Menu
YAZAR VE POETİKASI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • YAZAR VE POETİKASI

YAZAR VE POETİKASI

En genelde, yazar ile yazı arasındaki ilişkiyi tanımlamak, hem çok kolay hem de zordur. Yazarların kendi poetik tutumlarına dair söyledikleri çoğunlukla bizim onlardan beklediğimiz düşüncelerden farklı olmaktadır. O yüzden bazı yazarlar ısrarla düz yazı yazmaktan, edebiyat üzerine düşüncelerini dile getirmekten kaçınırlar. Sonrasında ise kuram gelir ve yorum, bizi, yapıtlar konusunda bilgilendirir. Ama bu bilgi de beklediğimiz içeriğe her zaman sahip olmayabilir.

Tolstoy, Savaş ve Barış’ın Önsözünde “… ben kimsenin hiçbir zaman benim söyleyebileceklerimi söyleyemeyeceğini anladım, ama bunun nedeni benim söyleyeceklerimin insanlık için çok önemli olması değil, hayatın bilinen yönlerini, başkaları için önemsiz olan yönlerini sadece benim, kendi gelişmem ve karakterim (her kişiliğe özgü özellikler) nedeniyle, önemli sayıyor olmamdı…” derken yazarın hayata dair bir farklılığı, sadece kendisinin görebildiğini farkettiği bir farklılığı yazma tutkusunu belirttir. Bu düşüncenin temelde birçok yazar için sözkonusu olduğu gerçeği her zaman bizi bağlamalıdır.

Diğer taraftan, yazma tutkusunu belirleyen, ideolojik olan ya da olmayan kimlikler sözkonusudur. Bir Avrasyacı olan Dostoyevski ya da maneviyat üzerine denemeleri olan Tosltoy,  hepsi bir kimliğin onlara sunduğu yazınsal evren içinde düşünmeye ve yazmaya çalışırlar. Peki bugün tarihin liberalizmde sonlandığını varsayabilir miyiz? Feminizmden doğanın korunmasına birçok yeni mikro bütünlük ortaya çıkmıştır. Bu, bütünlüklü düşünmenin izdüşümdür. Hep böyle midir, bu sınırlardan dışarı adım atmazlar mı? Elbette atarlar. Çoğunlukla ideolojik bütünlükle yaşadıkları gerilimler onlara yeni eserler için ilham olur.

Fakat şunu da unutmamak gerekir, Kundera’nın roman sanatıyla ilgili olarak yaptığı, modern aklın, Don Kişot’tan bu yana gelişimiyle parelel okunmasına imkan sağlayan yorumlarından, Lyotard’ın Kant-karşı-okumalarına, Türkiye özelinde, sekülerlik dolayısıyla batı karşıtı edebi yönelimlere birçok kimlik, yazınsal vadi bulunmaktadır. Elbette, yazarların sosyal çevresiyle ilişkisi mahiyetinde ortaya çıkan edebi yaklaşımlar sözkonusu olabilmektedir.  İster idealist ister olumsal tavırla yazınsal ilgililerini belirlemiş olsunlar, yazarların en genelde bir farklılığı aradıkları gerçeğinin çok değişmeyeceğini düşünebiliriz. Bu anlamda bütünlükle ilişkileri değişmez ama konular değişir.

Yazıyı belirli bir dönemin ürünü olarak kabul etmek, sanat eserlerinin izafiliğini yok sayıp onları değerlendirmeye çalışmaktır. Peki ortaya çıkan yapıt ya da ürünleri değerlendirmede kullanılabilecek kriterleri düşünerek hiyerarşi ya da tarihsel bir yaklaşım kurulabilir mi? Modern çizgisel tarih anlayışının her zaman bir öncekini geçersiz kıldığına dair inanç, Bachelard, Kuhn gibi birçok düşünür tarafından eleştirilmiştir. Gadamer’in ifadeleriyle “Tarihselcilik denen görüşün zayıflığı, kendi tarihselliğini gözardı etmekten doğar.”

Tıpkı bilimsel devrimler gibi, yeni olanın eskiyi kovduğu, eskinin geri dönemeyecek şekilde yok olduğu savının bir aydınlanma masalı olduğunu öğreneli çok olmadı. Derrida da Marx’ın Hayaletleri’nden bahsederken, günümüzde Osmanlı’nın hayaletleri dış politikamızı belirlemektedir. Hayalet hikayeleri, kocakarı masalları edebiyatımızda sık sık karşımıza çıkan konular arasında yer almaktadır. Don Kişot’un hala en genç roman olduğu iddia edilmektedir.

Elbette bütünlükle kurulan bu ilişki, yazarın “başka” özleminden doğan yüceltme eylemidir. İyi ya da kötü denklemi bugün sinemadan edebiyata birçok kültürel denklemin kurucu öğesi olmaya devam etmektedir. Yüce ile sanat arasında kurulan bağlantı, ağırlıklarından kurtularak poetika haline getirildiğinde ortaya bağlamından kopartılmış, dolayısıyla gerçekliğini yazarın öznelliğinin kurduğu bir ilişki biçimi çıkar. Ben kendi adıma, bu ilişki biçimini onaylayan post-modern diye tabir edilen dönemde doğru anlaşılmanın, hayali yorumların bizi bir yere götürmeyeceğini düşünenlerdenim. Belirli kurama bağlı olarak yazmak, kuramın sınırlarını hatırlatır.  Böylece bir hayat görüşünün sınırlarını belirlemede bile kuramın yaya kaldığını görmek için yazarların bütün eserlerine göz atmak yeterlidir.

Bütünlük kaybolduktan sonra ortalama yazar, hangi bütün içerisinde kalmışsa ona uygun bir şekilde konular belirleyecektir. Ama bir kimlikle bu bütünlüğü kabul etmeyenler elbette her zaman başka yazınsal yönelimler içerisinde olacaklardır. Böylece, eski ve yeni eleştirisine maruz kalabilirler. Herşeyi belirlediği düşünülen, böylece bütün sosyal ve kültürel yapıyı belirleme iddiasındaki yapıyı kabul etmenin dışındadırlar. Burada muhafazakarlığın, radikal özelliğini görebiliriz. Çağdaş muhafazakarlığın, Fransız Devrimine karşı, kendi geleneğine bağlı kalmayı teklif eden Anglo-Sakson düşüncesi tarafından geliştirilmiş olması tesadüf değildir. Tıpkı Avrasyacılar gibi.

Tolstoy’un söylediklerini genelleştirirsek, farklılığı ifade etmenin bireysel bir tavırdan kaynaklandığını söylemek gerekir. Bu bireysellik, yazarın kendisine dair ilgilerini işaret etmesi bakımından da önemlidir. Kültürü algılama biçimindeki bireysel tavır, hayatın tamamını kapsamasa da, en azından yazarın eserlerindeki yönelimi belirleyen unsurdur. Böylece yazar, muhafaza edici ya da yıkıcı, ya da her ikisini birden kullanarak, muhafaza edilenin yerine yenilerini önererek yapıtlar verebilir. Eskide kalmanın, tarihle anlatılabilecek birşey olmadığını yeni şeylerden öğrenebiliriz. Çağdaş olanın algılanmasında, ilgilinin belli bir olay ya da insan teki üzerinde odaklandığını fark ettiğimizde, bu seçiciliğin zaten bizi sürekli olarak eskide bıraktığını görürüz (1).

Sonsözü Kafka’ya bırakalım. Dünyada bulunmanın ve onu anlamdırmanın yazının en önemli unsurlarından birisini oluşturduğunu ondan okuyalım: “Bu dünyanın baştan çıkarma aracı ile bu dünyanın sadece geçiş olduğuna ilişkin güvence, bir ve aynı şeydir. Böyle olması da gerekir, çünkü dünya ancak bir yoldan yaratabilir bizi ve bu da gerçeğe uygun düşer. Ama işin berbat yanı, ayartı başarıya ulaşınca biz güvenceyi unuturuz, ve böylece İyi bizi kandırıp Kötü’nün kucağına atar, kadının bakışıyla bizi yatağa çağırması gibi.”

(1) Bilimsel devrimlerle değişen topluma uygun sanat üretmek ya da bu değişimi yönetmeye çalışan sanat eserleri icra etmek, varolan sanat edimini nitelendirmek, muhtevaya hakimiyeti kaçırmak anlamına da gelebilir. Sadece Türkçe bilen yazarın, yayınevlerinden çıkan son kuram kitabını alıp, işte sanat budur diye düşünmesinin anlamını bu kaçırmakla özetlemek mümkündür. Ama bu kitabın yazarının hangi bağlamda eserleri incelediğini, en azından bu referans kitabını iyi okumasını, analiz etmesini beklemek bile artık umutsuz bir beklenti haline geldi. Yarım kitap okumanın, index takibiyle sonuçlar elde etmeye çalışmanın neticesi, maalesef,  bütünlükten yoksun sonuçlar oluyor. Bu referans metinlerinde geçen isimlere dair kendi yargısını oluşturmak için, sözkonusu yazarların tek bir kitabını okumak belki farklı bir bağlamda düşünmesini sağlar. Diğer taraftan ele alınan metni bir bağlama oturttuktan sonra, onun varsayımlarına uymamakla suçlamak, normal olarak, bizi bağlam konusunda yeniden düşünmeye sevk etmelidir.

Diğer Yazıları