“Kent havası insanı özgür kılar” (Stadtluft macht frei). Bu Alman atasözünün feodal toplumun yıkılışına yönelmiş bir ütopya olduğu düşünülebilir. Ütopya diyoruz, çünkü kentin “özgürleştirici” olduğunu idealize ediyor, “ideal insanlık durumu”nu gelecekleştiriyor. Avrupa’da ortaya çıkan burjuva, Orta Çağ kenti dışında (bourg)da yaşayan yeni bir sınıf bilincini ifade eder. Kiliseden kopuk bir yaşamla ortaya çıkmıştır. Bourg adamı öncelikle “vatandaş” değildir. Hukuk koruması altında da değildir. Bir kısmı köle kaçkınıdır, ticaretle uğraşır; yani Orta Çağ’ın toprak temelli ekonomisine bağlı kalmamıştır. Maceraperest- seyyah, aylak denilebilir bir geçime bağlıdırlar. İlmi olarak da kilise scolastizmine tabi olmamışlardır. Deney- gözlem metoduyla düşünürler. Bu, Kilisenin “bilim” teorisinden ayrılmayı ifade eder. Orta çağda ticaretle uğraşmak kilise tarafından lanetlenmiş olduğu için “kilise dışı bir din” telakkileri vardır. Bu çerçevede “bilgi servettir” ya da servete dönüşmek içindir. Sermaye birikimiyle ortaçağ kentleri dışında “sivil toplum” haline gelmişlerdir. Bilgi, sermaye, hukuk ve sınıf bilinci “bourg adamı”nın vasfıdır. Scolastik bilginin dışında düşündükleri için dünyanın yuvarlak olduğuna inanırlar ve keşif-icad ehlidirler. “Bourg’da yaşayan adam” anlamında burjuva, sistem dışı ama sistemi yeniden tanzim etmeye aday bir adamdır. Burjuva kültürü denilen şey kapitalist birikimi ile feodal sermaye için tehdittir. Toprakla birlikte alıp satılan serf ise tam manasıyla köledir. “Kent havası insanı özgür kılar” (Stadtluft macht frei) sözü, burjuva adamının varoluşu ile anlamını bulur. Proleterin bu sözden nasibi olmaz. Serften kaçan insanlar ipek ve baharat yolu üzerinde gezgin-tüccarlıkla sermaye biriktirmiş, toprak mülkiyeti ile topluma egemen olan aristokrasinin yanında statü kazanmaya başlamışsa bu sözü şiar edinecektir.
Ortaçağ “bourgları” kent içine kabul edilmemiş ve tanrı tarafından da meslekleri reddedilmiş tüccarların “getto”suydu. Henri Pirenne, tüccarların yasal durumunu şöyle anlatmaktadır: “Tıpkı tarımsal uygarlığın köylüyü, olağan durumu kölelik olan bir insana dönüştürmesi gibi, ticaret de, tüccarı olağan durumu özgürlük olan bir insana dönüştürüyordu (…) tüccarlar derebeylik hukukuna bağlı olacakları yerde, yalnızca kamu hukukuna bağlıydılar. Onları yargılama yetkisi yalnızca, çok sayıda özel mahkemelerin üstünde, hâlâ Frank Devleti’nin eski hukuksal yapısına sahip olan mahkemelere aitti” (PİRENNE, 1991: 99). Krallar ve Kilise, hacıların ve tacirlerin yararına kararnameler çıkarmıştır; Kilise’nin tahkim ettiği Tanrısal Barış, özellikle tüccarları koruyordu (PİRENNE, 1991: 100).
Modern toplumları oluşturan kavramlar Batı düşüncesinde bir devamlılık arzediyor. Batı dillerinde uygarlık (civilization), kent (city, civitas), kibarlık (civilité), yurttaş/ kentdaş (citizen) kavramları ile karşılanıyor. Bu kavramların Batı’da belli bir sınıfın tavrını ifade ettiğini anlamak zor değil. Ayrıca Yunanca’daki kent (polis) sözcüğünün siyaset (politiae) ile aynı kökten gelmesi şaşırtıcı olmuyor. Batı’da kent bir ekonomik ve siyasal varlık olarak feodal sistemin temellerini aşındırır. Kent, siyasal araçlarıyla feodal efendi sınıfın erkini kendisine teslim etmeye zorlar, ekonomik araçlarıyla ise onları bu yönde çekim alam içine alacak biçimde baştan çıkarır.Bu çerçevede “endüstri kenti, feodal devletin karşı kutbudur.” Çünkü, burjuvanın kırdan uzakta ve “yeni kent”te kurduğu endüstrinin emek ihtiyacını karşılayabilmek topraktaki nüfusa bağlıdır. Toprağı terk etmek riskli bir hadisedir. Tekrar köle kılınmak tehlikesi vardır. Burjuvaların “doğal hak” kavramına sahip çıkmalarının temeli budur. Kentin sakinleri yani burjuvalar, kentlerin ilk sahipleri ile bazen savaşarak bazen de anlaşarak farklı bir oluşumun ortaya çıkmasına ön ayak oldular. Ortaçağ kentleri zenginleşip kuvvetlendikçe, tüccarlar ve kent halkı bazen merkezi devletle birlik olarak, bazen de Kiliseye karşı savaşarak beratlarını (charte) aldılar. Bu “charte”leri ile yargısal ve yönetsel özerkliklerini elde ettiler. Kent toprakları arasında bir gün veya bir yıl yaşayan köle kesin olarak özgürlüğe sahip oluyor, efendisinin onun kişisel varlığı ve evi üzerindeki hakları son buluyor. Başlangıçta yalnızca tüccarların yararlandığı özgürlük, zamanla tüm kentlilerin ortak hakkı olmuştur. Ortaçağ Avrupa’sında kentli sözcüğü ile özgür insan sözcüğü eş anlamlıdır (PUSTU, 2006: 140- 141). Kimsenin rızası dışında çalıştırılamayacağı, insanın kendi emeğini dilediği gibi kullanabileceği propagandası özgürlüğü kent mekanlarında tahkim ederek kırsaldaki kitleleri cezbeder. Burjuvazi, muhakeme etme hakkını da satın alarak, mali özerklik kazanacaktır. Kentlere vergi düzeni getirilir ve vergilerin nasıl harcanacağı da belirlenir. Burjuvazi,Orta Çağın toplum düzeninin siyasal gücünü temsil eden soylulara borç para vererek ve sonra da onları iflas ettirerek güç durumlara sokacaktır. Kral adına, soyluların eski ayrıcalıkları ellerinden alınacaktır (ŞAHİN, 2011: 332).
Batıdaki kentte görülen bu gelişim tam bir rüyadır. Marks-Engels-Lenin derlemesi olan Kadın ve Aile’de kentin hiç de özgür kılmadığı yeni bir yabancılaşma ve sefalet ürettiği hatta köleleştirdiği anlatılır: “Toplumsal düzen aile yaşamını işçi için hemen hemen olanaksızlaştırır; gece barınmaya elverişsiz, kötü döşenmiş ve çoğu zaman damı akan ve ısıtılmayan, oturulmaz, pis bir ev, insan dolu odada nemli bir hava; erkek, belki kadın ve büyük çocuklar da, hepsi bütün gün ayrı yerlerde çalışmakta, birbirlerini yalnız sabahları ve akşamları görmekte (...) sürekli ayartılma bu yüzdendir; bu koşullarda aile yaşamı olabilir mi? İşçi gene de ailesini bırakamaz, ailesiyle yaşamak zorundadır, ve bunun sonuçları yetişkinlerin de çocuklarının da en büyük ölçüde ahlaksızlaşmasına yolaçan, ardı arası kesilmeyen aile dertleri ve evsel anlaşmazlıklardır. Bütün evsel ödevlerin savsaklanması, özellikle çocukların yüzüstü bırakılması, İngiliz işçileri arasında çok fazla yaygındır ve toplumun varolan kurumlarınca zorla yaratılmaktadır. Ve böyle yabanıl bir tarzda, ana-babalarına olduklarından daha çok ilgili oldukları ahlaksızlaştırıcı ortamda yetişen çocuklar daha sonra hâlâ iyi ahlaklı olabilirler mi? Kendini beğenmiş burjuvanın işçiden istediği gerçekten bönce değil mi?” (MARKS- ENGELS- LENİN, 2006: 19- 20). Kadının ve çocuğun çalıştırılması kentin özgür kılan yapısını bozmuştur. Emekçi yoğunlaşması endüstrinin sermaye birikimi için bir fırsat haline gelmiştir. Batı toplumları emeğin serbestçe kiralanabileceği, kimsenin zorla çalıştırılamayacağı söylemi üzerinden yine aynı neticeyi, yani proleterleştirme üzerinden “köleleştirmeyi” hasıl etmiş görünüyor. Özellikle ev’in inşa edilememesi, tam istihdamın sağlanamaması ve mahallenin yani dayanışmanın tesis edilememesi Batı toplumlarının çıkmazı oluyor.
Modern toplumların bir kurum halinde kavramaktan mahrum kaldıkları “ev” bütün zamanlar boyunca peygamberlerin bigane kalamadıkları toplumsal birim olmuştur. Bunun iktisadî bir birim olduğu da ifade edilmelidir. Musa (as) Hz. Şuayb (as)’ın kızı ile evlenebilmek için mehir anlaşması yapmıştı. “Şuayb (a.s), Musa'ya dedi ki; bu iki kızımdan birini, sen bana sekiz yıl işçilik yapman şartıyla, sana nikahlamak istiyorum. Eğer işçiliğini on yıla tamamlarsan o da kendinden” (28 Kasas 27). Bu ayette, ücrete tabi bir menfaat (çobanlık) mehir olarak ifadelendirilmektedir. Nihayet Musa (as) mehrini on yıla tamamladıktan sonra aile haline gelir ve Mısır’a gider. Mısır’da peygamberliğinin gereğini yerine getirmesi istendiğinde ilk yapması gerekenin yine “ev” kurmak olduğu açıktır. “Musa (A.S) ve kardeşine vahyettik: “İkinizin kavmi için Mısır’a evler yapın ve evlerinizi kıble kılın ve namazı ikame edin. Ve mü’minleri müjdele!” (10 Yûnus 87). Ragıp el Isfahâni ayette geçen “beyt” teriminin aslının “gece karanlığı” anlamında olduğunu söyler. Ancak “gece kalmaya bakmadan her meskene beyt adı verilir” diye ekler (ISFAHÂNİ, 2006: 180). Buna göre insanlığın da kozmosta karanlıkta kaldığı ve iman çerağı ile aydınlanan meskende sükûn bulduğu söylenebilir. Ancak ayette beyt’in topluluk oluşturucu yapısına da işaret edilmiştir. Zaten İsfahâni başka bir ayet vesilesiyle beyt hakkında şunu söyler: “Deniyor ki: Bu ev topluluğuna işarettir. Onları köyde oturanın köy diye adlandırılması gibi, ev diye adlandırmıştır” (ISFAHÂNİ, 2006: 181). İsfahâni, Mısır’da hazırlanacak evle ilgili olarak “bununla Mescid-i Aksa kasdedilmiştir” der. Böylece ev ile birlikte iki kurumsal yapı birlikte varlık kazanır. Mescid ve mahalle. Cami, toplumsal ve iktisadî faaliyetler için cem olunan yerdir. O, şehrin tamamını yüksek paydada toplamaktadır. Çünkü İslam şehirlerinde caminin yanında pazar/ çarşı/ imarethane/ hamam bulunmaktadır. İktisadî faaliyet/ cehd (iş= indüstri) ev’in dışındaki alanda bırakılmışken, iktisadî tasarruf/tavır evin içine çekilmiştir. Müslüman hayat biçiminde tarihsel manada sarfiyat emtianın döngüsünü ifade eden iktisadî bir tavırdır. Örneğin modern toplumda yenilen meyvenin artığı “çöp” iken, Müslüman algıda toplumsal yaşam meyvenin artığını ev’e bağlanan başka iktisadî yapıların hayat kaynağı haline getirecek şekilde inşa edilmiştir. Yani meyvenin artığı ya bir hayvanın yiyeceği ya da ev’e ait toprağın gübresi olarak “iktisadî” bir değerdi. Üstelik bu hal toplumsal-kurumsal bir yapı idi. Ev’in varlık kazandırdığı kurumsal yapı mahalledir. İslam şehirlerinde mahalle, idarî ve malî bir ünite olmakla beraber alım- satım ilişkilerinin ve mübadelenin al-ver hesapçılığından özenle ayrı tutulmaya çalışılmıştır. Bu manada ev, varlığın zırhı şeklinde değerlendirilebilir. Ev, başka evlerle “birliktedir.” Mahalle de “cemaat” sayılmaktadır. Bu döngüsel yapıyı ve kurumsal imkanı sağlayan dindir. Dinî bir intisap olmadan bu yapının kurulması mümkün değildir. Nitekim her ev mutlaka camiiye bağlı diğer evlerden müteşekkil bir mahalle olarak kemal bulmaktadır. Her mahallenin kendi camii olmakla beraber ticaretin döndüğü merkezde de büyük bir Camii bulunmaktaydı ve burada Cum’a namazı kılınmaktaydı. Cum’a, iktisadî manada toplaşmanın da vesilesi kılınmıştır. Ayrıca, kabilevî ve etnik farklılıkları buluşturan, şehrin farklı yaşayış ve anlayışlara sahip mahallelerini birleştiren bir unsur olarak, önemi büyüktür. Müslüman toplumlarda ev’in “hane” kılınması kadının olabildiğince alım-satım ilişkilerinden “geri çekilmesini” temellendirmiştir. Feminizmin kadın özgürlüğü söylemi altında cemaat hayatlarını birey ideolojisine dönüştürmesi, işçi arzını büyütmesi ve emek gücünü ucuz istihdam ücretlerine boyun eğdirmesi için üretilmiş bir ideoloji olduğu söylenebilir.
Anadolu’da tatbik bulmuş “Hane sistemi” modern toplumun “konut dokunulmazlığı”fikrinden daha temelli bir yaklaşım olarak “konut hakkı” ile beraber “iş güvencesi” getirir. Burjuva ideolojisinin birey felsefesinden hareket edilmediği için Anadolu’da ev, mahalle yapıları şehirde nüfus yığılmalarına yol açmamıştır. Kapitalist gelişme sürecinin tersine Anadolu’da kırsal alanda hane dışında bir “geçim” modeli kurulmamıştır. Hatta Osmanlı idari sisteminde nüfus vergi ödeyenlere göre kayıtlıdır. Vergi vermeyenin “sayılmadığı” ancak vergi verenin de işsiz kalmadığı bir sistem olarak Osmanlı idari yapısının batıda görülen kent ve burjuva hareketine benzemediği açıktır. Osmanlı’da bunun sağlanması “ev”e verilen önem ile evlerin oluşturduğu mahalle ile mümkün olmuştur. Mahalle, birbirini tanıyan, birbirinin davranışlarından mesul, zengini ve fakiri ile dayanışma içinde olan “hane”lerin oluşturduğu topluluğun yaşadığı yerdir. Mahalleler halinde örgütlenme, her topluluğun hem kültürel homojenliği tesis niyetini, hem de mahalle içindeki farklı meslek sahiplerinden küçük bir şehir oluşturma gereğini zorlamıştır. Bu manada mahalleler aynı meslek sahiplerinin ya da sınıfsal yapıların bir arada oturduğu gettolar değildir. Kültürel homojenlik, heterojen meslek erbablarının birlikteliği ile sağlanmakta ve bunun aracı da aynı mescidde namaz kılmak olmaktadır.
Mahalle mali bir teşkilat olduğu için vergi yükümlüsü olmayanın mahalleye kabulü çok zordu. Kaldı ki, Osmanlı reayası tahrir defterlerine vergi verdiği için ismen yazılmakta idi. Kanun nazarında mahalle sakinleri birbirine müteselsilen kefildir. Yani faili meçhul bir olayın aydınlatılması için toptan sorumlu tutulmuşlardır. Böylece, vergi mükelleflerinin hakkıyla tespiti ve vergilerin eksiksiz toplanması da sağlanırdı. Tahrir defterlerine bir evde oturan bütün aile fertleri tek tek kaydedilmeyip sadece vergi mükellefi olan hane reisi ile vergi verebilecek durumda olan genç erkekler ve bazen de dul kadınlar (bive) kaydedilirdi. Dolayısıyla, bir defterde yer alan vergi nüfusu o yerin gerçek nüfusunu göstermemektedir (ÇAKAR, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/32/234.pdf) . Bu sistemin adil bir vergilendirme, tam istihdam, herkese konut hakkı, iş güvencesi gibi kavramlar getirerek kapitalizmin önünde direnç alanı açabileceği söylenebilir.
NOTLAR:
- ÇAKAR Enver, XVII. Yüzyılın Ortalarında Trablusşam Şehrinin Sosyal ve İktisadi Durumu, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/32/234.pdf
- ISFAHÂNİ Ragıp, Müfredât, Çıra Yayınları, c: 1, 2006
- MARKS- ENGELS- LENİN, Kadın Ve Aile, Eriş Yayınları, 2006
- PİRENNE Henri, Ortaçağ Kentleri, İmge Yayınları, 1991
- PUSTU Yusuf, Küreselleşme Sürecinde Kent Antik Site’den Dünya Kentine, Sayıştay Dergisi, Sayı: 60, 2006
- ŞAHİN Adem, Siyasal Düşünceler Tarihinde Sınırlı Devlet Fikrinin Kadimliği Ya Da Genel Kamu Hukuku Bağlamında İnsan, Özgürlük Ve Devlet İktidarı Algısındaki Evrilme, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi C. XV, Sayı: 3, 2011
(*) Bu Makale Bu Ülke dergisinin Şubat 2012 sayısında yayınlanmıştır.