İnsanlık tarihinde “devlet” mefhumunun ne zaman ortaya çıktığına dair net bir bilgiye sahip değiliz. Bu tarihsel bilgi eksikliğimize rağmen “toplumsal sözleşme” kuramcıları kronolojik olmasa da mantıksal olarak devletlerin varlık nedenini tespit etmeye çalışmıştır.
Toplumsal sözleşme kuramının en önemli temsilcisi Thomas Hobbes devletlerin varlık nedenini, devlet öncesi dönemin özelliklerine bağlı olarak açıklar.
Hobbes’a göre devletlerin varlığından önce insanlar arasında bitmeyen bir çatışma ve savaş hali yaşanmaktadır. Ölüm korkusu sürekli ve yaygındır. İnsanlar hayatta kalabilmek için kendi gücü ve imkanları ölçüsünde her şeyi yapmaya hakkı olduğunu düşünür. Zaman ve mekan tanımayan aralıksız ve genel bir savaş hali söz konusundur. İnsan ilişkilerini belirleyen ve biçimlendiren tek faktör ise hayatta kalma istediğidir.
Hayatta kalma isteği, aklın devreye girmesiyle birlikte, insanların hayatlarını güvence altına alabilecekleri uygar toplumu ya da “devleti” kurmalarıyla sonuçlanır. Akıl, insanların üzerinde anlaşabilecekleri uygun barış şartlarını gösterir.
Hobbes’a ve diğer birçok kuramcıya göre devletin temel varlık nedeni güvenliktir. Güvenliğin temel şartı ise egemenlik kurumunun var edilmesidir. Egemenlik toplumsal sözleşme ile kurulur. Sözleşme uyarınca toplumu oluşturan bireyler, toplumun güvenli bir şekilde ayakta kalabilmesi ve devlet öncesi dönemdeki savaş haline dönülmemesi için haklarının bir kısmını bir kişiye ya da devlete devrederler. Bu onaylamak ya da rıza göstermekten öte herkesin herkesle yaptığı bir sözleşme olup herkesin bir ve aynı kişide/kurumda gerçekleşen birleşmeleridir. Meşru olan egemenlik, sözleşme ile kurulmuş olup egemen gücün gerçekleştireceği her eylem aslında iradesini ona teslim etmiş olan bireyler için bağlayıcıdır. Devletin temel amacı da bireysel güvenliktir.
Günümüze kadar bu kurama çeştli ve farklı yaklaşımlar getirilmiş olsa da mevcut hali eski Türkiye yeni Türkiye karşılaştırmamızı yapabilmemiz için yeterlidir
Buna göre devlet kendisini oluşturan tüm bireylerin iradeleri toplamı olup, tek tek her bir bireyin güvenliğini sağlamaktan sorumludur.
Eski Türkiye toplumsal sözleşmesini gereği gibi yapmamış bir devleti temsil etmektedir. Bu dönemde ortaya çıkan çok sayıda toplumsal olay vatandaşların egemenliklerini mevcut yapıya vermek istemediklerinin göstergesidir. Başlangıçta (ilk mecliste) toplumun her kesiminin katıldığı sözleşmenin bir süre sonra kurucular tarafından değiştirildiğini ve belirli bir azınlık dışında kalan neredeyse tüm vatandaşların sözleşmeden doğan haklarından mahrum bırakıldıklarını görüyoruz.
Her ne kadar egemenliğin kayıtsız şartsız halkta olduğu ve halkın egemenliğini meclis eliyle kullanacağı belirtilmiş olsa da uygulamada egemenlikten doğan imtiyazlar halkın önemli bir kısmı ile paylaşılmamıştır. Haliyle “Eski Türkiye” vatandaşları tarafından tam olarak benimsenmiş bir devlet olamamıştır. İnancı ve kültürü gereği devletine sıkı sıkıya bağlı bir toplumda derin sarsıntılara neden olan bu durum yıllar boyunca sürmüş, toplumsal kültürde onarılması güç yaralara neden olmuştur.
Yıllar boyu bu ülkenin insanları kendisini koruması gereken MİT, emniyet ve ordu gibi kurumlara karşı mesafeli olmuş, güvenememiştir. Özellikle peygamber ocağı olarak gördüğü orduya karşı net bir tavır alamamış; sevgi, korku ve nefret duyguları arasında gidip gelmiştir.
Eski Türkiye’nin sorunlu yapısı insanların vatan sevgisini; yaşadıkları topraklara bağılık ile kendilerini yöneten rejime bağlılık olmak üzere ikiye ayırmalarına, birincisini tartışmasız bir şekilde savunurken diğerine karşı karışık duygular beslemelerine neden olmuştur.
Toplumsal yapıdaki son derece güçlü “vatan topraklarını koruma isteği”, rejimin (devletin) korunması ya da benimsenmesinde ortaya çıkamamıştır. Devlet halk tarafından tam anlamıyla benimsenmemiş, yöneticiler de halkı bir tür “iç düşman” olarak görmüştür. Eski Türkiye kendisine tam olarak bağlı vatandaşlar yetiştirme konusunda kabaca başarısız olmuş, meşruiyet sorunu yaşamıştır.
Yeni Türkiyenin inşa süreci toplumsal sözleşmedeki kusurların giderilmesi sürecidir. Bu süreçte daha fazla vatandaş devleti benimsemiş, devletin kendi devleti olduğu konusunda ikna olmuştur. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında yenilenen toplumsal sözleşme ile önceki sözleşmeden doğan haklarını kullanamayan halkın önemli bir kısmına hakları iade edilmiş, devletin onların da devleti olduğu vurgulanmıştır.
Sürecin başında büyük zorluklar yaşanmış, yaşanmaya da devam etmektedir. Sözleşmeye katılımı arttırmak yeni cumhurbaşkanının son günlerdeki konuşmalarında ağırlık verdiği konulardan biridir. Birçok kez ülkedeki tüm kesimleri devlete güvenmeye davet etmesi, devletin herkesin devleti olduğunu vurgulaması, eskinin çarpık bir şekilde uygulanan sözleşmesini, olması gerektiği gibi uygulayacağının göstergesi olarak algılanmalıdır. Sürecin başında yıllarca egemenlik haklarını kullanmaktan geri bırakılan kesimlere karşı “pozitif ayrımcılık” uygulanması, devam eden süreçteki normalleşmenin önündeki engellerden biri olarak görülmemelidir. Yine çözüm süreci, sözleşmeden doğan haklarını yıllarca kullanamayan vatandaşlara devletin ve tabii sözleşmenin asli unsurlarından biri olduklarını hatırlatma çabasıdır. Tüm bu yapılanlar diğer bir ifadeyle eski Türkiye’de sözleşmeye tam manasıyla katılmamış kesimlerin “egemenlik aktarımı” ile devlete katılmalarını sağlamaya dönük çabalar olup yeni Türkiye’nin inşa sürecini oluşturmaktadır.
Tüm kesimlerin katıldığı toplumsal sözleşme ile oluşturulmuş bir devlet, vatandaşlarının tümü tarafından benimsenen, meşru, daha güçlü ve etkili bir devlet olacaktır. Böylece devlette görev alan, vergileriyle devleti destekleyen ya da devlet malını kullanan bireyler, üzerine düşeni layıkıyla yapacak, kendi devletlerini dolayısıyla “kendi varlıklarını” koruma konusunda daha gayretli olacaklardır.
Devletin sahibi değişmektedir. Değişimi idrak eden vatandaşların sayısı arttıkça devletin hayati organlarına karşı yapılan eylemler azalacak, dahası bu eylemleri yapanlara karşı yükselen toplumsal öfke şiddetlenecektir. Benzer şekilde görevini gereği gibi yapmayan “kamu görevlisi” sayısı azalacak, bunlara gösterilen toplumsal hoşnutsuzluk artacaktır. Vergisini vermeyen vatandaş sayısı azalacak, vergi ödemeyenlere karşı gösterilen tepkiler artacaktır. Hepsinden önemlisi vatandaş, kendisinden alınmamış bir egemenliğin kullanımına daha güçlü bir şekilde karşı çıkacaktır. Yaşadığımız süreç tüm bu değişimlere şahit olduğumuz, tarihi bir süreçtir.
Eskiden Yeniye Geçişe Gösterilen Direnç
Geçiş sürecinde ortaya çıkan sorunların temelinde bazı kesimlerin “toplumsal sözleşmenin revize edilmiş ve gereği gibi uygulanmaya başlanmış” halini kabullenmekte zorlanmaları yatmaktadır. Çünkü Eski Türkiye’de tüm vatandaşların egemenlik haklarından oluşan “toplam hak” üzerinde pay sahibi olan, yani kendi devrettiği haklardan fazlasını kullanan kesimler, eskiden beri sahip oldukları ayrıcalıklı konumlarını terk etmek istememektedir. Devletteki anlayış değişikliğinin bazı kesimler tarafından gereği gibi anlaşılamamış olması da diğer bir direnç nedenidir.
Geçiş döneminde rastlanan en şaşırtıcı(!) direnç belki de yıllar içerisinde devlet kademelerine yerleşmiş, bir nevi paralel devlet oluşturmuş örgütün davranışıdır. Görünüşte değişimi sürükleyen kadrolar ile benzer ideallere sahip, benzer kaygılar güden, amaçları örtüşen bir grubun, mevcut iktidarın karşısında konumlanmış olması garipsenebilir. Ancak dikkatli bir bakış bu benzerliklerin sadece görünüşte olduğunu fark edecektir.
İlgili örgütsel yapı eski Türkiye’de egemenliği adaletsiz bir şekilde kullananlara karşı cephe almamış tam aksine zaman zaman çeşitli şekillerde kutsamış, yüceltmiş ya da el üstünde tutmuştur. Böylece mevcut yapının içerisine gizlenmiş, egemenliği adaletsiz bir şekilde kullanan kesimlerin arasına sızmış, kendine özgü ve gizli bir hiyerarşi içerisinde “özel konumun” üzerinde daha özel bir konum, daha fazla hak elde etmiştir. Tabiri caizse “altın nesil” ayrıcalıklı “Beyaz Türkler”den daha ayrıcalıklı, daha fazla egemenlik kullanan bir konuma yerleşmiştir. Haliyle dönüşüme karşı dirençleri diğer tüm kesimlerden daha şiddetli bir şekilde ortaya çıkmıştır. Elde ettikleri gücü koruyabilme uğruna yaptıkları da ortadadır. Tümüyle güç ve iktidar savaşı olan bu süreçte, savaşa dini bir kisve giydirilmesi, Marx’ın meşhur sözünü akla getirmektedir.
Devlet anlayışındaki dönüşüm, ilgili örgütün kullandığı “egemenliği” nde vatandaşlar arasında bölüştürülmesine, böylece gücünü kaybedenlerin, kaybettikleri güç oranında direnç göstermelerine neden olmuştur.
Dönüşüm sürecinde anlaşılması gereken en temel olay; devletin kaçınılmaz bir şekilde dönüştüğü, meşruiyetini arttırdığı, hemen her kesimin “biat”ını almaya yöneldiğidir. Paralel yapının milli güvenlik kurulunda görüşülmesi ve bir tehdit olarak görülmesi devletin yerleşik yapısıyla “eski”den sıyrılarak yenilenmeye ne derece istekli olduğunu göstermektedir.
Yeni Türkiye’nin inşaa sürecinde vatandaşlar, Hobbes’un toplum sözleşmesi kuramına nispeten uygun bir şekilde “sözleşmenin tüm taraflarının güvenliklerini garanti altına almak şartıyla” doğal haklarından bir kısmını tartışmasız bir şekilde devlete aktarmakta, devletin asli sahibi olmaktadır. Şüphesiz modern devletler “vatandaşlarının güvenlik ihtiyaçlarını karşılama” fonksiyonundan çok daha fazlasını icra etmek zorundadır. Bu nedenle yeni Türkiye’nin inşaa süreci aslında güvenliğin sağlanmasından çok daha öte bir devlet yapısının kurulma sürecidir.