Menu
TÜRK EDEBİYATINDA BÜTÜNLÜK KAYBI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • TÜRK EDEBİYATINDA BÜTÜNLÜK KAYBI

TÜRK EDEBİYATINDA BÜTÜNLÜK KAYBI

Edebiyatın ülkeyi bütün olarak ele alması hala mümkün müdür? Bu sadece edebi imkanların bize sağlayabileceği bir avantaj mıdır? Elbette değildir. Metinlerde, toplumu bütünleyen bazı olumsal cinler vardır. Mesela bunlardan en önemlisi ve geçtiğimiz yüzyılda etkisini en fazla gösteren, ulusçu yaklaşımlardı. İvan Gonçarov, Oblomov adlı romanında şöyle bir betimlemede bulunur: “Bir Alman’a istediğin kadar beyaz, ince gömlekler, güzel ayakkabılar, hatta sarı eldivenler giydir, hepsi onun üstünde köseleden yapılmış gibi durur; beyaz manşetlerden kaba, kıpkırmızı eller çıkar, zarif bir elbisenin altında ya bir fırıncı ya bir lokantacı vardır. Bu kaba eller sanki çekecek bir ip ya da çok çok, bir çalgı yayı arıyor gibidir.” Nietzsche ise Putların Batışında şöyle bir çıkarsama da bulunur: “ ‘Kötü insanların şarkıları yoktur.’ -Nasıl oluyor da Rusların şarkıları oluyor?”

Bu iki örnekte bütünsel yaklaşımın izlerini bulabilmek zor olmasa gerek. Türkiye özelinde belirgin bir ulusal düşman algısından, nitelikli edebi eserlerde, söz etmek çok kolay değildir. Daha çok, işgalciler karşısında onurlu mücadele söz konusudur. Bazı romanlarda ve ikinci sınıf şiirlerde düşman algısından bahsetmek mümkünse de, başka bütünsel ayrımların yardımıyla şair ve yazarlar, düşman algısını törpülemeye çalışmışlardır. Hatta bazen, ulusal düşmanlarımız (!) “bizden daha medeni” insanlar olarak biyografilerde uzun uzun anlatılmışlardır. Diğer taraftan Türk edebiyatında ulus-devletin varlığını zorlayan, onu bütünüyle yok sayan yaklaşımlar daha çok etkili olmuşlardır. Bir başka tarihsel yönelim bağlamında edebiyatçılar, hakimmiş gibi görünen bu bütünselliğin her zaman dışında yer almaya çalışmışlardır.

Peki öyleyse bu bütünlüğün gücü nereden gelir? Bütünlük, insanın algı ve ilgisini tek noktada toplayabilecek bir yapıya sahiptir. Böylece zihin, bir taraftan kendi dışındakileri tek bir odaktan bütün olarak kavrarken, diğer taraftan edebi verimleri oldukça güçlü olacaktır. Böylece kendi bütünlüğüne olan inancını pekiştirirken, kendi dışındakileri bir bütün haline getirecektir. Birbirini vareden bu iki bütün arasındaki ilişkinin en şiddetli hali ontolojik temele kadar inebilendir. Böylece bazı geleneksel ilişki biçimleri olduğu kadar modern bazı yönelimler de, mevcudun dışında, farklı bütünlükleri söz konusu etmiştir.

İki binli yıllarla beraber bu farklı yönelimler, yerini daha parçalı anlayışlara bıraktı. Parçalardan yola çıkarak bir bütün eleştirisi değil, sadece belirli sorunlar etrafında toplanan edebiyat anlayışı hakim oldu, ana edebi metinler çeşitlenerek bu hakimiyeti pekiştirdi. Böylece aslında, devleti algılama biçimindeki değişiklik kadar, toplumu yönlendirme iradesi de yavaş yavaş eridi. Elbette bunun siyasi yansımaları da söz konusu olabilmekteydi. Böylece bütüncü bakış açısı sadece bir yönüyle algılanmış, edebi olmaktan uzakta konumlandırılmıştır. “Günlük gerçekliklerin zorlandığı” yönündeki eleştirilerle metinler ayıklanmaya başlanmıştır. Bu noktada bir bütünlük kaybı söz konusu olmuş ve bu etki şiddetlenerek günümüze kadar devam etmiştir. Bu süreci, edebiyatçılara yöneltilen bir şantaj olarak değerlendirmek mümkündür. Oysa unutulmaması gereken şeylerden birisinin, bütün algısının her zaman edebi metinleri güçlendirdiğidir. Aşılıp geçilen şeyler olarak değil, “bastırılmış olanın geri dönüşü” olarak bütüncü bakış açılarına her zaman ihtiyaç vardır.

Bütünlük, insanların hayattan beklentilerinin mahiyetini belirlerken, şu an tanımlı olmayan bazı ilişki düzlemlerini hedefleyerek, bağlılığın gücüyle bu düzlemler arasında doğru orantı kurar. Bugünlerde bu kadar temelde seyretmemektedir. Yeni bütünlüklerin belirlenmesi ya da kendiliğinden ortaya çıkanların tespit edilmesi gerekmektedir. Böylece bütünlük kaybının telafisi mümkün olabilecektir. Diğer taraftan bütün algısını keşfetmiş yazarlarda görülen güçlü dil ve yapıt geleneği sürdürülebilecektir.

Fakat şu sorunun cevaplanması gerekmektedir: Bütünü oluşturan neydi ki son on yılda değişmeye başladı? Bu sorunun cevabının çok boyutlu ve çeşitli olabileceğini bilerek genel iki eğilimden bahsetmek gerekir. Birincisi, bütünlük kurgusunu önceleyen ve en çok da onun etrafında insanları bir araya getiren şeyin yüksek yaşam standardı ve yüksek bir kültüre olan ihtiyaca mevcut yollar zorlanarak ulaşılamayacağı düşüncesi olduğudur. Bu çaresizliğin, standartların değişmesiyle yerini daha uzlaşmacı bir kimliğe bırakmasıdır. Bunun sonucunda bütünlük, tamamen yok olmasa da vasati bir yol tutturur. Fakat bütünlüğün hayaletlerini de beraberinde taşır. Bu hayaletler, hayata tutunma kabiliyetini arttıracaktır.

Peki öyleyse böyle bir bütünlük kaybı karşısında, yazarlar, nasıl bir bütünlüğe doğru ilerler? Bunun cevabı ise sanırım icra edilen edebi türde yakalanılması gerekli bir bütünlük olmalıdır. Böylece türün kendi bütünlüğü zorlanarak, yeni bir takım mecralara doğru kayılarak, yazarlar kendi bireysel bütünlüklerine doğru ilerleyeceklerdir. Bu ilerleyiş sırasında, eski bütünlüğün hayaletlerini yanlarında taşıyabilecekleri gibi kendilerine yeni arkadaşlar edinebileceklerdir.

(Dergah, Şubat 2011)

Diğer Yazıları