Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Yahya Kemal Beyatlı
Şehirlerin kültürel kimliği, efsunlu silueti, ruhanî atmosferi, samimi ilişkileri insan zihninde silinemez izler bırakır. Çocukluk yıllarımızın parke döşeli mahalleleri ve bu mahallelerin yıpranmış kaldırım taşları, akasya ağaçları, beyaz badanalı yahut sarıya, maviye boyalı mütevazı evleri midir kırık hasretimizin buruk tadı? Hangi evdir ki yüreğimizden çekip bizi bir tahassüre kenetleyen? Belki “bir küçük ahşap ev, kapısı çifte kanatlı”… Belki taşla ahşabı aynı üslupta birleştiren, kim geldi camlı, eli böğründeli eski bir konak içimizde bir yerde durmadan dirilen… Belki de hatıramda ayak direyen “bir mavi serçe penceremin önünde”… Yarım kalan mahur bestenin yıldız sessizliğine bürüyendir bizi.
“Daha sonraları, orada olmadığınızda, o caddeler, o sıradan ağaçlar gözünüzde tüter, o çatıların, o pencerelerin, kapıların eksikliğini hisseder, hiç kimsenin girmediği o evlere her gün girildiğini, o kaldırımlarda ruhunuzu, yüreğinizi, kanınızı bırakmış olduğunuzu fark edersiniz.”
Sırt sırta vermiş her evin birbiriyle kurduğu münasebet, insanın insanla kurduğu yakın münasebettir aslında. İçinde nice yaşanmışlıkların, nice hüzün veya gülüşlerin, nice mesut ölen dakikaların ifadesidir, sıvası dökük hanelerde “eriyen saatler”… Ve bu hanelerin yanı başında durmaksızın zamanı öğüte öğüte akan şırıl şırıl çeşmeler, bir türküyü mırıldar derinden. “Bir türkü ki gamlı, uzun”.
“Mavi maviydi gökyüzü
Bulutlar beyaz beyazdı”
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur
Geleneksel mimaride her evin ufak de olsa bir bahçesi vardır. Bahçeler ki, varlığın temaşa yeri… Yaratıcının tecellisi belirir tabiatın küçük numunesi bahçelerde. Her gün farklı bir iş ve şendedir Allah. Sümbül kokusu gelir bu bahçelerden. Nergis suskunluğu, leylak büyüsü, gülhatmi şifası, mimoza müjdesi, kasımpatı hüznü, çiğdem sevinci, günebakan neşvesi, şakayık katmeri tevhidin cilveleridir. Ve kuşların cıvıltısı… Ve kanat şakırtısı… Ve bülbül nağmesi, hepsi varlığın birliğine çağrıdır.
“Bahâr erişti, ref oldu yüzünden perde gülzârın.”
Tabiat, kendisine özgü bir dille konuşur insanla, ona baharın diriltici nefesini üflerken. “Yıldızların altın bahçesindeyiz.” Hafif rüzgâr uğultusuyla salınan salkımsöğütler, upuzun kavaklar, nevres fidanlar ruhun melodileridir. Bir kemanın tellerinden dökülen telkin edici nağmeler… Sarıçiçek tarlaları, beyaza duran elma ağaçları, erguvanlar, kumru ötüşleri arasında geçen zaman, zaman değil iksirdir; dinginlik ve huzur bahşeden… Şâirin emeli gibi;
“Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!”
“Kaç yaşındasın değil, kaç bahar yaşadın?” diye sorarmış eskiler. Mucizevî nev baharın “bir nefeste yaktığı billur avize”, şefkatle dokunur ruhumuza, ışık salar ömrümüze. Çiçek açan badem ağacı Van Gogh’un esintisini getirir. Filiz verir dallar, tazelenir bitkiler, güneş gülen çehresini sergiler, mutluluk kimyasalları salgılar beynimiz.
Bir çiçeği tefekkür ederek yaşamayı bertaraf eden kentleşme, susturulmuş tevhittir! Çimento ve çeliğin ninnisinde uyuyan kentler! “Hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır!” Ey Platon’un mağarasına zincirleyip idealar âlemini dilsizleştiren! Ey Nûrlar Nûru’nu siyaha bürüyen! “Betondan tanrılara kulluğun zırhı vardır”. Birlik şarabını içir bize, delillerini sun bâki olanın, gül renkli piyâleden…
Ey ağaçların kuytusunda gölgelerin yıkandığı, bitkilerin zemheride soyunup ilkyazda giyindiği, yaprakların her mevsim yeşil kaldığı, ey suyun şarıldadığı, çiçeklerin renk renk donandığı, lalenin biçim ve tekliğiyle vahdeti çağrıştırdığı, ey güllerin kanayan yanıyla zihinleri tefekküre çağırdığı bahçelerden koparılmış mağlûp kentler! Bizi hangi kesret cehenneminde ağırlamaktasınız?
“Tahta pancurlu taştan evin
Penceresi nar ağacına bakardı.”
Penceresi erik ağacına, incir ağacına, nar ağacına bakan, yarı ahşap yarı kâgir evler karıştı tarihe. Tek boyutlu, tek tip batı taklidi apartmanlar, insanı insandan ve insanı tabiattan kopardı. Ev bahçe ilişkisi salon balkon ilişkisine dönüştü.
Adorno ve Marcuse’a göre, ileri kapitalist toplum, insan yaşamına özgü her şeyi nesne haline getirdi. İnsanı doğadan bütünüyle ayrı varlıkmış gibi tasarlayan, bilimin imkânlarını tabiatı nesneleştirmek için kullanan devrimler, ecnebi. Evler arası ilintiyi koparan yapı sistemi Türk kolektif bilincine aykırı. Bize ait değil kat kat çıkmış binalar. Komşuluk can çekişiyor,
“cam gözlü devlerde” bireysellik tırmanırken.
“Kalk, arkadaş, gidelim
Dereler yoldaşımız,
Dağlar omuzdaşımız.
Dünyayı seyredelim,
Şehirlerin dışından.”
Ey zaman, geçme dur!
“Ne zaman bir yaşamak düşünsem” ağır başlı yolcular geçiyor eşsiz zaman göz bebeklerinden. Divriği’den Mühürzâde Konağı… Maraş’tan Çifta Aslan Konağı… Kozan’dan Yaverin Konağı… Geçiyor yolcular, usul usul, anlı şanlı geçiyor hafızanın güzergâhından… Birgi’den Çakırağa Konağı geçiyor hayat suyu içmişçesine. “Lutf eyle sâkî nâzı ko mey sun” eşsiz zaman göz bebeklerinden. Kütahya’dan Hocazâde, Yeşilırmak kıyısından Hazeranlar geçiyor. Salına salına, eteklerini sürüye sürüye…
“Konmak” fiilinden türeyip gelip geçiciliği demleyerek, faniliği imleyerek, geçmiş zamanın sihrini yaşatarak geçiyor. Arapgir’den Metin Emiroğlu, Yeşilyurt’tan Abdullah Ağa, Kastamonu’dan Liva Paşa konakları geçiyor. Erzurum’dan Müceldili Konağı… Filibe’den mavileri sürünmüş, işlemeli Türk konakları geçiyor. Cumalıkızık’dan, Edirne’den, Ermenek’ten, Eğin’den, Mudurnu ve Kula’dan geçiyor asırları devirip sanat perisi esintisiyle. Geçip gitme!
“Ey zaman, geçme dur, öyle güzelsin ki!”
Çinilerine “Kur’an sesi sinmiş”, kıbleye hâkim tek şerefeli caminin ruhumuza katmer katmer huzur bahşettiği, eyvanlarından manzaranın izlendiği mahalleler silinip gitti. Bir bütündü mahalle; kesme taştan çeşmesi, imareti, küçük bakkalı, hayat dağıtan sebili, şen mektebi, koskoca çınarı, meydanı ve çarşısıyla bütündü. Sömürgeci güçler nereyi istila etmişlerse orada önce mahalle teşkilatına göz dikmişler. Çünkü mahalleler, işgalciye direnen birinci kale. Düşün! Korunamadı mahalle teşkilatı. Ve sarsıl! Barınamadı, çevreye ince bir ruh üfleyen mor salkımlı sokak dokuları. Duyumsa! Tekdüze şemalar halinde yükselen soğuk, şekilsiz bina cepheleri kapladı sokağımızı. Görmez misin? Sevimsiz, hoyrat…
“Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden”
Sanat Batı’da seyredilir, Doğu’da yaşanır
İnsanda güzele ve güzelliğe karşı bir temayül vardır. Hangi güzelliğe? Estetik zevk, hoşluk hissi veren her şeye… Sanat eserleri bu meyli karşılamak içindir. Denilir ki; “Sanat Batı’da seyredilir, Doğu’da yaşanır.” Evet, insanı pasif izleyici kılan müze, sinema bize Avrupa’dan gelmiştir. Bizim kültürümüzde sanat yaşamın içinde. Yanı başımızda… Düşerdi üstümüze güzellik bir cami avlusunda yahut bin kubbeli bir külliyede, alelade bir evin bahçesinde veya gösterişsiz bir sokakta. Pencerelerin geometrisi, “bir serin kubbenin kuytusu”, güvercinlerin “hu hu”su, cumbaların görüntüsü konardı gönlümüze bir köşe başında.
Bilge mimar Turgut Cansever çocukluğunun sokağını anlatıyor:
“İnsanlar; sokakta yürüdüğü vakit bir evin cumbasının, öbür evin saçağının, diğer evin bahçe duvarından sarkan çiçeğin çevreye kattığı güzellikleri seyrederdi.”
Kulaktan dolar insan, gözden dolar. Barok üsluptaki ışık-gölge, renk-hareket oyununa sivil mimaride de tesadüf edilebilir. Pembeye boyalı evlerin üzerine günün belli saatlerinde düşen gün ışığı bir resitali icra ederdi. Frank L. Wright, “Mimari hayatın kendisidir.” diyor. Yaşamdan uzak bir mimari gerçek değil yapaydır. Köşkler, yalılar, sadece yaşamak için değil, bahçesinde gezinenlerin dışarıdan seyretmesi için de tasarlanırdı. Mezar taşında bile estetik tesis edilirdi. Mesela bir kadının kabrine, “etrafı üzüm asmasıyla çevrili boynu bükük servi ağacı motifi” işlenirdi.
Duyguları harekete geçirmeyen yapılar insana yüktür. “Bize heyecan verir bir parça yeşil çini” ya da alınlığa yazılı celi sülüs besmele. Bir mavi mukarnas kapı, en narin yerimizden yakalar bizi.
“İnsanın esas görevi çevreyi güzelleştirmektir.”diyor kutlu sözümüz. Estetik zevk uyandırmak için Selimiye Camii inşasında İstanbul’dan on binlerce gülfidanı getirilmiş. Beyazıt Camiinin bahçesine “Güllük” denirmiş, güllerinden ötürü… “Küllük” olmuş zamanla. Üçüncü Murat, Anadolu Hisarında tek rengin büyüsünü hâkim kılmak için mavi servilerden bir bahçe tasarlamış.
Ölümü unutturmak istemeyen medeniyet tasavvurumuz, hayatla ölümü iç içe sergilemiştir. “Her nakışta o mânâ.” Öyle görünüyor ki; büyük eserlerin çevresinde ebediliğin sembolü ulu çınarlar, mezarlıklarda “gümüş aydınlık” serviler, bu anlayışın ürünü.
“ve bir gün uyandılar devler, cinler, ifritler”
Yeşilini bin bir tonu içinde civarına esenlik dağıttığı, şehnişini, saçağı, cefanın buhurdan olup tüttüğü kalem işi işlemelerin ve oymaların sokağa hüviyet bağışladığı, avlusuna çocuk seslerinin sindiği evlerden nam u nişane kalmadı.
“Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan,
Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan”
Sofa denince, taşlık, selamlık denince “tatlı bir gariplik” hissi çöker üzerimize. Sofaya hayat derdi eskiler. İhyâ alanından barınma alanına nasıl dönüştü evlerimiz? Hangi imâr ve iskân planlarıyla? Sokakları gelin gibi süsleyen sanat eseri evlerimiz demir ve çimento yığınına nasıl dönüştü? Asırlık kültür yağmacılığı ne şekilde başladı? “Duino Ağıtları”ndaki gibi sürdü atını kara zırhlı şövalye, sürdü! Şehirlerin de ruhu vardır. Tarumâr etti Türk-İslâm ruhunu! Saksısı darma duman oldu, penceredeki fesleğenin.
“Kokmaz oldu iğdecik, leylekler göçüp gitti.
Dünyanın en uzun hüznü yağıyor
Ey rüzgâr! Yıkıcı rüzgâr, bir hışımla geçtin, ezdin bütün güzellikleri… Tevhidin mesajlarını yeryüzünden silip kendi putlarını diktin. Her yerde insanın büyüklüğünü haykıran yığıntı tanrılar; apartmanlar, gökdelenler, plazalar…
“Hasretiz bir kanat şakırtısına
Mavi gökte kuşlar yine uçar mı?”
Modern anlayışta evrenin tek hâkimidir insan… Her şeye gücü yeten beşer, çevre dengesinden yoksun bakış açısıyla tabiatı yönetim ve denetim altına aldı büsbütün. Horkeimer’a göre; birey tabiat üzerinde hâkimiyet kurmak istedikçe yok olmaya gitmekte ve modern endüstri toplumu, nihilist bir görünüme bürünmektedir.
Ey rüzgâr! İnsanı iktidar yapıp Tanrı’yı deviren rüzgâr! “Tanrı öldü, yaşasın üst insan/übermensch!” diyen! Teslimiyet, tevazu, şefkat, muhabbet ve merhamet uyandıran eserlerimiz nerede şimdi? Yerine gurur, büyüklenme, kibir ve ucub tesis eden rüzgâr! Ölümü yok sayıp kulluğunu unutan! Hiçliğin zirvesinde elinle diktiğin görkemli putlar arasında dolaşırken başıboş mu sandın kendini evrende?
“Kalk arkadaş, gidelim
İnsanın unuttuğu
Allah’ı zikredelim;
Gül ve sümbül hırkamız,
Sular, kuşlar, halkamız…”
Horkeimer’ın öngörüsüyle özneyi yücelten ve onu güçlü kılan, tabiatın dizginlerini elinde tutmasıdır. Bu güç, aynı zamanda onu yıkıma sürüklemektedir. Zevâle doğru gidiş. Çöküşün ayak sesleridir sosyolojik çözülmeler, çığ gibi büyüyen psikolojik sorunlar.
“Dünyanın en uzun hüznü yağıyor
Yorgun ve yenilmiş insanlığın üstüne”
“Vur kazmayı” şehre “Ferhat!
Ferhat’ın aşkla Bîsütun dağına inen kazması, son kırk senedir elli senedir hışımla şehirlere iniyor. “Kişne kır at, kişne kır at!” Vahşî para hırsının işgal ettiği şehirlerimiz bezginlik, bıkkınlık üretiyor! Camdan zebellâ bloklar halinde yükselen, insanları balık istifi gibi istifleyen, gözsüz gören, içine gün ışığı girmeyen dev alışveriş merkezleri gün geçmiyor ki artmasın.
Yüksek bilgi ve sezginin, müşterek araştırmanın ürünü olan şehirler göç aldıkça, nüfus artıkça çirkinleşiyor! Düzenden düzensizliğe, mükemmelden çürümeye gidiş… Gecekondu,
iskân, kaçak kat, toplu konut garabeti, mevziî imar planı anarşisi… Peyzajı bozan heyula kuleler… Tek yönlü, cephesiz evler… Şehrin göğüne saplanan bıçak gibi gökdelenler…
“Bir ceylanın derisi
Bir aslanın dişinde!”
“Der saadet” olan şehirler kriz üreten metropollere dönüşüyor. Gül cennetinden betonarme cehennemine… “İhya etmeyi ihmal ettiğimiz nesil, imar ettiğimiz şehirleri tahribe devam ediyor.” Sanat eserlerinde bağbozumu! Restorasyonda facia! Türk İslam ruhunu baltalama! Daha derinlere vur, daha derinlere!
“Vur kazmayı” şehre “Ferhat!
Çoğu gitti azı kaldı.”
Çevrenin biçimsizleşmesi, insan hayatının şekillenmesine menfi yönde tesir eder. “Tutsak ustura ağzında yaşamak”tır ruhun çarmıha gerildiği kentlerde yaşamak… Uğultu, karmaşa, hengâme… Munch’un “Çığlık”ı deliyor kulaklarımızı. Sevimsiz, kaba üst geçitler, yağmurlarda çöken alt geçitler, ağır taşıt güzergâhları, tabii dekorun göbeğine hançer gibi çekilen otoyollar bir sinir harbine neden oluyor. “Her inşa bir imar değildir.” diyor irfanla imarı harmanlamış mimar Cansever. Çelikten prangalarla kuşatma altındayız! Elektrik direkleri, bu direklerin fırtınada kopan telleri ve onlara karışan hızlı tren katener hattı demirleri… Horkheimer ve Adorno’nun ifadesiyle “tamamen aydınlatılmış yeryüzü bugün muzaffer bir felaketin belirtilerini taşıyor!”
“Bırak, keyfini sürsün,
Şehirlerin, köleler
Yeter bizi tuttuğu
Tükensin velveleler”
Ellerimizde ufalanmış, ellerimizde kaybolmuş, ellerimizden uçup gitmiş beldeler… Hangi yazgının, hangi idrakin, hangi vicdanın mahşerisin? Tarihten kopuk, estetikten azade, sanattan mahrum muhitler kimlik bunalımına sürüklüyor.
“İçimizde sonsuz çalkanan deniz.”
Bir şehir tevhide çağırmalı, sanata ayna tutmalı, geçmişi diri tutmalı, “kökü mazide olan âtî” olmalı… Ve mimari yapılar; azametin bir ifadesi olmalı, matematiksel düzenin ahengini yansıtmalı, tahayyüle yöneltmeli, hisleri harekete geçirmeli, sonsuzluğu düşündürmeli. Beton çığlıklar sizin olsun, verin bize elzem olanı. Belki de bir karahindibanın rüzgârda naifçe dağılışını izlemek bize lazım olan.
“Bir bademin altına, yorgun, oturmak biraz,
Ayrı ayrı seyretmek çiçek açmış her dalı.”
Atatürk Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. “İhtilâlden İkbâle Var Olmanın Retoriği” adlı iki ciltlik biyografi kitabı yayımlandı. UHA Haber Ajansı ve Türkiye Postası Gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.