Defalarca okumuşuz ya da işitmişizdir; “yazmasaydım çıldırırdım, yaşayamazdım”, türü açıklamaları. Koca koca yazarlarımızın ağzından da çıkmış olsalar, hiç etkilemedi beni böylesi açıklamalar. Çünkü hayatın bu şekilde salt bir olgu ile sınırlandırılmasının varoluşsal anlamda herhangi bir karşılığı olduğu kanısında değilim.
Sanılmasın ki yazmak eylemini küçümsüyorum. Hayır. Eylem diyorum dikkat edilirse. Evet, başlı başına bir eylemdir yazmak; tıpkı okumak, tıpkı düşünmek gibi.
“Eylemek“ içimizdekini dışımıza çıkarmaktır; yani gizli olanı sarih kılmak. Aynı zamanda bir anlamlandırma çabasıdır bu. Her anlamlandırma çabası bilinç düzeyinde gerçekleşir. Bir edimin, bilinç düzeyinde gerçekleştirilmesi değil midir eylem; bilinçlilik hali de varoluşsal dinamikleri harekete geçiren ve o dinamikler üzerinde hayatiyet kazanan bir duruş. Hangi edim, bilinçlilik halinden ve bu halin sonucu olan duruştan uzaksa, eylem olmaktan da uzaktır. Eylem, bir tatmin aracı değildir çünkü. Geçmişte kimilerince ve hatta günümüzde yığınlarca böyle anlaşılıyor olması hiçbir şey değiştirmez; yahut içinin boşaltılmış olması. Yazmak da öyle. Peki ya, yazmasalar çıldıracaklarını düşünenler veya yazmayı bir varoluşsal zorunluluk gibi görenler için, yazmanın tatmin aracı olmaktan öte başka bir karşılığı var mıdır? Yazık ki, hayır. Onlara sorulsa, söyleyecekleri vardır mutlaka. Neden olmasın ki, sözlü yahut yazılı olarak hep söylemektir onların işi. Bıkmadan, usanmadan, tekrar pahasına söylemek, söylemek... Karşılık bulmadan söylemek değil midir sözü sıradanlaştırıp değersizleştiren.
Hayatın sınırlandırılması, dedim yukarıda. İnsanoğlu pek mahirdir hayatı kendince sınırlandırmaya. Aslında bir kaçıştır bu sınırlandırma, hayatı bütüncül haliyle kavramaktan ve bu kavramanın getireceği yükümlülüklerden olabildiğince uzak kalma. O bütüncül algıdan uzak kalınca her şeyden kurtulduğunu sanır insan. Bu sanı onu, kendi algısını bütüncül algının yerine ikame etmeye yöneltir. O vakitten sonra sanır ki onsuz yaşayamaz. Nedir o; kimileyin yazmaktır, kimileyin iş hayatı, kimileyin para pul, şan şöhret...vs. Kaçak güreşmekten başka nedir ki bu? Güreşiyor gibi yapıp habire minderi dört dolanmak.
Evet, bir tatmin aracı değildir yazmak, olmamalı. Yazarak kendimizi kandırmaktan vazgeçmeliyiz. Sadece kendimizi kandırmaktan mı? Hayır. Okuyucuları kandırmaktan da tabii. Hadi kendimizi kandırdık, başkasını kandırmaya ne hakkımız var? Ya yazmayı önemseyen, yazmanın insan hayatındaki yerini kavramaya çalışan insanları; sınırlandırıcı ve kısırlaştırıcı yönsemelerle erkenden profesyonel birer yazıcıya dönüştürmenin vebalini kim yüklenecek? Biçip doğrayıp etrafı tarumar edenler, sözlerini salyalarına kurban verenler, yağ fıçılarından birbirlerine selam duranlar, kendi haysiyetsizlikleriyle yazıyı da kirletenler mi? Kimler? Yoksa yazmayı kendilerine cehennem kılan rüzgâr gülleri mi?
Yazmasaydım çıldırır mıydım? Kesinlikle hayır. Yaşayamaz mıydım? Pekâla yaşıyorum. Hiç yazmadan da yaşayabilirdim, yaşarım. Bir gün, bile isteye yazmayı bırakacağım. Hoş, yazdığının cürmü nedir ki, denebilir? Hiç gocunmam bundan, şimdi de gocunmuyorum. Bilâkis yazdıklarımın cürmü değil, varoluşsal karşılığı ilgilendiriyor beni. Sadece yazmakta mı, hayır. Bütün yapıp etmelerimde. Yazarak somut düşünüyorum sadece; ne hayatımı sınırlandırıyorum ne birilerine akıl veriyorum ne kendi bildiklerimi tüm bilinenler üzerine örtüyorum. Ne kendimden söz ettirmek ne de baş olmak, öncü olmak gibi bir derdim var. Tek kaygım; bir duruş sahibi olmak ve o duruşu hayatımın sonuna kadar muhafaza etmek. Durağan bir duruştan bahsetmiyorum ancak. Dinamik bir duruştur önemsediğim. Başlı başına bir eylemdir o. Sahteliklereyer yoktur bu duruşta; yapaylığa, iğretiliğe hiç mi hiç.
Dönüp başa soralım: Yazmak mı? Niçin?
Evet yazmak; düşünmek için yazmak.
Ama nasıl? Yazmayı bir tatmin aracı olmaktan çıkararak yazmak.
Kendinin nerde, nasıl durduğunu görmek için yazmak, kendini göstermek için değil. Nasılsa gören görür, bilen bilir; öyle değil mi?