Menu
iki metin
Deneme/İnceleme/Eleştiri • iki metin

iki metin



Bir çiçek isminin sarhoşluğunda gelen…

Selim İleri’yi okuyunca düştü cümleler, iç sesten yazıya. Bu haftaki köşe yazısında ilk romanlarından birinin yâdına düşmüştü yazar, ben de onun izini sürdüm, yâda düştüm. Yazılmışların, yaşanmışların, hayata güzellikle ve hüzünle düşenlerin yâdına düştüm. O bir yazının ser-encamında, yazdıklarında geçmişinde durmuş, okuduklarında (Beyaz Geceler)  yeniden vurulmuşken, ben de oturup yirmili yaşlarımın defterlerini açtım, aşkın cezbesinden uyanamayıp o ateşte daim yanışımı seyreyledim. Şölene dönüşemeyen geçmişin yâdında, yazar da pişman değildi ben de. Yazarın romanı konuşmuştu kalbine, benimse defterlerim. O, yirmili yaşlarında bir roman yazmışken, ben defterler tutmuşum kendi ayinime.

En çok “Çiçek, koku günlüğünde şölen” diye  yazmayı düşündüğüm yazının, içime doğuşundaki büyüden olsa gerek bu fark ediş, yazının başlığından etkileniş.

Benim fark edişim, yazarın (Selim İleri’nin) içindeki samimiyete, üzerinden geçtiği kalp titreyişlerine. Kendine dönüşü, kendinde birikişi öyle güzel ki:Bu ilk romanın, yazarını teskin edişi mesela;

“İlk romanım, ne yapalım, üzülme, başarısızdın ama içtendin diyor.”

İçten olmak…

Tam otuz altı yıl önce yazılmış ilk geçlik romanından, yirmi dört yaşın ikramlarında ağırlanmış da yazılmış, yazılmış da hüzne uğramış, beğeni şölenlerinde ağırlanmamış bir romanından “Destan Gönüller” den bahsediyordu yazar Selim İleri.

Dedim ya, bir yâda düştüm. Evvela yazının başlığından menkul: “İlk romanımda leylaklar” hem de çiçeğin adından , sonra da yazarın itiraflarından, kabullerinin coşkusundan olsa gerek bu fark ediş, onu hissediş…

“İlk romanımda leylaklar” da, hissettiğim rikkat, yazarın hâlâ, bahçeler, ahşap evler, köşkler İstanbul’undan apartman İstanbul’una geçişin  tanıklığını yapmışlığının hüznünü duyması. Ve en çok leylak ağaçlarının birden gidişine üzülmesi. Leylaksız, mor salkımsız bir İstanbul varlığı.

Oysa onda “ ilk romanımda leylaklardan, bahçelerden söz açmalıydım” diye başlar güzelliğin hayali. Çünkü çok sevdiği, etkisinde kaldığı Kerime Nadir romanı Hıçkırık”ta da leylaklar vardır. Göçüp gideceği önceden hissedilmiş gibi uzun uzadıya anlatılan leylaklar, aşka acıya güzelliğe hem-dem olan leylaklar.

Ve ilk romanıyla sonrakiler arasında hep var olan bahçeler çiçekler geçidi… Bu geçit ki bir hayali, bir  güzelliği erdiren, romanı, hikayeyi  “bir Selim İleri romanı, hikayesi” yapan nazlı ayrıntılar. Ve iyi ki bu nazlı ayrıntılar, Tanpınar’ın yaz bahçeli, yaz geceli şiirlerine tutku, tutkunluk var.

Var ki bize tevarüs eden bu duygu, hayat inceliklerinin edasında, hazzında ve sızısında bunca yaş, zaman ve mekan farkının mesafesine düşmeden aynı hüzünde buluşup aynı coşkuda bir dua lisanı, bir şiir cezbesi ve bir rikkat eriyişinde aynileşebiliyoruz.

Aynileşmeler lisanından:

Onun ayininde, yıllar öncesinde yazılmış ilk romanla son roman arasında var olan çiçekler, bahçeler ve yaz gecelerinden geçen aşklar…

Benim ayinimde, yıllar öncesinde tutulan ve tutulmaya devam eden, ışıktan sudan ve kokudan ve çiçekten, bahçeden yazdan geçen defterler var.

Onda “ilk romanımda leylaklardan bahçelerden söz açmalıydım” diye başlarken güzelliğin hayali…

Ben ilk satırlarıma  mevsimi müjdeleyen, anı fısıldayan çiçeklerle, kokuları kondurdum.

Günlüklerim çiçek, koku, su ışık düşülmüş zamanlardan mevsimlerden okundu hep.

Onun kalbini tutan şey, o yazı yazıldığında, bir yazıya “İlk romanımda leylaklar” a dönüşürken…

Ben, “Çiçek, koku günlüğünde şölen” yazımı yazacaktım. “İlk romanımda leylaklar”  yazısını okuyunca bir çiçek isminde bu seyre düştüm.

Çiçekle, kokuyla kaydı düşülen zamanlardan geçtim.

Bu, büyüsüne doğduğum o yazı “Çiçek, koku günlüğünde şölen” olmasa da çiçekler, kokular olmalı son söz adına. Ve ille de su ve rüzgâr…

Sudan ve rüzgârdan geçenin şahitliğinde okunanlardan:

Tam üstümüzde kocaman bir bulut akça pakça… Kayıkta iki kişi salınıp duruyor. Sait Faik’le benim aramda hiç zaman yok.

Öyle güzel ki, elma ya da şeftali çiçeği… Şeftali çiçeği… Gelin gibi…Su sesi kuş sesi renklerin sesi.

Sonra bir bahçeden sızan tangonun yükselen, saran, çağıran ahengi, kendinde sarhoş akasya kokuları, giden adımlarımı dönen eyliyor. Bir ada evi, no dokuz. Bahçede yaşlı keyifli hayatın ta kendisi bir kadın dinliyor bu tangoyu ve ben, geri dönen dönüp de bu notları defterimi, henüz açmaya başlamış hanımelinin sardığı duvara yaslayarak yazıyorum. Tango devam ediyor, sarhoş akasya kokuları çoktan ihtilal yapmışken…

Sana nerden gönül verdim

Keşke vermez olaydım

Sana bu can feda dedim


Keşke demez olaydım.


Ve son sözü, sorduğum soruyu hâlâ cevaplamayan arkadaşım vermeli… “Sahi sen hangi çiçeğin çocuğusun? Hangi çiçek, hangi koku senin varlığının şahidi?” demiştim…



yansıma

Hiç bir şey anlamsız değildi. Her şey sadece ve sadece erken ya da geçti hayat nizamında. Kalbin ufkunda yer alan her şey için, insanın lisanından biçimlenince anlam ve aklın tabirinden geçince hakikat, “erken”  ya da “geç” oluyordu. Oysa erken ya da geç olmayan, dahası zamanı hiç olmayan nesneler, gölgeler ve ışıklar dünyası da vardı. Zamanı olmayan, zamanı olmayana sığınarak yeniden var oluyordu. Arif olmak isteyene hem isim hem mana olsun diye… Sonra idrak, derin bir tecrübeden geldiği gibi, “cezbeye ân olsun diye biçimlenmiş ikramlar” dan da geliyordu.

Bazı  şeyler daha az acı çekelim diye erkendi. Ve daha çok bilmeyelim diye yine erken. Geçler hep taşıyabilelim diye vardı. Aşkı  taşıyabilelim diye delilik, teni taşıyabilelim diye cazibe, ölümü  taşıyabilelim diye sonsuzluk. Delilik aşkı, cazibe teni, sonsuzluk ölümü taşırken ben seni taşıdım. Rüyalarım erken ve geç olmayanı, hep olanı, taşıdı. Ben hayatımı güneşin ışığıyla yaşadım ve rüyanın ışığıyla da nefesimi okudum. Nefes, hayatı okumak için vardı. Muhkemdi, nefesimiz kadar okuyabilirdik bize dair olanı. Nefes yoksa diğer okumalar suretimden de sıretimden de mahfuzdu. İnsanlar değil okumalar da mahfuz olunurdu demden.

Derin aldığım nefes derin denizlerin bağışıydı. Derin verdiğim nefes derin göklerin kabul ettiği emanetti. Her şey sadece kendisi ve sadece emanetti.

Kuşların titrek kanat çırptığı hikâye, aslında göklerin izin verdiği hikâyeydi.

Bir gök kubbenin altında ikindi vaktinin kendini çoktan teslim ettiği akşam, mavinin en güzel geçişlerini verirken… Bulutlar hem maviye hem laciverde konmuşken... Kurşunun ağırlığına teşbih tutmuş da kendi hafifliğine hakikat olmuşken… En çok da nazarlarım ve kalbimin seyr ü seferi kuzeye durmuşken… Bu gök kubbenin altında nazarlarımın, nefesimi bıraktığım derin göklerin derinliğine nice zamandır değmediğini, düşmediğini bildim.

Kuşlar geçiyordu. Titrek kanatları yorgunluğu değil; gökleri fısıldıyordu. Gayreti, rızayı, akşamı ve sabahı anlatan kuşlar olsa da kelâmda; bu okumada, göklerin izin verdiği bir hikâyeydi bu. Bu da ayetti.

Kaç mesafeyi, neden kat ettiklerini bilmesem de gayretlerine dair hikâye, meczuba lisan olacak kadar keskin ve muhkem. Sonra, gök izin vermese, gökler izin vermese, bu titrek uçuşlar olmayacakmış zannı, bilgiye dönüştü. Ve ben, kuşları değil; gökleri okumaya başladım. Üstümde saklanan, korunan gökleri bu kadar gecesiz, bu kadar ışıksız bilmemiştim. Güneşle, geceyle, yıldızla yapılan bir okuma değildi bu. Gündüzdü ve en çok da akşamdı.

Suyun sesi bir kendine bir de bana değiyordu.

Biliyordum gökleri bulutlar ve maviler örter de benim kalbimin göklerini ne örter? Bir Cebrail bir nebiyi sıkar. Sarsar. Oku, der de nebi, “beni örtün” diye mahremine düşer bir okuma için. Ve bu kadar değildir gerçek. Biliriz de haddi aşmayız bilinende.

Şimdi bu hikâyeyi, kuşların titrek kanat çırptığı o hikâyeyi değil de göklerin izin verdiği bu hikâyeyi okumak için, hayrımla yaratılmış hangi melek gelir, sarsar mahremime düşürür beni. Kalbimi, hangi dokunuşla ürpertir de yerine koyar sonra?

Yolcular sakin ve selametteydiler. Bir ayetin, bir peygamber ateşini teşrifi sadece kelâm ve mana hükmünde değildi. Ateşe, su ve serinlik olarak inmişti gerçek. Âyeti okuyan bizdik de  yaşayan O (Halilullah) idi.

Bize gerçek olan âyette, göklere sakin ve selâmette ol denmişti. Gökler hep sakin ve selâmetteydi. Depremler olur arz sarsılır da gökler yerinde dururdu. Dönseler de kendine ve rabbine dönerlerdi. Dönüş, dönüşü dengeler, durmak kılardı eylemi. Kan kalbe dönerdi, gök emrine, kuşlar göğe dönerdi; ben sana dönerdim. Bazen burgu gibi derine, bazen rakkas gibi zemine. Bazen ve hep, varlık sırrında, Rabbe dönerdim. Yolcular sakin ve selametteydiler. Dönenler de.

Dönenlere dair asılda, hikâye iğreti biliyorum. Lakin dönene vakıflığım, kanımın kalbime dönüşü kadar… Benim en güzel şeylere rağmen, ona dönüşüm kadar.

Beş kuş  geçti gökten. Martı ya da her ne ise o cinsten. Ben bir çay bardağında, hayatımı göklere verirken. Su akarken. Sen bir şehirde öylesine yaşarken. Hem de gökler kanat vuruşlarıyla savrulur ve sarsılırken. Bir deniz bir denize boşalırken, ben kalbimi dinliyor, özlüyordum. Ve varlığında var olana, nazım, niyaz oluyordu. Her şey, kendine sığınana cevap veriyorken sen sadece bir şehrin içinde öylesine yaşıyordun.

Arz ehli kararda ve istikâmette.

Yer, yön var ya… Arz yerinde durup toprak her şeyi ama her şeyi taşıyor ya… Dağlar çivi, gökler direk ya… Karar istikamet bundan. Emniyet hali. Sakin ve selamette olanlarla sakindim ve selâmetteydim. Kanatları yorulmaz mı bunların? Gök taşımaktan yorulmaz mı, verdiği izne dair sükûneti bozmaz mı?

Bir bardakta çay soğurdu. Gün gecede kaybolur, uyku bu bedende dururdu, bilirdim. Ölümün benim için hep durduğu gibi. Cennet de bir yerlerdeydi. Uykunun yokluğu gibi yok, varlığı gibi vardı. Uykunun gelişine benzemedi kuşların göklere gelişi. Bir evden, bir ağaç dalından uyandılar erkene, en erkene, sabaha… Yıldızlar geceyi terk etmeden az evvel terk ettiler yuvalarını gökler için. Kitapta ise, rızk için terk ettikleri yazıyordu. Rızk, yaratılmışların çaresizliği ve de mecburiyeti. Yaratılmışsan cebri yaşayacaktın. Duran yoktu. Rızk vardı garipti, gökler vardı da güzeldi. Kanatları vardı, neden var olduklarını bilmedikleri. Onlar bilmese de ben biliyordum bu da güzelliğe dâhildi… Kanatları olmak, ruhu olmak gibi bir şeydi… Seni olmak gibi bir şeydi.

Sen olmayınca, olup da canıma sığmayınca…

Siz, önce uçardınız göklere. Haleler ve hareler gibi, girdaplar ve sitareler gibi dönerdiniz göklerin derinliğine… En çok nedendir bilmeden hep kendinize. Sonra canınıza kanatlarınız, kanatlarınıza gökler değerdi de ruhum acırdı. Göklerden dönmek istemezdiniz. Canınıza kanatlarınız değdiğinde, gökler acırdı ve ki benim de kalbim.

En güzel uçan, gökleri en çok acıtandı. En yorgun, hep yorgun olanı, gökler değil; evler karşılardı. Yorgunluğun bir tek tarifi vardı. Canına kanatları değmemek.



Gökler acımıyorsa, güzellik, adında kalmıştır. Acımak için, başka türlü  var olmalardan geçmek gerekirdi. Uçmak kâfi değil. Durmamak ölçü değil. En keskin, en nazenin vuruşları ve değişleri yapmak marifet değil. Nizama hâl bırakmak asıl olan.

En güzel uçan bendim. Gökleri en çok acıtan. Bembeyaz tüylerim, su köpüğünden, bulut hafifliğinden yaratılmıştı. Mesafeyi bulan gözlerim, boşluktan yaratılmış. Her yolculuğum bir kıyıdan başladı. Suya değdi kanatlarım önce. Her dalga, bıraktığım suyu, çırptığım kanat sayısını verdi. İnsanlara yakın olmak, onların varlığını kendilerine hatırlatmaktı. Ben, bir şeydim. Bir şey olana, “her şeyi” göstermek için. Göklere bakmayı unutanlara, gökler varmış dedirtmek için, gün ortasında geçerdim. Tanrılığını ilan edenlere, iç acısı olur belki diye, hatırlarlar diye, akşamları, bir dönüş çizgisinin emanetinde, sürümle bir yere doğru, hep eve doğru hem de çığlık çığlığa geçerdim. Yerlere yakın, göklere uzak geçerdim başlarınızın üzerinden. Gönüllerinizin sessizliğinden.



Gösteri bittiğinde yere yakın, göğe uzak olsam da bir dönüşle kendime kalmışken, onu gördüm. Bir çay bardağında, hayatını göklere vereni. Su kıyısında, kalp lisanında onu, bir mevsim bir mevsimi terk ederken gördüm. Sadece gördüm. O insandı, ben kuştum. Her zamanki gibi geçmiştim işte, yine geçen her şeyle.

Gökler kanatlarıma değdi, mesafeyi bulut bulut bildim. Döndüm. Derinliği, kalbimin kendine uzaklığı kadar… Ve kalbime inenin sessizliği kadar. Benim kalbim ki ancak sessizlikle yorulurdu. Kendi sesim bile işlemez kendime. Hazzın, çığlığın o lisanı kalbime inmez. Ben hiçbir zaman kendi hazzımın, çığlığımın sesini bilmedim kalbimde. Gözlerim boşluktu, kalbim kuyu. Bu yüzden uçuşumun ufku, boşluktan ve kuyudan ibaretti. Gökler bu kuyuya ve ki bu boşluğa düşünce kanatlarıma değerdi. Bu bilişle bildim ki senin başına da gökler değmişti. Kolay değildi öyle, başı göklere değmek. O kutlu gelişi gökler, gök ehline verirlerdi.

Sen de benim gibi olmalıydın. Bu kadar kolay verdiğine göre bir bardak çayla kendini göklere. Hüznün mesafesi, senin kalbinin benim kanadıma değmesidir. Bunu sen bilmezsin. Hani bir tını bütün göklere değer ya. Göklere değmeye giden her şey, benim kanatlarıma da değer, ben istemesem de.

Parmaklarının izini de taşır gökler ve kanatlarım. Kanatlarım ki tekrarı  olmayan bu izlerin tekliğiyle ağırlaşır. Bir benzeri olsa bu kadar zor olmaz taşımak. Bu yüzden ne kadar aziz değse de gökler kanatlarıma yani ki ben ne kadar irtifa kazansam da göklerden çıkıp gidemeyişim bundandır. Bembeyaz tüylerim, su köpüğünden, bulut hafifliğinden yaratılmışsa da ağırlaşan yanım insan eliyledir. Hem de bir parmak iziyledir. Üstelik her dokunuş sadece bir iz bırakmaz, bir hikâye, bir hayat bırakır yaşanamayanlar adına. Sen de bilirsin ki, ey yerde oturan! Bir mevsim bir mevsimi terk ederken kendini hem mevsimlere hem göklere bırakan!

Sen de bilirsin ki -hep bildiğinden ki- insan yekpare var değildir. Sesiyle, kalbiyle, eylemleriyle var olurken, insanın içini en çok dokunuşlar acıtır. Havaya, suya, sese karışamayan dokunuşlar acıtır. İşte bu yüzden sende acıyan, bende ağırlaşır.

Sana en yakın yerde, kendime en uzak gökte; bu acının ağırlığa dönüşen emanetinde sarsıldım seninle. Seninle ben sarsıldım. Gökler sarsıldı. Benim bakışlarım boşluktu da senin bakışların ruhtu. Bizim ruhumuz yoktu. Bu yüzden, en çok ve pek çok bu yüzden bizim güzel gözlerimizin derinliği, bakışında hep boşluktu. Biz sadece toprak olurduk. Siz önce toprak sonra yeniden, benim de senin de bilmediğin başka türden varlık olurdunuz. Siz âşıktınız çürüyüp toprak olmazdınız., karanlıklarda kalmazdınız. Size leyl ü nehar olmaz. Seninle sarsılışım, emaneti taşıyışım…



Bakışların su kıyısında, kuzeyde erimişken… Bulutlar, ufkundan en derin mavide seyr ü sefer ederken… Tam iki kez, kalbin, durma noktasına geldi. O an aldığın nefes bana çok, çok ağır geldi. Yoksa nasıl bu kadar sana yakın geleyim. Birinde arşa değen bir lisanla sarsıldı kalbin. Diğerinde… Ah keşke o lisanda kalsaydın. Kalbinle kalsaydın da aklınla yormasaydın. Arşa değerken, içinden, “Neden?” dedin. “Neden?”

Bu kez kalbin arşa değenle değil; siteminle sarsıldı. Unutmuş muydun? Hani söz vermiştin? Kalbine sitem düşürmeyecektin. Kalbine düşen, arşa değiyordu ya o yüzden. Sitem, arşa değmesin diye söz vermiştin, bu bilişle çok da acı çekmiştin.

Sahi neden, “neden, neden?” dedin?



Bu suallerinle çaresizleşip, ıssızlaştı kalbin. Kalbini, sadrını  genişletmek için önce kollarını açtın doğu batı uzamında. Yetmeyince genişlik, kalbini ve başını göklere çevirdin. Biz geçiyorduk beş kuş. Cinsimizi belirlemekten aciz sen, gelişimizi uykunun gelişine benzetemedin. Bizi, seyrimizi, seferimizi, kanatlarımızı, gökleri fısıldadı lisanın. Tekrar kendine kalbine dönmek için. En çok sevdiğin gibi sevdin gökleri. En çok olmak istediğin gibi var ettin bizi. Uçuşumuza, olmak istediğin kadar anlam biçtin. Kalbine yeniden dönmek için, acıtan, seni, tenini, ruhunu acıtan dokunuşlarla verdin nefesini. Tuttun, mevsimin serinliğini fısıldayan bardağı. Çay içilmiş. Bardak soğumuştu. Bardaktaki parmak izini önce nefesin, sonra rüzgâr emanet aldı. Savurdu göklere… Ve taşısın diye çağırdı bizleri. Hepimiz yorgunduk. Sen güzelliğe dâhil, acıya vuslat olan bir gök, bir derinlik hayal ederken, gökleri en çok ben acıtmak istiyordum. Güzelliğe dâhil olayım diye. Kanatları canına değen, göklerin kanatlarına değdiği tek bendim. Ben... Göklerden çıkıp gitmek isteyen… Kendi derinliğini, terk ettiği değil; çıkıp gittiği derinliklerle, göklerle bilmek isteyen… Bunca acıyı ancak güzellik taşırdı. Emaneti yalnız güzellik alırdı. Su köpüğü, bulut hafifliği kanatları ancak acı ağırlaştırırdı.

Beni çağırışın bilmeden ama mutlaka bu yüzden…