‘Konuşma’nın gündelik hayatımızda vazgeçilmez bir eylem olduğu muhakkak. Ancak bu yazımda, onsuz olamadığımız böylesi bir eylemin kuşatıcı yanından ziyade; okumaya bağlı olan yanından söz etmek amacındayım.
Malumdur ki; konuşmaya esas olan ‘söz’dür. Sözün yeterince ve yerli yerinde kullanılması, yaptığımız konuşma eyleminin anlamını ya da anlamsızlığını belirler.Bu belirleyicilik, konuşan herkes için geçerlidir. Ancak, ‘konuşma’daki bu gizli kontrol mekanizmasının varlığından herkesin haberdar olduğunu söylemek mümkün değildir. O yüzdendir ki, söz konusu mekanizmanın varlığından habersiz davrananlar için - çok güzel ve çok fazla konuşsalar bile - “Konuşmayı bilmiyor.” denir. Yine konuşmanın yerli yerinde yapılması yönünde “söz gümüşse, sükût altındır.” demişler atalarımız. Yeri geldiğinde sükûtun da etkili bir konuşma tarzı olduğunu açıklamaya gerek yok sanırım.
Peki, insanın bu kadar ‘etkin’ olduğu bir eylemi - konuşmayı - düşünsel iletişim kurma ya da düşünme yollarını keşfetme yetkinliğine fırsat veren ‘okuma’ eyleminin bir sonucu olarak görmenin anlamı nedir? Hem de ‘kibir’ ile ‘bezenmiş’ bir eylem!..
‘Okumak’ deyince hemencecik akıllara düşüveren şey; ‘yeterince okumadığımız’ dır. Hatta ‘yeterince’yi de kaldırabiliriz; okumadığımız. Böylesi vahim bir vakıayı tesbit etmek yükümlülüğüyle konuşan insanlar; ‘okuma’yı sadece ‘bilgi edinme, kültür kazanma yolu’ olarak gören insanlardır. Bunlar, okuyarak edindikleri bilgileri ve kültürleri her ortamda yaptıkları konuşmalarda serdetmekten büyük bir zevk alırlar. Hatta başkalarının düşünceleriyle konuştuklarını gizlemek için, gerekli göndermeleri de yapmazlar. Fakat, edindikleri ve kendilerine ait olan -varsa tabii- bilgiler hiçbir şekilde ‘düşünce’ye ve ‘tavır’a dönüşmemiştir. Onlar, sadece ‘edindikleri’ni konuşturan, okuduklarının niceliğiyle övünen; bununla beraber nitelikten nasibini almamış kişilerdir. O yüzden böylesi insanlardan “Okuduğun kitap kadar konuş.” çıkışına şahit olabilirsiniz. Bu ‘çıkış’ bile onların ‘okuma’ eylemini hangi amaçlar için yaptıklarını anlamamıza yetecektir.
Hal böyle olunca, okumanın önünde duran bu olumsuzluğu aşarak gerçek anlamda ulaşmamız gereken nokta neresidir?
Her şeyden önce; insan, yaptığı her eylemin ‘kendi kişiliğine dönük’ olmasını öncelemeli ve böylece baştan kaçak deliklerini kapamaya azmetmelidir. Okumak için de böyledir. İnsanın kendi kişiliğine dönük olmayan bir eylem içerisinde olması ona ‘kibir’den öte hiçbir şey kazandırmayacaktır. Çünkü bir güzel vasfa sahiden sahip olduğunu bilen bir insan, ancak tevazu gösterebilir. Bunun başka bir seçeneği yoktur. Oysa o güzel vasfa sahip olmadığı halde; o vasfı kendisine yakıştırmaya kalkan insan, hem kendisini hem de başkalarını kandırmaktan öte büyük bir davranış yanılgısı içerisindedir: Kibir. Buna bir de sonu saldırganlığa kadar varan hırçınlığı eklerseniz her şey açıkça ortaya çıkacaktır.
Bütün bunları ifade ederken, her okuyan kişinin hırçın bir kibre sahip olduğunu söylemek istemiyoruz tabiî.Yukarıda vurguladığımız gibi, okuyanın kişilik kazanımına dönük bir okuma eyleminin ‘olgunlaşma’ya yönelik olduğu açıktır. Sanırım, ‘ne kadar okuduğumuz’dan önce ‘neden okuduğumuz’ sorusunu kendi kendimize cesurca cevaplandırmamız gerekmektedir. Aksi halde gerçekleştirdiğimiz okuma eylemi yarardan çok zarar getirecektir. “Okumanın da zararı olur muymuş?” demeyin. Nedeni açık olmayan bir eylemin sonucu, en az başlangıcı kadar vahimdir çünkü. Ondan değil midir ‘amellerin niyetlere göre’ olması. Niyetler sarih olmalı ki, bu sarahât amellerde tezahür edebilsin.
İşte, ‘okuma’ya yönelik niyetlerimizin geçerliliğini iyiden iyiye tartarak, yaptığımız eylemin anlamını açıklığa kavuşturmamız, öncelikli olarak yapmamız gereken ‘şey’dir. Yoksa halimiz ‘malûmatfuruşluk’tan öteye gitmez. Bu da bizi, kendimize dönük tavır geliştirerek yaşamaktan uzak tutarak, bilgimizi ve kültürümüzü ‘satış’a çıkarmamıza yol açar. Böylesi bir davranışa her an kibir eşlik edebilir. Bu kadarla kalsa iyi. O da yetmez, ‘kendisini kabul ettirmek’ için de hırçınlaşması hatta saldırganlaşması çok uzak değildir. Hiç şahit olmadınız mı yoksa?