu?
Tespihi avuçlarımın içinde yüzüme yaklaştırarak ondan çıkan buğunun yanağımı okşamasına izin veriyorum… Buğu burnumdan beynime kadar giriyor. Sanki o saatlerde onlarla birlikteymişim gibi kalbim titriyor. Beynimin uyuyan hücreleri uyanıyor sanki. Başımdan ayak parmaklarıma kadar gezen buğuyla akıp duruyorum zamanda. Bedenimin yavaş yavaş uyuşurken zihnimin bir koza içinden çıkıp uçmaya hazırlanan bir kelebek gibi titrediğini hoşnutluk içerisinde seyrediyorum..
Daha kısa bir süre önce beynimi meşgul eden tarih sahifeleri şimdi bütün yaşanmışlığı ile hafızamdalar ve ben onları bir filmi seyr eder gibi seyrediyorum bu amber renkli taşın içinden. Böyle bir şeyi henüz ölmeden yaşadığım için sevinç içinde kalbim.
Geçmiş zamanların serin kuytusunda uyuyan bu semt şimdi içimde capcanlı duruyor. Artık etrafımı daha iyi görebiliyorum. Daracık merdivenlerden yukarı çıkarken anlıyorum hareket edenin aslında ben olduğumu.
Çelebi Mehmed Hân Dedemin itikâf girdiği odanın önündeyim. Bu kocaman ahşap kapı… Kapı kolunun olması gereken yerde bir boşluk var… Elimi sokmaya korkuyorum… Gözlerimi kapayarak boşluğa dokunuyorum. Bir anda kendimi odanın ortasında buluyorum.
Odanın ortasında atlas bir minderde saçları örtüsünün yanlarından beyaz bir gümüş gibi parlayan yakut gözlü bir nine oturuyor. “Korkma! Ben Malhun Hatun… Yaklaş! Daha yaklaş ” diyor…
Korkudan tir tir titriyorum. Yaklaştıkça O’nun kendim olduğumu görüyorum. Ayakta olmama rağmen ben nasıl oturuyorum? Yanına vardığımda fosfordan daha yeşil bir el uzanıyor dudaklarıma. Öperek başıma koyuyorum.
Dayanamıyorum… Yine başlıyorum ağlamaya… Ben hastalık derecesinde geçmişime bağlı biriyim… Durgun bir suya düşen taş gibi gözyaşlarım damladıkça elimdeki taş da dalgalanıyor deniz gibi âdetâ… Malhun Hatun'un yüzünü seçemiyorum
Sanki ben senelerdir bir ölünün gözlerini taşıyorum. Sanki mezarlıklardakilermiş asıl yaşayanlar da ben ölü kentlerde ne arıyormuşum… Görmek… Gözler böyle bir dünyada yaşamak zorunda kalan ruhum için bir zulümmüş hakikat!
Malhun Hâtun gözlerimden akan çürümüş bina ve erimiş ağaçları elleriyle topluyor. Üzülme diyor; geçecek hepsi yavrum. Biz hâlâ dua etmekteyiz sizler için bu mekânlarda."
Malhun Hatun Ninemin beyaz tülbendinden tarihi seyrediyorum. Timur’un yaktığı türbesinden yanık sarığı ile kalkan, hem zaferi ve hem de yenilgiyi tatmış dedem Bayezid Hân, oğul Musa ve İsa’ya sırtı dönük oturuyor.
Musa ve İsa Çelebiler toprağa değil de yeşil bir suya gömülmüş sanki. Sonra başka ruhlar görüyorum… Her adımda başka renge bürünüyorlar…
Ülke baştanbaşa yanıyor taht kavgalarında… Timur, birbirini yesin diye hükümdarlık beratı vermiş dört kardeşe de… Bu bir bahar değil, çürüyüş âdeta!
Çelebi Mehmed Dedem dirayetle yürüyor boşluğa… Gözleriyle dağları taşıyor adeta. Nesnelerin boşluğunu turkuaz çiniler beziyor. Milletin is kokan yanmış beyni yeniden diriliyor. "Müceddîd-i Devlet" dedem düşen yürekleri ve onurları yeniden ayağa kaldırıyor. Saltanatı sırasında itikâfa girdiği bu odada ecdadın ve evliyanın manasıyla murakabeye dalarak kuşların ve kuzuların hâline bile vâkıf oluyor.
Bir hizmet ehli için bedenden daha yorucu bir şey var mıdır? Hafızamla yaşamaya başlayınca bunu fark ediyorum.
Dedem Çelebi Mehmed Hân 1421- 1421’de beden hapsinden kurtuluyor. Edirne’de bir av sırasında ölüm ona hafifçe dokunuyor. Atından düştüğünde yüreği endişe ile burkuluyor;
“Ya tekrar ülkede karışıklık baş gösterirse!"
Ölüm döşeğinde paşalarına güçlükle fısıldıyor;
“Oğul Murad Hân tahta oturmadan beni toprağa gömmeyiniz”
Oyulmuş, boş deliklerden bakar gibi donakalır paşalar, lâkin 41 gün halktan ve ordudan vefâtı sır gibi saklanır! Çünkü bu vasiyetin sebebi karanlık gecelerden daha hayırlıdır.
Malhun Hatun Ninem: " Şimdi iyice anladın mı?" diye soruyor. Zihnimle veriyorum cevapları...
Çelebi Hân Dedem saltanat sürdüğü sekiz sene boyunca yirmi dört savaşta kılıç sallamış. Buna rağmen Arapça risaleleri her fırsatta okur, sanatı cepheden bile takip etmiş. Demek Mecnun Dedem çini reçetelerini ona hâlinde arz edermiş... Bunlar beni şaşırtmıştı. Lâkin şimdi anlıyordum ki; dünya gözünden sıyrılmışların baş gözüne ihtiyaçları yokmuş. Onlar için bu dünyada görülecek tek şey hizmet etmekmiş.
Şimdi bu amber renkli yeşil taşın içinde gözbebeklerimin niçin yakıldığını daha iyi anlayabiliyor. Şimdiye dek bana gösterilenler ve okutulanlar yalan yanlış bilgilermiş. Bu mekânlar, eski kaynaklar, gözlerimden saklanıp, hafızam silindiği için gezdiğim bu yerlerde ara-sıra bir şeyler sezsem de geçmişe ait ölü bir şehirler zannediyormuşum.
Malhun Ninem düşüncelerimi tasdik edercesine başını salladı;
"Böylesine derinden bakan göz neyi yanlış görür ki? Ve yine inanıyorum ki, artık bu dimağla yazabileceksin mekânların ve taşlarının hafızasına sinmiş gerçek hikâyeleri…"
***
Öğle güneşinin türbeyi aydınlatan neşesiyle uyandı. Uyaya kaldığı Emir Buhâri türbesi’nin penceresinde elindeki renkli taş tespihe baktı…
"Evet! Artık yazabilirim… Yazabilirim ben!" diye belli belirsiz fısıldadı…