“Yüzemez yunuslar çaylar içinde”
Aşık Mahsunî
Bugünün kültür dünyasına baktığımızda eskiyen bir şeyler görürüz. Gördüğümüz bu şey, klasik bir ifadeyle, nicelik ve nitelik ayrımlarının dışındadır: Sayıları binleri bulan edebiyat siteleri, bloglar, guruplar ve bunlara ek olarak edebiyat dergileri, fanzinlerle örülü sanat dünyasında ortalama algı (ki aslında bu zamanlara kadar kültürün dili) eskimektedir: Tanıdığımız onlarca yazar, üslup ve kurgu olarak belli şeylerin etrafında dönmektedir. Fakat bu mevcut yapının hayatı kavrama noktasında sıkıntılar yaşadığı da bir gerçektir.
Böyle bir edebî ortam içerisinde yeni bir kültürel dilin kurulması ihtimali ancak seçkinci sıyrılmalarla mümkün olabilecektir; bu elbette ve doğal olarak sınıfsal değildir. Diğer taraftan yazarın dünyayı yorumlama biçiminin -ister tek bir cümlede isterse de metnin tamamında- ifadesi olan dilin ve onun unsurlarını ağırlıklarından kurtararak kullanmanın hala geçerli olduğunu ve birçok yazar tarafından hala çok etkili bir biçimde kullanıldığını belirtmek gerekir; dilin bu kullanımı insan temelinde, her zaman kabul edilebilecek bir niteliğe sahiptir; bundan vazgeçmek mümkün değildir. Ama bir başka temelde (akılda) ilerleyen bir ifade tarzına da gereksinim vardır. Bu, kültürel ifade tarzına egemen olan ve birçok yerel yazarın buraya ait olmama lüksü içerisinde verdiği ürünlerin dışında ve bu coğrafyada olmanın imkanını basit tarihsel kurgulara -mesela tarihsel romanlara- kurban etmeyen niteliklere sahip olmalıdır: Kafa karışıklıklarının doğurduğu aşırı öznellikler yoluyla değil aklın tertiplediği ama tamamen yerli yerinde bir sanatsal ifade.
Türk modernliği ne kadar sevsek de sevmesek de bir ilerleme kaydetmiş bunu kültürel bir imkana çevirmiştir -başarılı olmasa da-. Tarihin bir kronolojiden, kesin başlangıç ve sonlardan oluşmadığını biliyorsak aynı toplumda bu modern imkanların bir ironi yaratacağı muhakkaktır. Oluşan bu ironi, sadece aşılmış olan toplum tabanının yukarısında olmayı ifade eden ama en önemli şeyi, çevresine bakınmayı ihmal eden bir özellikteydi; çünkü ironinin malzemesi olacak şeyler için aşağı bakmaktaydı. Bugün bu dil, kısmen romanın ileti biçimi olsa da en etkili şiirde kullanılmaktadır. Bütünlüklü düşünen, yazan ve yaşayan şairlere özgü yüceltici tavır da bu ironiden payını almakta, böylece aslında okurun bir metni okumaya dönük özlemini yok etmektedir. Daha kötüsü, belki okumuş olma ama bu yazarların hangi bağlamdan hareket ettiklerini algılayamama halini yaratmaktadır. Oysa oluşan bu ironi, gülme dışında da çok daha etkili bir şekilde sanatsal bir imkana dönüştürülebilirdi.
Bu nedenle yüceltme nosyonunu edebî faaliyetlerden dışladığımız zaman yine aynı durumla karşılaşırız. Çünkü hayatı tanımlayan basit doğruluk ilkeleriyle yüce arasındaki edebî ilişki her zaman kavramsal değildir. Çoğunlukla ifade edilebilmesi güç bazı insanî yönelimleri işaret eder. Sadece bu bakımdan incelendiğinde bile bir sanat yapıtının bunların dışında bir durağanlıkta ilerlediğinden bahsedebilir miyiz? Ya da çerçeveyi biraz daha genişletirsek, edebî olan, sadece tercih ettiği konu ve üslup açısından değerlendirilse bile okurun hayatında olmayan bir şeye onu inandırmaktan vazgeçebilir mi? Bu sorunun cevabı farkında olmasak da edebiyatın karakterinde bir değişim var mı yok mu sorusunu sordurur bize. Fakat şunu söylemek gerekir, icra ediciler yani yazarlar ve şairler aslında bir yüceltme eylemi bağlamında edebî okumalar yapmış fakat kendi metinlerini böyle bir konuma elverişli kuramadıkları için yüksek kültüre eklemlenme konusunda başarısız olmuşlardır; geride bıraktıklarını düşündükleri şeyi ironinin malzemesi yapmışlardır. Dolayısıyla bu başarısızlık bir başka edebî yönelimi söz konusu etmiştir; o da insan gerçeğinde derinleşme kaygısından uzaklaşmadır. Bu durum batıda da söz konusu olmuştur: Sovyet ciddiyeti karşısında işi şakaya vurup onu güldürmeye çalışmanın yansımaları. Tersine bir bakışla ve daha yakından incelendiğinde, ciddiye alınan yapıtların hala insanın etrafındaki sosyal sıkıntılar çerçevesinde olduğudur ki yaşadığımız günlerde bu bakış açısının giderek daha belirgin olacağını düşünüyorum.
Böylece aslında bu görece kopuşun edebî olandan uzaklaşma olduğu çok sonra anlaşılmıştır: Yazar olmak ile herhangi bir ünlü kişi olmak arasındaki geçirgenliğin en üst seviyeye çıktığı zaman: Metin okumalarından bağımsız, doğal yetenek miti etrafında örgütlenmiş, tesadüfen bir şeyler başaran sıradan yazarın ironi becerisiyle, kısa zaman aralıklarında gerçek bir edebiyatçı gibi görülmesi. Gerçek ironi şudur: Bu yazarlar, özcü, bütünlüklü yani eski yazalar gibi anılmak istemektedirler ama icra ettikleri edebiyatın baskısıyla o yazarların taklidi bile olamamaktadırlar. Böylece her zaman dönüp gururlanabileceğimiz bir mirasın bir tuğlası olmak yerine bize kestirme yollardan söz etmektedirler. Böylece yüksek bir kültür ihtimali zayıflamaktadır.
Sonuç olarak, insanların geleceğe dönük düşlerini etkileyen çeşitli neden sonuç bağları bulunmaktadır. Bunların en basitinin sosyal sorumluluk çerçevesinde örgütlendiğini kaçırmamak gerekir. Ama aynı zamanda ona karşı inançsızlığı da pekiştiren, onu bir ada haline getirip marjinalize eden şeylerle birlikte de varolabilmektedir. Hayatın unsurlarının verebileceği bir payenin bütün bunları aşabileceğini düşünmek gerekmektedir. İşte klasik gelecek tasavvurlarından bu görece kopuş insanların onlara kayıtsız kalmasına, düşmanca bir ironiye kurban etmelerine sebep olmaktadır. Şunu unutmamak gerekir ki dünyanın bambaşka bir hal aldığını düşündüğümüzde bile bu bir kopuşa işaret etmez. O eski dünya bir döngüsellik çerçevesinde yeniden gelir ve yerini alır. Çünkü insanlar, bu sefer de hayatlarını tartacak bir şeylerin arayışına girerler. Bundan dolayı, yüksek bir kültür oluşturma noktasındaki gayretler yeni ve akli yoğunluğa işaret etse de bu, insan gerçeğinde bir kopuşun başlangıcı değildir.
(Dergah, Ekim 2011)